Yükleniyor...
Seçtiğimiz sözcükler, üslubumuz, tavrımız özümüzü yansıtır. İçimizde ne varsa dışımıza o çıkar. Kötü ruh ve kötü düşünce dile yansır. Dil bozuldukça düşünce ve ruh kararır. Böylece oluşan kötücül sarmal bir kartopu gibi büyür ve genele yayılır. Bugün dikkat çekici bir üslup, dil ve tavır bozukluğu ile karşı karşıyayız. Eski zamanlarda ancak avamda, eğitim, kültür bakımından daha düşük düzeyde olanda görülen çirkin üslup genele yayılmış görünmektedir.
Eğitim, bilgi, kültür bakımından toplum piramidinin tabanının yukarısını örnek alması, onlar gibi olmaya çalışması, kendini yükseltmek istemesi yerine piramidin yukarısında olması beklenenlerin, tabanın hal ve tavırlarını benimsediği görülmektedir. Bozuk davranış ve sözler “Halka inmek” sloganı altında meşrulaştırılmaktadır.
Mikrofon uzatılıp fikirleri sorulmaya değer bulunanların büyük bölümü, Meclis’e girerek milleti temsil edenlerin bir kısmı, eğitimci kimliği ile sözü dinlenir kişilerin bazıları vb. avam olmayan, olmaması beklenen kişilerde de bozuk üslup ve tavırlar görülebilmektedir. Bu durum yaşamın her kesimine yayılmaktadır.
Sakil bir üslupla sarf edilen sözler, bel altı ifadeler, hakaretler, fikri eleştiri ve fikri savunma yerine “Sen şöylesin, sen böylesin” şeklinde bağlamından kopuk sokak kavgalarına yaraşır tavırlar sıklıkla görülür olmuştur. Ulu Önder Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutkunda söylediği “Türk milletinin karakteri yüksektir” tanımlamasından çok uzak bir tablo yaşanmaktadır. Toplumun her kesiminde “Yüksek karakter” özellikleri içinde yer alması mümkün olmayan davranışlar görülmektedir. Örneğin çalışmayı sevmemek, tembellik, örneğin emeksiz çıkar beklemek, örneğin bedavaya, kaba tabir ile avantaya çok meyilli olmak ve bu bedava için onur dâhil her ödünü vermekten çekinmemek ve örneğin yukarıda da değinilen sokak ağzı ile hakaret dolu ifadeler ile konuşmayı marifet sanmak. Hele ki bu bozuk üslubun kadınlar arasında da görülmesi tabloyu daha da düşündürücü hale getirmektedir. Değil bir kadının böyle bir tavır içinde olması, kadının olduğu yerde görgünün, saygının, vakarın daha yüksek olması beklenir. Ancak dehşetle görülmektedir ki o en sağlam kale de yıkılmaya yüz tutmaktadır.
Televizyonlarda hediye dağıtılan yarışma türü programlara bakıldığında katılan vatandaşların bunlara sahip olmak için yalvar yakar hallere geldiği, en olmayacak davranışları sergiledikleri, bedavaya sahip olmak istedikleri o nesneyi aslında onurları ile takas ettikleri görülmektedir.
Peki, Atatürk’ün heyecanla, coşkuyla dile getirdiği “Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir” diye tanımladığı Türk Milleti nerede? Atatürk inanmadığı sözü söyleyecek kişi değildir. Bugünün tabiri ile “Tribünlere oynamak” gibi bir kaygısı olamaz. Her şeyden önce o bir askerdir ve askerliğin doğasında tribünlere oynamak olamaz. Nitekim “Ben, bu kadar yıllık yükseköğrenim gördükten, sosyal ve uygar hayatı inceledikten sonra neden halk seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar”[1] sözleri de milletini yükseltmek istediğinin, eğitim, bilgi, kültür bakımından kendi olduğu noktada görmek istediğinin ve Türk milletinde bu potansiyeli gördüğünün kanıtıdır.
Çoğu Türkçü’nün gönlünde sönmeyen Türklük ateşini ilk yakan Nihâl Atsız’ın Bozkurtlar romanındaki Türk milleti de tam Atatürk’ün tasvir ettiği gibidir. Değil üç beş kuruşluk bir nesne ile onurunu takas etmek; kendini aşan yüce bir ülkü uğruna bir an düşünmeden canını veren ve en büyük mutluluğu bunda bulan bir millet resmi çizilmektedir. Evet, bu bir romandır, okurda heyecan yaratmayı amaçlamıştır ancak Atsız bir tarihçidir. Üstelik kendisini sevmeyenlerin, fikirlerine karşı olanların bile bilgisine saygı duyduğu bir kişidir. Tarihi bir gerçekliği o olağanüstü, büyüleyici üslubu ile roman haline getirmiştir. Peki, Bozkurtlar romanındaki o Türk milleti nerede?
Daha sekizinci yüzyılda Bilge Kağan milletini “Türk milleti, kendine gel ve pişman ol!”[2] diye sert bir dil ile uyardığına göre demek ki Türk milleti zaman zaman yolunu şaşırmakta, ancak son raddeye varınca toparlanıp kendine gelmektedir. Demek ki Türk milletinin özü, mayası aslında sağlam olmakla birlikte dönem dönem bozulmakta, dibe vurduktan sonra mucizevi kurtuluşların destanını yazarak tarihteki ebedi yolculuğuna devam etmektedir. Şüphesiz ki Türk milleti “Yüksek karakter özelliklerine” özünde sahiptir. Ana Yurttan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlara, Balkanlardan Kafkas’ya, Kuzey Afrika’ya uzanan egemenlik sahasında yüzlerce yıl hâkim olduğu yerlerde yaşayan yerli topluluklarla bir arada barış içinde yaşamasının nedenlerinden biri de bu yüksek karakter olsa gerektir. Bu karakterin içinde adaletli yönetim anlayışının da etkisi büyüktür.
Türk milletinin özünde yüksek karakter özelliklerine sahip oluşunun bir diğer işaretini de Japon ulusuna duyduğu sevgide görmek mümkündür. Japonların onurlarını her şeyin üstünde tutan hallerine, zarara yol açacak bir hata işlediklerinde canlarına kıyacak kadar gururlu olmalarına ya da en basitinden kalabalık mekânlarda itişip hır gür çıkarmak yerine uygar bir şekilde sıraya girerek sabırla beklemelerine hayran olmaları belki de özlerinde var olan ancak unuttukları güzelliklere, yüksek karakter özelliklerine, kaliteye duydukları özlemin bir yansımasıdır.
Bir sokak röportajı sırasında keşfedilen ve “Mersinli Cihangir” olarak tanınan bir kişi var. Asıl adı Cihangir Göktaş. Kim bilir hangi travmaları, kederleri yaşayarak dengesini kaybetmiş bir insan. Anlamsız ama gülünç konuşmalar yaptığı için kısa sürede tanındı ve sosyal medyada hatırı sayılır bir takipçi kitlesine ulaştı. Göktaş her ne kadar dengesini yitirmiş olsa da halinde tavrında, üslubunda bir güzellik var. Konuşmalarından anlaşılıyor ki tok gözlü bir kişi. Görgülü bir kişi, mütevazı bir kişi. Oturmasında, kalkmasında, davranışlarındaki küçük ayrıntılarda başkalık olan bir kişi. Konuşmasında bir anlam bütünlüğü olmasa da kelimeleri doğru telaffuz eden, akıcı konuşan, düzgün konuşan bir kişi. Ona sahip çıkan esnaf dilediği yerden dilediği kadar ihtiyacı olan ürünleri alabileceğini söylemesine rağmen Göktaş’ın bu denilen yerlere çok seyrek gittiği, karşılıksız, emeksiz herhangi bir şeye sahip olmak istemediği anlaşılıyor. Bedavaya düşkün olmadığı, hatta bundan rahatsız olduğu görülüyor. Youtube’daki videolarının altına yapılan takipçi yorumlarına bakıldığında Göktaş’ın tüm bu özelliklerinin övüldüğü, yüceltildiği, ne kadar soylu bir karakter olduğu yönünde değerlendirmeler yapıldığı görülüyor. Türk milleti özünde taşıdığı ancak zaman zaman yitirdiği kimi güzel özellikleri halen yaşatan Göktaş’a sahip çıkıyor, bağrına basıyor. Belki de dengesini kaybedenin aslında Göktaş değil, kendisi olduğu gerçeğini görüyor. Adındaki “Dünyanın büyük bir bölümünü savaşarak ele geçiren” anlamı ile Türk milletinin tarihi vasfına işaret eden Cihangir Göktaş milletine unuttuğu özünü hatırlatan bir ayna tutmaktadır belki de.
Türk milleti Bilge Kağan’ın “Kendine gel ve pişman ol!” uyarısını ve Atatürk’ün “Karakteri yüksek” tanımı ile işaret ettiği değerleri hatırladığında ait olduğu, özlemini çektiği yüksek makama ulaşacaktır.
[1] Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2011, s.62
[2] Ahmet Bican Ercilasun, Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları, Dergah Yayınları, İstanbul, 2016, s.521