Yükleniyor...
Bugünün ahval ve şeraiti içinde Türk milliyetçileri:
Ya pergelin sivri ucunu merkeze koyup diğer ayağını mümkün olduğu kadar açarak milletin tamamını içine alacak bir daire çizecek ve böylece ilk planda Türkiye Türklüğünün birliğini gerçekleştirecekler,
Ya da hiçbir şey yapmayıp küresel güçlerin planlarına teslim olacaklardır.[i]
***
12 Eylül 1980 Türk milli hayatında önemli bir tarih eşiğidir. Bu tarihten itibaren gelişen olaylarla, Türk milletinin hayat çizgisi önemli değişiklere uğramış, gelecekteki değişikliklerin de tohumları atılmıştır.
O dönemin karar vericilerinin aldıkları birtakım kararlar sonucunda toplumun algısı ve özellikle de insanların birbiri ile ilişkilerinde farklılaşma başlamıştır. Özetle ve kısaca; Banker Faciası olarak bilinen faiz çılgınlığı ve arkasından serbest piyasa ekonomisine geçiş olarak değerlendirilebilecek tercihler artık Türk’ün ve Müslüman’ın duruşunu, hayatla ilişkisini yeniden düzenlemesini zorlamış dolayısıyla toplumsal yapıda radikal değişiklikler yaşanmıştır.
Bu farklılaşma siyasi ve sosyal hayatta da kendisini göstermiş, kazanmak için yapılabilecek her şeyin yapılabilmesinin karşılık bulmasının önü açılmıştır. Bu bağlamda en önemli husus siyasi hayattaki “dindar siyasetçi popülizmi”dir.
İlk farklılaşmadaki sürece benzer bir durum da 2002 sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu süreçte “ileri demokrasi” söylemleri her yanlışın her kötünün her eksikliğin karşısına mucize reçete olarak sunulmaktadır.
Yaşanan yeni süreç de ilki gibi çok hızlı bir şekilde yaşanmaktadır. Bugün; Milletin tanımı üzerinde tartışmalar yapılmakta, milli devletten ortaklık devletine doğru doludizgin geçiş yapılmakta, bütün bunlar olurken de Milletin yaşantısı, algıları ve kabulleri yönetilmektedir. Bir proje dâhilindeki operasyonlar bütün eziciliği ile devam etmektedir.
Türk milletinin toplumsal seyrüseferindeki rota değişimi ya da daha doğru ifade ile dönüşümü, çok fark edilir bir durumdadır. Toplum, bugünü, 80 öncesine ve sonrasına göre çok farklı bir çizgide yaşamaktadır[ii].
Milletin rotasını tekrar eski yönüne döndürmek mümkün müdür? Elbette ki hayır. Hem, her iki sürecin de çok hızlı yaşanması dolayısıyla bünye üzerinde kalıcı etkiler yapmış olması, hem de insan hayatındaki değişimleri tekrar başa sardırmanın suyu tersine akıtmak gibi olması açısından mümkün değildir. Ayrıca böyle bir çaba gereksizdir de.
Akılcı olan, bugün yarına hazırlık olduğuna göre, yarınların daha emin ve daha güvenilir olması için “o halde ne yapılmalıdır?” sorusuna cevap aramak olmalıdır.
Türk milliyetçilerinin gerek tarihinden getirdiği birikim, gerekse bu dönüşüm süreçlerinin üzerlerindeki etkilerinin konuşulması, yapılması gerekenlerin başında gelmektedir. Hayatın akışı içinde çok da fark edilmeden önemli değişikliklere sebep olan bu hususlar üzerinde düşünülmelidir. “Şimdi zamanı mıdır?” evet, tam zamanıdır, hatta zaman geçmektedir bile…
Türk Milliyetçiliğine yakıştırılan sıfatlar…
Bir minvalden olmak üzere bazı kavramlara yeniden bakılmalıdır. Özellikle, Türk milliyetçisinden kendisini tarif etmesi istenildiğinde genellikle; “sağcı, muhafazakâr ve mukaddesatçı” kavramları bazen birer birer bazen hepsi birlikte kullanılmaktadır. Bu kavramlar üzerinde yeniden düşünülmesinin elzem olduğu kanaatini taşıyorum.
Sağcılık
Öncelikle Türk milliyetçiliğine yakıştırılan sağcılık tanımlaması üzerinde düşünmek gerekir. Böyle bir tarif; Sibirya’nın steplerindeki ya da Avrupa’nın herhangi bir yerinde, ABD veya Afrika’daki yahut Kutuplardaki bir Türk’ün tırnağına taş değdiğinde canı acıyacak olanların tarafının çok önemli olmaması gerekirken, Türkiye Türklüğünün bir kısmı için bile dışlayıcı anlam taşımaktadır.
Türk milliyetçiliği “ben Türk’üm” diyen ya da “Ne Mutlu Türküm diyene” ifadesinde kendisini bulan herkesle birlikte olabilmek durumundadır. Bu hem geniş manada Türklüğün hem de dar anlamda siyasetin bir gerekliliğidir. Ve böyle olduğuna dair insanları ikna edecek söylemleri ve davranışları da geliştirmek zorundadır.
12 Eylül öncesinin siyasi ve toplumsal şartları artık değişmiştir. Bu hususta Galip Erdem’in “Suçlamalar 1, Sağcılık-Faşizm” kitabının içeriği bir yana sadece ismi bile bu düşünceleri destekler mahiyettedir. Sağcılık; o günlerin şartlarında solcu-sosyalist-komünist tehdit ve tehlikeler karşısında alınan bir tavır içinde, karşıdakilerin Türk milliyetçilerine yakıştırdığı bir konumdur. Genellikle aşırı sağcı suçlamaları karşısında savunma pozisyonudur ve Türk milliyetçilerinin tercihi de değildir.
Muhafazakârlık
Bizim dilimize batıdan geçen bir kavramdır ve sözlük anlamı “tutuculuk” olmakla birlikte bir siyasi ideoloji olarak değerlendirilmektedir. Bu kavram için ideolojik değerlendirme Batı medeniyeti içinde kast edilen anlamıyla tam yerine otursa da Türk ya da İslam medeniyeti için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir.
Bunu bir örnekle açmak yerinde olacaktır. Muhafazakârlık “… insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, radikal değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasi projeleri reddederek ılımlı ve tedrici değişimi savunan ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stili, bir fikir geleneği ve bir siyasi ideoloji”dir (Özipek, Köprü Dergisi). Bu tanımdaki anahtar fikirler “aklın ve bilginin sınırlılığı ile dini temel alan siyaset”tir.
Elbette Yaradan’a nispetle insan aklı ve bilgisi sınırlıdır fakat burada üzerinde fikir yürütülen insan ve insan ilişkileridir dolayısıyla sadece ve tek başına insan ile insanın toplumsal ilişkileri değerlendirildiğinde böyle bir sınırlılık ortadan kalkacaktır. Özellikle, “dini temel alan siyaset” yaklaşımı ve tanımı başlı başına üzerinde durulacak bir husus olarak başka bir yazı konusudur ki bu husus aşağıda -çok yüzeysel de olsa- değineceğimiz tehlikeleri içermektedir. Dolayısıyla muhafazakârlığın ideolojik olarak bizim medeniyetimizde karşılık bulması mümkün görünmemektedir.
Ancak bu yazının maksadı muhafazakârlığı, Türk milliyetçiliği ve büyük çoğunluğu Müslüman olan Türk Milleti açısından değerlendirmektir.
Muhafazakârlık ve muhafazakâr denildiğinde, Türk toplumunda genel olarak siyaset-din ilişkisi ve dindar bir insan akla gelmektedir. Bu algı da çoğunlukla “milli ve manevi değerlere önem veren veya muhafaza eden” şeklinde izah edilmeye çalışılır. Milli değerlere önem vermek ya da muhafaza etmek için muhafazakâr olmak değil Türk olmak ya da daha özel olarak Türk milliyetçisi olmak yeterlidir. Gelenekler, kültür ya da medeniyeti oluşturan her unsur; doğa, çevre ve özellikle insan korunmalı, sakınılmalı ve üzerine titrenmeli değil midir? Hayatın doğal akışı içinde değişmesi gereken(ler) için de Türk milletinin ölçülerini bilmek, bu ölçülere dikkat etmek yeterli olmayacak mıdır? Ve bunlar için ayrıca muhafazakâr olmak niçin gerekli olmak durumundadır?
Manevi değerlerden kasıt –ki genellikle böyledir- yüce Dinimize ait olan değerler ise, öncelikle bunların neler olabileceği üzerinde konuşmak gerekir. Hiç konuşmadan bile “bu değerleri korumak için sadece Müslüman olmak kâfidir” hükmü hiç de yanlış değildir. Ayrıca muhafazakâr olmak lüzumsuz hale gelmektedir.
Eğer muhafazakârlığı siyasette belirleyici ve ayırıcı olarak kullanacaksak bu iki açıdan sakıncalıdır.
Birincisi toplumun belli bir kesimini dışarıda bırakan bir söylem olur ki bu siyasetin doğasına aykırı bir durumdur. İkincisi ve hayati derecede öneme haiz olan husus da siyasetin dinin temel alınarak yapılmasıdır. Eğer gerçekten dinle ilişki kurularak siyaset yapılacak olursa bu yönelim toplum hayatı için çok büyük bir tehlike arz eder. Çünkü özellikle dini sahadaki en küçük ayrım bile daha sonra uzun yıllar sürecek çatışmalara dönüşebilecek bir zemindir. Böyle bir zeminde siyasetin doğasındaki rekabet ve insanın doğasındaki ihtiras birleştiğinde neler olabileceğini tahmin etmek çok zor değildir. Aklıselim sahibi hiçbir siyasetçinin bunu arzu edeceği düşünülemez.
Mukaddesatçılık
Kutsal sayılan inanç ve davranışlar anlamına gelen bir ifadedir. Diyanet İşleri Başkanlığının internet sitesinde “Dinimizce kutsal kabul edilen değerler” olarak verilmektedir. Her ne kadar “kabul edilmek” muğlak bir ifade gibi gelse de Dinimizin kendisinin ifade edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla böyle bir tanımlamada da muhafazakârlıkla ilgili yaklaşımlarla çok benzer bir durum arz etmektedir.
Bu tanımlardan hareketle bir Müslüman’ın “muhafazakâr Müslüman” ya da” “mukaddesatçı Müslüman” olması kadar garip bir durum olamaz.
Bir Türk milliyetçisi için de aynı durum söz konusudur. Muhafazakâr Türk milliyetçisi olunamaz. Türk milliyetçisi; hem ilerici hem gelişmeci hem de muasır medeniyeti hedefleyen atılımcıdır.
Son söz
Bir Türk milliyetçisi kendisini tanımlarken; ufkunu ve hitap ettiği kitleyi daraltacak herhangi bir sıfat kullanması hiçbir şekilde doğru değildir. Bu sıfatlardan arınıldığında hem daha özgür olunacak hem de millet yahut ümmet kendi içinde tasnife tabi tutulmamış olacaktır.
Her tasnif farklılaşmayı, her farklılaşma her an kutuplaşmayı getirecek bir zemindir. Kutuplaşmalar da kavganın ve dolayısıyla ayrılığın sebebi olabilecek ihtilaflardır ki Türk milliyetçileri ve Türk milletinin geçmişinde bunların acı tecrübeleri mevcuttur.
Özipek BERAT Köprü Dergisi, Kış 2007, S 97
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=822
[i] Türk Milliyetçiliğinin Bugünkü Meseleleri başlıklı yazımın giriş cümleleridir. Bu düşüncelerin kaleme alınma sebebi olduğundan aynen alınmıştır. http://www.millidusunce.net/index.php?option=com_content&view=article&id=1565:tuerk-milliyetciliinin-buguenkue-meseleleri&catid=35:hakan-paksoy&Itemid=110
[ii] Bu konudaki daha geniş değerlendirmeler “Türk Milleti ve Türk Milliyetçilerindeki Eksen Kayması” başlıklı yazımda yapılmıştır. http://www.millidusunce.net/index.php?option=com_content&view=article&id=181:tuerk-milleti-ve-tuerk-milliyetcilerindeki-eksen-kaymas-&catid=35:hakan-paksoy&Itemid=110