TARİKATLAR VE ALEVİLİK ÜZERİNE DR. ABDÜLKADİR SEZGİNLE BİR SÖYLEŞİ

SORU: Hocam öncelikle röportaj isteğimizi kırmadığınız için Yeni Ufuk ailesi olarak teşekkür ederiz. Röportaja geçmeden önce kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz? ABDÜLKADİR SEZGİN(AS): 1948 yılında doğdum, Yozgatlıyım. İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunuyum. Talebeliğim sırasında âşıklıkla ve tiyatroyla uğraştım. Saz çaldım, sahneye çıktım, türkü söyledim. Yayınlanmış bir de, çok kötü baskılı bir kitabım […]


Paylaşın:

SORU: Hocam öncelikle röportaj isteğimizi kırmadığınız için Yeni Ufuk ailesi olarak teşekkür ederiz. Röportaja geçmeden önce kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

ABDÜLKADİR SEZGİN(AS): 1948 yılında doğdum, Yozgatlıyım. İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunuyum. Talebeliğim sırasında âşıklıkla ve tiyatroyla uğraştım. Saz çaldım, sahneye çıktım, türkü söyledim. Yayınlanmış bir de, çok kötü baskılı bir kitabım var âşıklıkla ilgili. Sonra tiyatroyla meşgul oldum.

Necip Fazıl’ın “Sultan Abdülhamit” adlı oyununda başrol oynadım. 200 kadar temsil verdik Türkiye genelinde…  Daha sonra o zamanların Üniversite öğrenci kuruluşları olan 3 federasyon yapısı içerisinde örgüt vardı:

Millî Türk Talebe Birliği, Türkiye Millî Talebe Federasyonu ve Yüksek İslâm Enstitüleri Talebe Federasyonu.

Aynı anda üçünün de Tiyatro müdürlüğünü yaptım. Böyle bir sanat tarafımız vardı. Mesleğe döndüğümde, sazı bıraktım çocuklar çalıyorlar artık. Meslek dediğim de Şehzade Camii’nin Cuma Hatipliği ile başladım.

Eskiden Cuma ve Bayram hutbelerini okuyan adamlar farklı olurdu. Hutbeleri kendileri yazar, kendileri okurdu. Ben ona bir şey ekledim, kendim yazıp kendim okuduğum hutbeleri bir de teksir edip -elimde federasyonlar var ya, teksir makineleri var- çoğaltıp cemaate dağıtıyordum. Bu sebeple de, köşe yazarlarından bir kısmı hutbelerimi yayınladılar o dönemde. O zaman Yüksek İslam Enstitüsü üçüncü sınıf talebesi idim.

Böyle bir geçmişten geliyorum ben. Kırk yıldan fazla kamu da çalıştım, üç yıla yakın -iki buçuk yıl- öğretmenliğim var. Onun dışındaki görevin tamamı Diyanet’te geçti. Devlet arşivlerinde,  Cumhurbaşkanlığı arşivinde, T. Büyük Millet Meclis arşivinde, özel arşivlerde filan da çalışmalar yaptım.

Önce Ankara Üniversitesi TİT Enstitüsü’de yüksek lisans, daha sonra da, İstanbul Üniversitesi SB Enstitüsü’nde doktora yapma imkanı buldum.

1972 yılında Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde müftü iken Alevi köyünde bir problemle karşılaşmışım, bunlarla ilgili ‘Aleviler ne kadar gavur’ ya da ‘bizden ne kadar uzak’ diye, yola çıkmışım sonunda ‘Aleviler bizim kadar Türk ve Müslüman’ noktasına gelmişim.

Doktora tezimi 10 ilde, on bin denekle yaptım. Bazı bölümlerini çıkartarak maalesef kötü bir yayın evinde yayınladım.  Şimdi ben bir taraftan ilahiyat kökenli bir adam ama öbür taraftan da iyi kötü bir sosyal yapı-sosyal değişme, alanında, sosyoloji doktorası yapmış bir adamım.

Bunların dışında bir takım şeylerde olması lazım diye baktık din sosyolojisi değil din psikolojisi değil n’apalım?

Din stratejisi okuyalım dedik. Ve Din stratejisiyle ilgili düşünceler yapalım geliştirelim derken, onun için bir merkez kurduk Teo-Strateji Araştırmaları Merkezi, onun başkanlığını yapıyorum. Bir kaç akademisyen arkadaşımız var. Bir tane yabancı var danışmanlığımızı yapan. Arkadaşlarım daha çok İslam Dünyasını saran problemlerle uğraşıyorlar; Selefilik, Vehhabilik, İşidcilik… Onlarla uğraşıyorlar. Bunların ideolojik yapısı nedir, nerden geliyor, nasıl geliyorlar uğraşıyorlar. Ben de farklı alanlarda ufak tefek katkılarda bulunmaya çalışıyorum ama hep birlikte bir şeyler yapmayı düşünüyoruz. Türkiye’de Din Stratejisi alanında çalışan yok. Şimdi İslam Dünyasını sarsan ve de İslam dünyasındaki coğrafyayı değiştirmeyi hedefleyen uygulamalı bir problemle karşı karşıyayız.

 Kafamızı ne kadar yorsak boşuna mı diye de düşündüğümüzde oluyor. Müslümanlık bu kadar İslam Dünyasının tamamında geri kalmış olamaz. Bir yerden bir gerçek ışığın çıkması lazımdır. Henüz o ışıktan haberimiz yok gibi görünüyor. Geçen yüzyılda daha iyi adamlar vardı, öyle düşünüyorum.

SORU: Hocam bu çalışmalarınız ışığında Alevilik ve Aleviliğin tarihi serüveni hakkında biraz bilgi verir misiniz?

AS: Alevi kelimesi İslam Dünyasında ortak bir anlam ifade ediyordu. Türkiye bunun dışında kaldı. 1950 sonrasından bu tarafa başlayarak Alevi kelimesi hangi İslam ülkesine giderseniz gidin, “ben Aleviyim” derseniz birisine ‘Kimin çocuklarındansınız? Hz. Hasan’ın mı Hz. Hüseyin’in mi? Kimin soyundan geliyorsunuz?’ derler.

Alevi, Evlâd-ı Ali’ye mensup olmak demektir.

Bütün Osmanlı arşivleri böyle diyor, 1950’ye kadar kitaplar böyle diyor. O gün Alevi dediklerimiz geçmişimizde Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlı köylü demektir. Buna bir kısım Besim Atalay gibi edebiyat tarihçileri ‘Köy Bektaşiliği’ diyor, bir kısım yaygın olarak köy kısmının kullandığı isimleri de ‘Kızılbaş’tır. Bunların bilinen hala devam eden ismi Kızılbaş’tır.

Kızılbaşlık, Hacı Bektaşi Veli’ye bağlı tarikatın köylerdeki uygulama biçimidir. Tarım toplumuna göre, hayvancılık ve tarım ile meşgul olan köylüye göre geliştirilmiş bir tarikattır.

Kışın iş yokken tarikatla ilgili hizmetler görülür. Tarikatçılık kıştan kışa yapılır. İlkbahar, yaz, sonbaharda Cem olmaz, ayin olmaz. Bunun haftalık, aylık, yıllık toplantısı olmaz. Çünkü köyde dergâh yoktur. Yani köyde sürekli toplanabilecek birlikte yapılabilecek bir şey yoktur. Çünkü her köyde Dede yoktur. Dede sayısı belli…

 Daha 13. yüzyıldan itibaren hangi ailenin hangi bölgelerde dedelik yapacağı prensibe bağlanmış. Herkesin elinde dedelerinden kalan belge var. Diyor ki sen şu, şu, şu oymaklara gideceksin, şu köylerin çevresine, sen şunlara gideceksin. O bölgelerde yetkili. Bu yetkiyi veren de ya Hacı Bektaşi Veli ya da onun bölgesel başkanlarından birisi. Yani bu o dönemden belli olmuş.

Diyelim ki Yozgat da bir Alevi köy var, Yozgat da hiç dede yok. Yozgat’a dede Çelebilerden gelir. Yani Hacı Bektaş soyundan. Hacı Bektaş ile oturan ve bütün dedelerin de başı olan, piri sayılan, ya o adamlar gelir, ya da onlar gelemeyecek olursa dedelerden herhangi birinin müsait olanına git derler, bizim adımıza oradaki ayinleri, işleri yaptır. Her yerde de dede olmadığına göre, o zaman bunların da belli bir organizasyon sistemi içinde yapılması gerekir.

Bir kere bir şeyi bilmemiz lazım. Alevi ve Sünni kelimesini yan yana kullanan adam Türk kültürünü bilmeyen, ya cahil, ya yobaz, ya da kötü niyetli bir adamdır.

Ülkemizde inançları şöyle sayıyorlar; “Lazı, Çerkezi, Kürdü, Ermenisi, Rumu, Alevisi ve Sünnisi’…

Alevi ve Sünni birbirinin zıddıymış, birbirinin muhalifiymiş, farklıymış gibi gösteriyorlar. Hâlbuki Türkiye’de Aleviyim diyen insan, abdestinden cenaze namazına kadar, nikâhından aklınıza gelen bütün ibadetlerini Hanefi’ye göre yapar. Ama tarikata giriş töreninde “ikrar ayini denir” ona. İkrar ayininde şu cümleleri söyler:

‘Allah’ın kuluyum,  Muhammed aleyhisselamın ümmetiyim, Aliyel Murteza’nın bendesiyim, İmam-ı Caferi Sadık’ın mezhebindenim.’ der. Fakat İmam-ı Cafer Sadık zamanında ne İmam-ı Cafer Sadık mezhep kurmuş ne de mezhep var. İslam tarihinde ilk kurulan mezhep Hanefi Mezhebi’dir.

Hanefi Mezhebi, İmamı-ı Caferi’nin devrinde kurulmuştur. İmam-ı Azam ve öteki imamlar, İmam-ı Şafi, Hanbeli, Malik de Caferi’nin talebeleri olmuşlardır.

O zaman Şiilik var mı? Yok. Caferi mezhebi var mı? Yok.

Caferilik bir buçuk iki asır sonra kuruldu. Dolayısıyla niye bunu derler? Yol dediğimizde bugün daha kolay anlatıyoruz. Bulvar diye bir şey var. Geniş cadde değil mi? En büyük caddeleri otoban, otoban ayrı bir şey ama. Otoban var, bulvar var, cadde var, sokak var. Bunların her birinin adları ayrılmış gibi değil mi?

Şeriat yol demek, tarikat yol demek, mezhep yol demek, sünnet yol demek. Ama nasıl yollar bunlar?

Söylediğim gibi; otoban, bulvar, cadde, sokak gibi. Yunus ne diyor:

Şeriat, tarikat yoldur varana”.

Bu yola gitmeyen adam için yolun kıymeti var mı?

Dünya’nın en güzel yolu olsun, adam o tarafa dönüp hiç bakmamış, nereye gittiğini merak etmemiş, oradan da geçmemiş, o yolun ne kıymeti var ona. Önemli olan, insanların yolunu bilmesidir.

Bu yol nereye gidiyor? Bu yol hakka giden bir yoldur. Dosdoğru yoldur.

Bu, Alevilik dediğimiz organizasyon bir tarikattır. Bütün tarikatlar gibi bir tek amacı vardır: İnsanların doğru adam, doğru insan olmasını sağlamaktır. Yani, bütün tarikatlar, yaygın halk eğitim kurumu olarak hizmet gördü. Bir tek amaçları var;  “insanı kâmil” denilen bu doğru adam yetiştirmektir.

Bunun da en kısa tarifini Hacı Bektaşi Veli yapmıştır: ‘Eline, diline, beline sahip olmak’

“Eline, diline, beline sahip olma”nın bütün tarikatlarda olduğu gibi tarikatçılar, sûfiler çift dil kullanırlardı. Birisi zahir dili; açıktan, görünen, bilinen, herkesin anladığı dil. Birisi bâtın dili. Bâtın dilini anlayanlar bilir.

Efendim felsefe diliyle herhalde fizik kitabı okunmaz, psikoloji kitabı da okunmaz öyle değil mi? Bu ikisinin de dili ayrı ama ikisinin de aynı kelimeleri kullanarak ayrı bir dil anlamlandırırlar.

Eline, diline, beline sahip olmayı ben şimdilik zahiren anlatıyorum:

Eline sahip olmak, hani şu elimiz var ya, elimize sahip olmaktır. Elimizle kimseyi incitmeyecek, darıltmayacak ve canını yakmayacağız. Elimizi harama uzatmayacağız. Kimsenin malını, canını almayacağız. Bizim olmayana el uzatmayacağız, demektir.

Peki dilimize sahip olmak? Hani şu boğazın içine girmeden ağzın içindeki dil yok mu? Ona sahip olmaktır. Haram yemeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, küfür etmeyeceksin. Onunla işlenen günahları yapmayacaksın.

Beline sahip olmak, gayri meşru ilişki bulunmayacaksın.

Zahirden herkesin anladığı bu…

Bâtın kısmında ne?

El, (şimd “il” olarak telaffuz ediyoruz) hangi anlama geliyor? Memleket. Nerelisin? Hangi eldensin? Yâd ellerde işin ne, derken söylediğimiz memleket yok mu? İşte bu eli’ne sahip olacaksın. Bunun için de vatanı koruyacaksın. Seveceksin ve koruyacaksın. Elinin, memleketinin yadlara, yabancılara verilmesine fırsat vermeyeceksin.

Diline sahip olmak, konuştuğun dile sahip olacaksın. Ve Türkçeyi konuşacaksın. Şimdi Selçuklulara bakın; Farsçayı resmi dil kabul etmişler. Kısa bir süre de olsa herkes Farsça yazıyor, söylüyor.

Selçuklu tahtında bir boşluk olduğunda Karamanoğlu Mehmet Bey, 13.yüzyılda tahta geçiyor. Ne yapıyor adam? İlk çıkardığı kanunda:

‘Bundan böyle dergâhta, bârgâhta Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır’ diyor.

Türkçe dili dışındaki dillerin devlet diline sokulmamasını emrediyor. İşte kaç yüzyıl geçmiş 13. yüzyıldan 21. yüzyıla? İşte bu kadar yıldır, bu kanunun çıkışını Dil Bayramı diye kutluyoruz.

Beline sahip olmaksa bâtında; soyuna sahip olmaktır. Soyu senin soyundan olmayanla evlenmeyeceksin, demektir. Onun için Aleviler Türkmen olduğunu bilmediği hiç kimseye kız vermezler, kızını da almazlardı.

Bu ilkelerle hareket eden bir toplumu, üstelik başlarında bağlı oldukları adamların da en büyüğü kim?

–  Ahmet Yesevi. Hacı Bektaş, Ahmet Yesevi’nin dervişi değil mi? Talebesi değil mi?

Ahmet Yesevi tarikat ilkelerini ‘Fakirname’ diye bir risale yazdı. Fakirname risalesini Prof. Dr. Kemal Eraslan İstanbul Üniversitesi’nde hocayken 1972 yılında Türkçe’ye tercüme etti ve fakültesindeki Türk Dili Dergisi’nde yayınladı. Daha sonra ne başka kimse yayınladı ne kitapçık haline geldi.

“Tarikat ilkeleri; dört kapı kırk makam nedir? Nerden geliyor, nasıl uygulanır, ne olur?” Onları anlatıyor.

Fakat şuandaki yol ve erkân Hoca Ahmet Yesevi’nin koyduğu şekilde mi? Hayır. Onun 3. Halifesi Süleyman Hâkim Ata diye bir adam var. Süleyman Hâkim Ata, kendisi Ahmet Yesevi’nin postuna 3. oturan adam. Ahmet Yesevi vefat etmiş sonra birisi gelmiş, sonra birisi gelmiş, 3.sü Süleyman Hâkim Ata.

Süleyman Hâkim Ata kendi “Pir”liği döneminde, Yesevi postuna otururken “DÖRT KAPI” dediği birincisi ŞERİAT, biri TARİKAT, biri MARİFET, biri HAKİKAT.

Tasavvufun genel kabul ettiği temel ilkeler. Bu Yesevi’den öteki tarikatlara geçmiş bir şeydir. Bunların da her birinin on makamı vardır. On ayrı başlığı vardır. Bu başlıklar arasında değişiklikler, birleşmeler ve yeni başlıklar açmış, sayıyı arttırmamak için bazılarını birleştirmiş Süleyman Hâkim Ata.

Bu Hacı Bektaş’a kadar devam etmiş, Hacı Bektaş da Yesevi’nin öğretisinde dört kapısındaki değişiklikleri muhafaza ederek, öbür maddelere, makam maddeleri dediğimiz maddelerde birleştirmeler ve düzenlemeler yapmıştır. Onun dışında da hiç kimse dokunmamıştır bu ilkelere. Tarikat ilkelerine, zahiri nedir batıni denir? Efendim tarikat kısmı nedir? Makalat’ında  bu dört kapıya göre usul nediri yazmış. Her şey açık olarak yazmış.

Makalat’ın, tercümeleri içinde en doğrusu, merhum Esat Coşan’ın yayınladığı “Doçentlik Takdim Tezi”dir. Hem birikim seviyesi olarak yüksektir hem de hoca daha doğru bir adamdır. Çünkü kendisi de felsefe dili; tasavvuf dili bildiği için daha doğru tercüme yapmıştır.  Bir sürü Diyanet de dâhil olmak üzere, Diyanet Vakfı falan Makalat’lar yayınladılar ama bugüne kadar yayınlanmış, piyasaya çıkmış kitapların en iyisi; en doğru nakledileni Hacı Bektaş Makalat’ının, Esat Coşan’ın kitabıdır.

Dolayısıyla bugüne geldiğimizde Alevilik, tarikatların kapatılmasıyla birlikte sadece Alevilik değil bütün tarikatlarda zaten Albülhakim Arvasi’nin bir mahkemede söylediği söz var. O da Nakşi şeyhi biliyorsunuz. Seyyid Peygamber soyundan,  Ankara Bağlum’da yatıyor Seyyid Abdülhakim Arvasi.

Hâkim, tarikatçılık yaptığını falan filan anlatınca, diyor ki; “tarikatlar kendiliğinden çoktan kapandı”. Bu gördükleriniz diyor, ‘tarikatın gölgesidir, görünmüyor, gerçek tarikat yok piyasada.’ diyor.

Cumhuriyet’in 1925’te yaptığı, kendini korumak için zaten ortadan kalmış olan tarikatları kapatmak olmuştur.

– Ne zamana kadar kendi yasakları ile geldi?

1950’de çok partili hayata geçinceye kadar tarikatçılarda kıpırdanma yok doğru dürüst. Evet, bu tarihe kadar, bizim de tarikatımız var, dervişimiz olsun, şeyhlik yapalım merakında olan adam yok.

–  Niye 1950’de birdenbire ne oldu? Demokrasiyle mi oldu? Hayır. Orda da birazcık İnkılap Tarihi bilgisi vereyim size.

 İkinci Dünya Savaşı bitmiş, artık dünya düzelme formlarına giriyor Amerikalı bir heyet gelip milli şef İsmet Paşa’yı; Reisicumhur Hazretlerini ziyaret ediyor.

Amerikalılar diyorlar ki, “biz Rusların sizi sıkıştırdığını Erzurum’u, Kars’ı ve Boğazları istediğini biliyoruz. Merak etmeyin sizi NATO’ya alacağız ve koruyacağız. İzin verirseniz ülkenizde toplum yapısında bir takım sıkıntılar oluşmuş, bunları tespit edelim, size bildirelim; bunları düzeltin”. ABD Dolarını çıkartıp üzerinde ki “biz Allah’a inanıyoruz“  yazısını cumhurbaşkanına gösteriyorlar, biz de sizler gibi inananlardanız, sizi Sovyetlere karşı koruyacağız, gibi sözler de ediyorlar.

Bunun üzerine İsmet Paşa’nın da oluruyla 1947 yılında 300 civarında uzman Amerikalı geliyor. Hani IMF’nin bize gelen heyetleri vardı ya…

Türkiye’nin sosyolojik, kültürel, dini, ahlaki, ekonomik hayatını inceliyorlar. Diyorlar ki İsmet Paşa’ya; “dindar insanlar kendilerine önderlik edecek din görevlisinin yetişmediğini” üzüntüyle anlatıyorlar. Lütfen bunlara okul açın. “Din adamınız kendi mektebinizde yetişsin, halkınızın kültürüyle yetişsin. İkincisi bu İslam Dünyası’nın tamamında Arapça okunan ezanı Türkçeleştirmişsiniz. Halk bundan da mustarip… Bunu da değiştirin” diyorlar.

Ekonomik olarak şunları şunları yapın, kültürel olarak şunları yapın diyorlar, bir liste veriyorlar, bununla ilgili daha önceden yayınlanmış bir kaç tane kitap var piyasada. Şu anda adını hatırlamıyorum, hatırlasam birkaç tane örnek söylerdim.

1947’de bunu getirip rapor ilgililere teslim ediyorlar. Onların bir kısmında hemen yapılabilecekleri yapıyorlar.1949 yılında Ankara’da İlahiyat Fakültesi’ni açıyorlar. Eğitim programları yetişmediği için İmam Hatip kursu açılıyor. 1950’nin baharında Demokrat Parti seçimi kazanınca, ezanı Arapçaya çevirme şansı Demokrat Parti’ye nasip oluyor. İyi değil mi? Ama Demokrat Parti’nin kuruluşunda da çok hoş bir hatıra var:

 Celal Bayar başkanlığında parti kurucuları Cumhurbaşkanlığına çıkıyorlar, ziyaret ediyorlar, “parti kurduk Paşa’m” diye arz ediyorlar.

İsmet Paşa soruyor: ‘- Celal Bey, siyasi partiler yelpazesinde partinizin yeri neresi?’

Celal Bayar cevap veriyor: ‘Cumhuriyet Halk Partisinden bir karış solda Paşa’m.’ diyor.

İsmet Paşa: Daha fazla sola gitmeyin, daha fazlası tehlikelidir, diyor İsmet Paşa,  enteresan değil mi?

Bir sürü kitapta var bunlar.  İşte CHP’den bir karış fazla soldaki parti, oldu muhafazakâr parti…

Şimdi böyle bir noktada gelen rejim neydi?

– Çok partili parlamenter sistem…

Bu sistemin bütün dünyada iki temel ayağı var. Bunlar,  çok partili parlamenter sistemin olmazsa olmazıdır:

  • Eğitilmiş toplum olacak,
  • Örgütlü toplum olacak.

1950’de eğitimli toplumu oluşturacak kaç vakıf veya dernek vardı? Çok az… Peki, sivil toplum örgütü?

– Sıfır.

Haaaa… Onun yerini almak üzere yasaklanmış tarikatların eski mensuplarının torunları, hayatta olan çocukları hemen hem örgütlü toplumu hem de eğitimli toplumu temsil eden adamlar olarak Demokrat Parti’ye dâhil oldular.

O günden sonra tarikatçılık resmen yasak, fiilen serbest bir gayri meşru çocuk olarak büyüdü.

Yoksa tarikatların bugüne kadar geldiği gelişmeyi sağlamak mümkün değildi. Şimdi başbakanı, cumhurbaşkanı filan ile falan yere gittiğinde, şeyhi ziyaret ediyor, onunla fotoğraf vermeyi önemsiyorlar. Bunun da kaynağı merhum Menderes’ti.

Her seçim öncesi Said Nursi ve bir kaç şeyhle de, ama Said Nursi’ye mutlaka her seçim öncesi gitmiş, adam nerde hapisteyse veya sürgündeyse fotoğraf çekilmiş. Hapis ve sürgünü en çok Menderes zamanında yaşamış Said Nursi. Belki de tamamına yakını… Oo zaman Isparta’da, Afyon’da bilmem nerde, şurada burada sürgünde…

Hapishaneye veya sürgünde yaşadığı yere gidiyor, yanında da partinin gazetecilerini götürüyor, ‘Efendim sayın başbakanımız büyük İslam alimi Said Nursi ile görüştü.’ diye birlikte konuşurken bir fotoğrafını veriyorlar.

– Vay be Müslüman başbakan gitmiş, hoca efendiyi ziyaret etmiş diyorlar. Ama o mahkûm ettirdi veya sürdü diyen hiç kimse yok.

İşte buralardan gele gele artık herkes 90 yaşındaki Mahmut Hoca’nın dizinin dibinde resim çektiriyor. Ya da menzilden kalan, kaça bölündüyse tarikat, onların yanında, ya da falan yerdeki filan efendinin çocuğuyla resim çektiren büyüklerimiz var.

Bu çok kötü bir tarikat yozlaşması ve tarikatın da dinin de toplumun ve ahlakın da dejenere edildiği bir anlayış olmalıdır.

Onun için, diğer tarikatlarla beraber Alevilik de bu güne gelişinde buradan pay almış olmalıdır. !950 sonrasında, diğer tarikatlarla birlikte Alevi lideriyim diyenlerin çoğu Demokrat Partili milletvekili çocuğu veya yakınları…

Fakat 27 Mayıs olunca 1960 ihtilali, sanki maçta devre arası, hakem düdük çalmış gibi sağı bırakıp sola geçti bunlar. Ortaya geçtiler. O Menderesçi olanlar sola geçtiler. Solcular sağa, sağcılar sala geçtiler. Saha değişmiş oldu böylelikle.

Ve Alevilik çıkışı 1950 ‘deki o hareketlerle birlikte şehre gelen, milletvekili olan, okumuş yazmış, üniversite bitirmiş, Galatasaray okumuş, Boğaziçi okumuş Alevi çocuklarının, ya da tarikatçıların çocuklarının karmasıyla oluşan yeni bir kültür var.

Bu bir yozlaşma kültürüdür, bir bozulmadır.

Tarih, kültür ve tarikat diliyle yol ve erkân dediğimiz bu yolun kuralları unutulmuş, sadece şekil olarak biliniyor, bir tek folkloru kalmış.

İşte ne kadar dönen adam varsa Mevlevi sayılıyorlar. İşte Sultan Ahmet’in sıradan Cafe’lerinde, haklı eğlendirmek için beyaz fistan giymiş, Semazen falan diye dönen adamlar bu kültür yozlaşmasından nasip alanlar olmalıdır.

Semazenlik, Mevlevi dervişleri içerisinde, uzmanlaşmış bir gruba mahsus bir sıfat olmalıdır. Her Mevlevi dönmez. Kaldı ki bu dönenler “para kazanmak” için ”sanatçılık” yapıyorlar, dervişlikle falan ilgileri yok.

Şimdi sünnet törenlerinden, Muhafazakâr (!)  İslamcı düğünlerine semazen kıyafetliler geliyor. Düğünde oynamak günahya “adam oynamıyor, sema dönüyor efendim”, diyorlar.

Nerden dönüyor, neye dönüyor, kime dönüyor? Belli değil tabi.

Onun için bugünkü tarikatlara bakarken, olanları birazcık insanı eğlendiren, güldüren, dinlendiren şovmenler gibi görüyorum. Öyle örnekler var ki devlet kurumlarında da tarikatlarla ilgi seminerler verdiğim oldu Genelkurmay, iç işleri bakanlığı, kaymakamlar kursu, başkalarına da konferans veya seminerler verdim orda da bir takım şeyler anlattım açık seçik.

Bu alanda öyle şeyhler türedi ki sadece “kadınları cennete gönderiyor, onun için sadece kadın dervişleri”ne hizmet verenler türemişti.

 Öyle adam vardı ki, öldü gitti Kırıkkale’de, “Nakşi” olduğunu söyleyen bir zat, bir adam tarikata girmek isterse adam, hanımıyla beraber geliyor, “hanımı güzel olanları tarikata alıyor”du. Böyle bir şey olabilir mi?

Bunları tarikat diye koruduk, devlet korudu bunları, para kazandırdı, etrafına insanlar biriktirdi. Evliya dediler bunlara, bunların evliyalıkla hiçbir ilgisi yok, soytarılık bunlar.

 Onun için bugünkü tarikatlar en iyisi dâhil, hangisiyse o, kendi klasik yolundan dışarı çıkmış, nerde yürüdüğünü bilmeyen bir sürü insandan oluşuyor.

Diyelim ki Esat Coşan, rahmetli, benim sevdiğim bir adam, hürmet ettiğim bir bilgin, Buhara’lı olmakla; Türklük’le övünen bir adam. Avusturalya’da vefat etti. Türk tasavvuf geleneğinde, din büyükleri ve “şeyhler vefat ettiği yere defnedilir”.

Bizimkiler iktidarda diye Süleymaniye Camii haziresine defnedilmek üzere cenazeyi İstanbul’a getirdiler. Allah büyük, bakanlardan bir kısmı kararnameyi imzalamadı. Ona da Süleymaniye Camii haziresine defin nasip olmadı.

Ben o günlerde bir yazı yazdım, ‘Tasavvufta böyle bir kural vardır. Şeyhlik yapmış kişiler hangi toprakta ölürse orda defnedilir. Bulundukları yerde bu “Türk Evliyası” diye yüzlerce yıl İslam’a hizmet eder, orda İslam’ın gelişmesini sağlar, ne olur getirmeyin Türkiye’ye’ diye yazı yazdım. Bu doğru bir bakıştı.

Eğer Avustralya’da kalsaydı bir Türk Evliyası, şeyh olarak bilinen bir adamın orda mezarının olması, İslam tebliğcisi olarak yüzlerce imamdan daha etkili olabilirdi.

Eyüp’te nerde olduğunu bilemiyorum mezarının. Onun için biz hem tasavvufta yolumuzu, erkânımızı, geleneğimizin büyük bölümünü kaybettik. Sadece şekli bir takım unsurlar var. Ben Türkiye’deki şeyhlerin çok önemli bir kısmını tanırım. Allah hepsine selamet versin, sağlık afiyet versin ama meşruiyet olmadan bu iş olmaz. Çünkü bugün tarikatlar doğru adam yetiştirmek için uğraşmıyorlar, ekonomik kuruluşlar olarak görülüyorlar. Yolları erkânları etrafında alkışlayan dua eden adamları artsın diye bir gayret içindeler. Ben böyle görüyorum. Kendisine hizmet eden, elini öpen adam sayısı artsın diye bakıyorlar.

Tarikatçılık bu değil. Allah Kuran’da ‘Dosdoğru ol’ diyor; ‘Emredildiğin gibi dosdoğru ol.’ Başka bir şey istemiyor.

Nasıl emredildiysen öylece ol, dosdoğru ol, sonra adam ol, yalan söyleme, haram yeme, cennete gidersin iyi adamsın sen diyor. Yalan ve haram. Ötekiler daha sonraki şeyler. Yalan söylemeyen tarikatçı mutlaka vardır ama nerde olduğunu ben bilemiyorum.

Aleviler de bu tarikatlardan biridir. Bütün kurallarını unutmuşlar mı? Hayır. Şekli unsurları biliyorlar. Ama 1970’de 80’de Kuran-ı Kerim’i okuyan Dede’ler biliyordum. Şimdi Kuran-ı Kerim’i okumayı bilen Dede kalmadığını zannediyorum. Duaların Arapçasını okuyorlardı, Cem Vakfı’nın gayretiyle artık o duaların uydurma Türkçesini okuyorlar.

Kuran ayeti okurlardı Cem toplantılarında, şimdi mealleri okuyorlar, hem de l kimin tercüme ettiği belli olmayan, anlamı doğru mu, eğri mi belli olmayan meallerden okuyorlar. Mealiyle namaz kılmak gibidir bu. Mealiyle namaz kılınır mı? Mealiyle namaz, ne olduğu bilinmeyen mealiyle yapılan dua olur mu?

Hangi anlama geliyor, hangi dile göre tercüme etmiş, çünkü Kuran’ın dili Allah’ın Peygambere hitap dilidir. Peygamber bunu anlar, ne dediyse anlar, Allah onu öyle eğitmiş, yetiştirmiş değil mi? Öyle kabul ediyoruz değil mi?

Onun dışında Kur’an’da öyle kelimeler öyle ifadeler var ki, matematik dili var, kimya dili var, bilmem ne dili var, psikoloji dili var, sosyoloji dili var, fıkıh dili var.

Adam fıkıh okumuş, matematikten anlar mı? Diyelim ki 2, 3, 4 Arapçada (isneyn, selase, erbaa)  Kuran öyle demiyor o kelimeleri biraz farklı söylüyor. Adam 2, 3, 4 diye tercüme etmiş, iki üzeri iki, üç üzeri üç, dört üzeri dördü. Bunu doğru anlamak ve anlatmak nasıl mümkün olur?

Bu rakamlar birbirini tutuyor mu? Dört üzeri dört 256, yanlış hatırlamıyorsam, 4 dersen 256 ile arasında 252 hata var demektir.

Kuran insanlara sadece abdest almayı, oruç tutmayı, namaz kılmayı öğreten bir ibadetten bahsetmiyor. Sadece bir ibadet kitabı değil o. Bize Hz. Âdem’den bugüne kadar, Hz. Muhammed’e kadar olan hem hikâyeyi anlatıyor; insanlığın hikâyesini, hem onlardan dersler ve örnekler veriyor, hem de bir takım talimatlar veriyor.

İman esaslarıyla, başkalarıyla, toplumsal hayatla, ekonomiyle, sosyal hayatla ilgili hükümler yok mu?

O zaman birbirinden farklı bilimsel ve teknik dilleri Kuran içeriyor. Sadece fıkıh okuyan, sadece Kelam okuyan, sadece tefsir okuyan bir adam, Arapçayı iyi biliyor diye Kur’an tercümesi yazmaya kalkması ne kadar doğrudur? Kaldı ki, hiç Arapça bilmeden Meal yazmış insandan bahsedenleri de biliyoruz.

Türkçeyi iyi bilen herkes dilin farklı bilimlere göre kullanımını ve terimlerini bilebiliyor mu? Yok, öyle bir şey…

Ben bunu Allah rahmet eylesin, Erol Güngör’ün bir kitabında fark ettim. “İslam Tasavvufunun Meseleleri” diye bir kitabı var. Onun, ilk baskısını almış ve çok keyiflenerek okumuştum. Giriş bölümünde diyor ki, “ben bu kitabın sonuna sûfilerin kitaplarından okuma parçaları koymak istedim. Piyasadan da tercüme edilmiş bir sürü kitap da var, eski sûfilerden, onlardan halkın anlayabileceği metinleri seçeyim, koyayım diye uğraştım, okuduğum parçalar beni tatmin etmedi, orijinalleri ile (Arapçalarıyla) karşılaştırdım bu adamlar fıkıh diliyle tercüme ettikleri için bu sûfilerin anlattıkları dışında kendi dünya görüşlerini yazmışlar”, diyor.

O zaman fark ettim ki, fıkıh diliyle, tasavvuf dili birbirini tutmuyorsa, farklı bilim dalları da birbirinden ayrı olur. Felsefe lügatiyle herhalde dini metin çözülemez, çözemezsiniz. O da tasavvuf dili gibi ince manalar ifade eder, derindir. Felsefe düşünceye dayanır, bunlara rağmen bir şey ifade etmez.

Bu sebeple de biz Türkiye’de dinin dilini kaybettik. Bir başka şey, bizde din adamı dini ne kadar biliyor?

Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan iki zat, başkan olmadan önce, bir dergide makaleler yazdılar. İlahiyat profesörlerinin neredeyse önemli imza sahipleri de bu dergide yazılar yazdı. Bir tek meseleyi anlatmak için: “Kuran tarihsel metin midir, değil midir?”

Çoğunluğu tarihsel metin diyordu. Şu ayet tarihsel metindir, şu tarihsel metindir. Yani “bizi bugün ilgilendirmiyor” diye yazılar yazmışlardı.

Birisi derginin, hem sahibi, hem genel müdürlüğünü yaptı. Yani “Kuran tarihsel metin midir değil midir, tartışmasını çıkaran adamın İslam âlimi olarak topluma sunulmasını, doğrusu çok sağlıklı bir görüş olarak görmüyorum

Onun için “din adamı öncelikle dini bilecek, dünyayı bilecek, bir de dünya görüşü olacak.”

Türkiye’deki din adamlarının yaklaşık %98’i henüz köylü olduğu için, köylü mantalitesiyle medeni metinler ve medeni yorumlar yapılsa bile anlaşılamaz.

Köy kültürü ile yetişmiş; şehirlileşmesini tamamlayamamış insan, medeniyeti; yani şehir kültürünü nasıl kavrayabilir?

Köy, sosyolojik anlamda, tarım ve hayvancılık merkezli daha dar, daha az gelişmiş bir toplumdur.

Şehirli sosyal, psiko-sosyal ve kültürel yapısı içinde yetişmiş insanla aynı anlayışı taşıyabilir mi? Köylü kafa yapısıyla Ayasofya’yı anlamak mümkün olmayabilir.

Bugün şehirde bulunan ve ilahiyat profesörü olan köylülerin, büyük adam olmaları, kurum kuruluşlarda, şu unvanı taşıyor olmaları, bunların dini bildikleri, dünyayı tanıdıkları ve bir dünya görüşüyle din yorumladıkları söylenemez.

O zaman dini bilen, dünyayı bilen ve dünya görüşleri olan, medeni; şehirli kâmil adamlar yetiştirmemiz gerekmiyor mu?

(Devam edecek)

Yayınlandığı yer: Yeni Ufuk dergisi, Aralık 2015, Sayı:17

Yazar

Abdülkadir Sezgin

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar