Tarih Tekerrür Etmemelidir

Türkiye kamuoyu “müftüye nikah yetkisi verilmesi” girişimi ile yeni bir tartışma ve yeni bir ayrışma daha yaşamaya başladı. İktidar partisi tasarı ile; yürürlükteki Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 22. maddesine “il ve ilçe müftülüklerine” ibaresi eklenerek, tarihte denenmiş ancak uzun süre tartışılarak kabul görmemiş bir konuyu, hepsi hepsi üç kelimelik bir değişiklikle çözebileceğini sanmaktadır. Bugün yapılmak istenen […]


Türkiye kamuoyu “müftüye nikah yetkisi verilmesi” girişimi ile yeni bir tartışma ve yeni bir ayrışma daha yaşamaya başladı. İktidar partisi tasarı ile; yürürlükteki Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 22. maddesine “il ve ilçe müftülüklerine” ibaresi eklenerek, tarihte denenmiş ancak uzun süre tartışılarak kabul görmemiş bir konuyu, hepsi hepsi üç kelimelik bir değişiklikle çözebileceğini sanmaktadır.

Bugün yapılmak istenen ve başlangıçta çok masum olarak yansıtılan bu girişim, AKP’nin hep yaptığı gibi, Türk Milletinin başına çok büyük gaileler açacak yeni bir kapının aralanması olabilir. Osmanlı Türk Cihan Devletinin tarihine kısacık bir göz atıldığında konunun ne kadar ürkütücü boyutlarda olduğu görülecektir. Dolayısıyla değerlendirme de iki boyuttan, önce bugüne sonra tarihte neler olduğuna bakılarak yapılmalıdır.

Tarihten önce bugün

“Müftü” TDK Büyük Türkçe Sözlükte “İl ve ilçelerde Müslümanların din işlerine bakan görevli” ve “Dinî konularda fetva veren kimse”dir.  “Nikah” ise “Bir erkekle bir kadının evlilik birliği kurmasını sağlayacak yasal işlem, evlilik akdi” şeklinde açıklanmaktadır.

Evlilik akdi hukukî ve dünyevî bir işlemdir. Bir kadın ile erkeğin hayatını birleştirmek suretiyle oluşan ailenin ve tarafların, sosyal ve hukuki meşruiyeti ile haklarını teminat altına almaktadır. Toplumda yaşanan “imam nikahı” kavramı geleneksel bir adettir. Dolayısıyla bu meşruiyet ve hakların, herhangi bir düzenleme ile temin edilmesi yeterlidir.

Nikahın diğer bir işlevi de toplumsal düzenin sağlanmasında üstlendiği görevdir. Nikahla, milletin temel taşı olan aile birliği kurulmaktadır. Bu bir nevi yeni sosyal egemen birimin oluşmasıdır. Onun için düğünlerimizde gelin alayı yürüyüşe geçince Bayrak kaldırılır, yeni kurulan eve Bayrağımız çekilir. Bu da toplum dokusunu güçlendiren kültürel bir gelenektir.

Dinimiz de kadın erkek ilişkilerinde sadece meşruiyetten bahsetmektedir.  Kur’ân, dünyevî iktidarı bütünüyle insanın hür iradesine bırakmıştır (E. Prof. Dr. R. Fığlalı, Laiklik, MDM Temel Eserler, Panama Yayınevi, 2016, S. 15).

Bu konuda Hayrettin Karaman’ın yazdıkları, AKP’ye yakınlığı açısından niyetin anlaşılmasında güçlü bir karine olarak önem arz etmektedir. Karaman gazetedeki köşesinde; “İslam hukukunda evlilik akdi ibadet ve kutsal değildir. (…) Laik bir ülkenin kanunları vazedilirken kimseyi mecbur etmeksizin dini hassasiyetlerin de tatmini gözetilse problem olmayacak.” diye yazmaktadır. (Yeni Şafak, 30 Temmuz 2017.) Yukarıdaki cümleler konunun bamtelini açığa çıkarmaktadır. Aslında Karaman, nikahın dini dediği kurallarının aslında insanlar tarafından tespit ettiğini/ edildiğini belirtmesine rağmen “dini hassasiyetlerin de tatmini” talebi oldukça manidardır…

Anlaşılan o ki, mesele laikliktir ve bu üç cümle bunun için eklenmektedir.

Hal böyle iken, hiçbir tartışmaya fırsat vermeden böyle bir düzenlemeye gidilmesi, ancak ideolojik hesaplarla yapılmış bir projenin girişi olarak izah edilebilir. Arkasından oldubittiye getirilerek proje çerçevesinde nelerin geleceğini görmek için beklememiz gerekecek.

Yetki müftülüklere mi yoksa Diyanet İşleri Başkanlığı’na mı?

Nikah kıyma yetkisi verilecek olan il ve ilçe müftülükleri, Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB) kuruluş ve görevleri hakkındaki 633 sayılı yasaya göre, başkanlığın taşra teşkilatıdır. İl ve ilçe müftüleri, bölgelerinde DİB’nı temsil ederler. Dolayısıyla müftülere verilecek olan yetki aynı zamanda DİB’na da verilmiş anlamına gelmektedir.

DİB kanununun görev başlığı altındaki 1’inci maddesi “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” demektedir. Yine yasada belirlenen ve Başkanlığa bağlı olan Din İşleri Yüksek Kurulunun ilk görevi: “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak.” şeklinde belirlenmiştir. Buradaki “dinî soruların cevaplandırılmasının fetva olduğu gayet açıktır. Fetva, kişilerin bilgilendirilmesini amaçladığından, değerlendirilmesi de kişilere aittir; yasal bir mahiyeti de yoktur. Böyle olması da Yüce Dinimizin mesajları ve yaşanması açısından önemlidir. Bu bakımdan müftülerin nikâh kıymaları diye bir görevi olamaz, çünkü ibadet ve kutsal olmayan bir konuda hukuki bir yetki ile donatılmış olmaktadır.

Buradan da anlaşılacağı üzere ne Diyanet İşleri Başkanlığının ne de müftülüklerin yasaların uygulanması ve yargı gücünün kullanılması gibi bir görevi yoktur. Bilakis dinî sahada önemli bir görevi üstlenmekte ve bir boşluğu bilgilendirme yoluyla doldurmaktadır. Ama bu yasa değişikliği, FETVA GÜCÜ ile YARGI GÜCÜNÜ aynı makamda birleştirmenin kapısını aralamaktadır.

Fetva makamı bağımsızlık demektir ve ilim gerektirir. Osmanlı döneminde ancak sorulan hususlarda fetva verilirdi ve mahkeme ilamı gibi mutlaka uygulanması da gerekmezdi. Padişah, halife olmasına rağmen fetva veremezdi. (E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, C.7, S. 137)

İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin müftü iken (fetva verirken) kadılık yapması teklifini, hapse girmek pahasına reddetmesi önümüzdeki en güzel örneklerdendir.

Zenbilli Ali Efendi’nin fetva makamını bırakarak kaadi-l kudat (kadılar kadısı) ve kadıaskerliğe geçmeyi kabul etmemiştir.

Bu kapı açıldığı takdirde…

Ayrıca müftü(lük)lere yetki verilip, papaz(lıklar)a, haham(lıklar)a verilmediği takdirde Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesi (Anayasa M 10) bozulacaktır. Aynı yetki tanınırsa daha büyük bir problem doğacak ve hahamlık(!) ya da her kilise için ayrı birer papazlık(!) gibi, aslında olmayan, ucube bir tüzel kişilik ortaya çıkmış olacaktır. Bu da bir çeşit egemenlik değil midir?

Yahut mezhepler (doktrinler) arasındaki -varsa- farklılıklar karşısında nasıl davranılacaktır? Mesela Şia’daki (Şia’nın bir kısmında geçerli olan) Mut’a nikahı da kıyabilecek midir? Dini gruplar; cemaat ve tarikatlar “benim anlayışım” mazereti ile yetki talebinde bulunurlarsa ne olacaktır?

Tam da burada çok hukukluluk tartışmaları devreye girecek, yıllarca bitmeyen senfoni devam edecektir.

Açılan kapıdan tarihe bakıldığında çok hukukluluk…

Büyük fikir ve ilim adamı Ziya Gökalp’in, yukarıdaki cümlelerin yer aldığı “İttihat ve Terakki Kongresi” başlıklı iki makalesi çok dikkatli okunmalı ve üzerinde çok düşünülmelidir. Birinci Dünya Savaşının tam ortasındayken toplanan parti kongresinde (1332-1916) konuşulanlar çok dikkat çekicidir. İkinci makalede bir husus daha vardır ki tarihçilerin ve siyasetçilerin ilgisine muhtaçtır.

Makalelerinde Gökalp, aslında bugünün siyaset yapıcılarının çok şikayetçi oldukları ve 16 Nisan referandumuyla artık kurtulduklarını söyledikleri Tanzimatçıların; hilafet ve saltanatı iki ayrı kuvvet olarak düşündüklerini, birini hükümet-i cismaniye diğerini ise hükümeti ruhaniye olarak değerlendirdiklerini belirterek, İslamiyeti de Katoliklik gibi iki hükümetli bir din zanneyleyenler az değildir” dedikten sonra, Tanzimatçıların, Tanzimat’tan önce var olan kendi hukuklarını uygulama (kapitülasyonlar) durumunun “bir aynını da İslamlar için icad ve taklid ettiler. Ve bu suretle, tahfif (hafifletme) yahut izalelerine (yok etme) çalışacakları yerde, takviye ve idamesine ikdam etmiş oldular.” diye yazmaktadır. Gökalp; “Osmanlı Devleti fertlerden mürekkep (oluşmuş) bir heyet değil, cemaatlerden mürekkep bir müttehide (birlik) mahiyetindedir. Yerli ve ecnebi cemaatler arasında bir de, halifenin riyaset-i diniyyesi altında bir cemaat-i İslamiyye tasavvur ettikleri için böyle bir ‘Cemaatler Konfederasyonunu’ kendilerine gayet makul görüyorlardı.” diye düşündüklerini belirtmektedir.

Ne kadar da bugün değil mi? “Türkiye sadece Türklerin değil, Kürt, Türk, Çerkez… Tek Millet [her etnisite ayrı, bunların birleşeni tek millet], tek devlet [her etnisitenin ayrı, birleşeni tek devlet]… İbrahimî millet/ümmet…” (Ayrı bir değerlendirme konusu olmakla birlikte, böylece ümmet ve millet bölünüyor, imanın orta direği “Tevhit akidesi”ne aykırı bir düzenleme yapılmış oluyor.)

Gökalp; “…Tanzimatçıların, bir nevi muhtariyeti haiz cemaatler kabul etmesi güya serbesti-i edyan (dinlerin serbestliği) umdesine gösterdikleri ihtiramdan … bu heyetlere cemaat-ı diniyye namını verdikleri gibi, muhtar (özerk) bırakıldıkları ahkam-ı hukukiyye (hukuk hükümleri)…” bütün bu işlere de “umur-u mezhebiyye adını veriyorlardı. Güya aileye ait ahkam-ı kazaiyye (yargı hükümleri) hukukun işlerinden değilmiş de mezhep işlerindenmiş…” demektedir. (Müftülüğe nikah yetkisine de bu açıdan bakınız)

Bu makaleler bize, tarihi belirtilmemekle birlikte, Tanzimat döneminde herkesin kendi hukuku ile yaşama düşüncesinin; “Cenab-ı Hakka çok şükür ki yalnız Edirne’de teşkil olunan cemaat-i İslamiyye…” adı altında denendiğini, ancak; yöneticilerin cemaat telakkilerinin aslında “… siyasi bir mahiyeti haiz bir nevi natamam bir devlet…” olduğunun anlaşılması ve dolayısıyla mahzurlarının ortaya çıkması sebebiyle projeden vazgeçildiğini göstermektedir.

***

Bir milletin yöneticileri tarih şuuru sahibi olmalıdırlar. Ancak tarih şuuru sadece bilmek değil tarihten ders almaktır.

Türk Milleti; tarihin sayfalarında yer almış tartışmaları bugüne taşıyanları, tarihe ideolojik pencereden bakan ve -sanki intikam almak için- milletini iki asır geriye götürenleri hiç ama hiç affetmeyecektir.

 

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar