Türkistan… Uluğ Türkistan…

İki tane Türkistan ismi var önümüzde. Birincisi şehir, ikincisi Türklerin yurdu olan Orta Asya’daki geniş coğrafya.


Paylaşın:

İki tane Türkistan ismi var önümüzde. Birincisi şehir, ikincisi Türklerin yurdu olan Orta Asya’daki geniş coğrafya.

Türkistan şehri. Türk dünyasının manevî başşehri. Eski adı Yesi. Üniversitede Hoca Ahmed Yesevî’nin adını ilk duyduğumuzda şehrin adını da “Yesi” olarak öğrenmiştik. Zaten Ahmed Yesevî ismi ne demekti? Yesili Ahmed. Şehrine nisbet. Son yıllarda şehrin adı “Türkistan” olarak karşımıza çıktı. Türkistan adı bütün Türklerin atayurdu olarak bilinen diyarlar değil miydi? Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilhak ettiği kısmına “Doğu Türkistan” deriz, SSCB’nin işgal ettiği ve 1991’de bağımsızlıklarına kavuşan Türk devletlerinin olduğu bölgeye “Batı Türkistan.” Bu suni bölünmeleri göz ardı ederek bütün o coğrafyaya, hatta “Uluğ Türkistan” demişizdir. Şimdi neden küçük bir kasabanın adı oldu? “Ahmed Yesevî “Hazret-i Türkistan” diye de bilindiğinden onun yaşayıp vefat ettiği, türbesinin bulunduğu şehre Türkistan adı verilmiştir” diye düşünsek?… Fakat Yesevî’ye “Pir-i Türkistan, Hazret-i Türkistan” derken “sadece o kasabanın piri” demek mi istenmiştir? Nüfuz dairesi sadece orasıyla mı sınırlıdır? O bütün Orta Asya Türklerinin piri, hocası, mürşidi değil miydi? Hatta Küçük Asya’nın? Hatta Balkanların? Hem Türkistan coğrafyasının sınırlarını, hem Ahmed Yesevî’nin nüfuzunun sınırlarını daraltmak değil midir bu? Bir art niyet mi var? Ayrıca karışıklığa sebep oluyor yazıp söylerken. Diğer şehirlerin sadece adını söylemek yeterken, Semerkant, Buhara, Bakü, İstanbul…. burada ister istemez “Türkistan şehri” demek zorunda kalıyoruz. Sadece Türkistan desek, muhatabımız şehri mi, 6 milyon kilometrekarelik coğrafyayı mı kasettiğimizi anlayamıyor. Bu isim değişikliği neden, kadim Yesi şehrinin adı niçin Türkistan oldu… diye kara kara düşünürken ciddi kaynaklardan öğrendim ki, bu değişiklik benim şüphelendiğim gibi SSCB döneminde olmuş değil! Ülke 1991’e kadar demirperde gerisinde olduğu için biz demek ki bazı şeyleri geç öğrendik. Anlaşıldığına göre, bizler fakültede Ahmed Yesevî ile ilk tanıştığımızda da şehrin adı “Türkistan” imiş. Biz değişikliğin farkına demirperde kaldırıldıktan sonra varmışız. Bu değişiklik Rus hakimiyeti döneminde de olmuş değil. Çok daha öncesine tarihleniyor. Ruslar bu bölgeye 1864’te el koymuşlar. Prof. Dr. Abdulvahap Kara’dan gelen bilgiye göre Yesi şehrinin adı Kazan hanı Esim Han döneminde 1598’de Türkistan oldu. O zaman şehir hanlığın başşehri idi. Bu değişikliğe sebep Hazret-i Türkistan’nın orada olması, böylece başkentin siyasî ve manevî önemini arttırmaktı. Dr. Hayati Bice’den gelen bilgiler de bu doğrultuda: “Yesi’nin Türkistan adlandırılması Sovyet öncesi. Onyedinci, onsekizinci asırlara ait haritalarda bütün bölgenin Türkistan olarak adlandırıldığı görülüyor. 1926 yılına gelindiğinde bütün Türkistan isimleri evraklardan yokedilmiş, sadece bu kasaba kalmış.” Avrasya Yazarlar Birliği’nin önceki başkanı, 2024’te rahmetli olan Dr. Yakup Ömeroğlu’nun Yesevi’nin Şehri Yesi’ye Dair isimli, şehrin öncesini ve hâlihazırını çok güzel anlatan kitabındaki bilgi şöyle: “Türkistan şehrinin adı onbeşinci asrın sonuna kadar hâlâ Yesi’dir. Onaltıncı asırda Yesi’ye yer yer Türkistan denilmeye başlanır ve onyedinci yüzyıla gelindiğinde artık bütün kaynaklarda Yesi’den Türkistan diye bahsedilecektir.” Rusya’ya ilk giden Amerikalı diplomat olan, aynı zamanda İstanbul’da başkonosolos olarak da görev yapan Eugene Schuyler’in 1876’da basılan Turkistan isimli eserinde de şehrin adı Türkistan olarak geçmekte. Bütün bu bilgilerden sonra anlaşılıyor ki, Hoca Ahmed Yesevî Pir-i Türkistan, Hâce-i Türkistan sıfatlarıyla ululandığından ötürü onun şehri de kaç asırdır “Türkistan” adıyla anılır olmuştur. Kısacası bu isimlendirmede, benim şüphelendiğim gibi bir “Rus oyunu” yoktur.

Farabi

Ruslar şehri 1864’te kuşatır ve türbe topçu ateşiyle onbir yerinden darbe alır. İşgal ordusu, şehir teslim olmazsa türbeyi yıkacakları tehdidinde bulununca Türkistan şehri teslim bayrağını çeker. O yıl Çarlık Rusyası’nın Rus olmayan milletlere katliam yılıdır, büyük Çerkes sürgünü de 1864’te başlar. İstanbul tahtında Sultan Abdülaziz vardır. Amerika’da İç Savaş devam etmektedir. Jules Verne Arzın Merkezine Seyahat romanını o yıl yayınlamıştır.

Orta Asya şehirleri arasında Türkistan şehrinin tarih boyunca önemli bir mevkisi var; hanlıklar arasında el değiştirmiş, tahta oturan her hanın gözü burada olmuş, hepsi de Türkistan’ın hakimiyetini ele geçirmek istemiştir. Bütün bunlara sebep de elbette Yesevî türbesinin mevcudiyeti, Hazret Sultan’ın manevî varlığı.

Türkistan 100.000 nüfuslu bir şehir. Hiç yüksek bina yok. En yüksek bina herhalde Ahmed Yesevî Üniversitesi’nin binaları. Onlar da geniş araziye yayıldığı için yüksek görünmeyen, altı yedi  katlı binalar. Bozkırın ortasında yemyeşil hale getirilmiş, çok bakımlı bir kampüsü var. Timurlu mimarisine selâm duran firuze kubbeler… Kazakistanlı, Özbekistanlı, Türkiyeli öğrenciler kolkola giriyorlar, çıkıyorlar. Albayrağımızla, Kazakistan’ın gök renkli bayrağı yanyana dalgalanıyor.

Üniversitenin kampüsü de şehrin yeni bölgesinde. Eski şehri görmek istedik. Kuanyiş Bazar’ı tavsiye ettiler. Burası mahalli halk ile dopdolu cıvıl cıvıl bir çarşı. Labirent misali dar sokaklar, kiminin üstü tentelerle kapalı, kiminin açık. Aklınıza gelebilecek her şey belli bir düzen içinde satılıyor.  Labirentin bir sokağından girdiniz mi artık kapılıp gidiyorsunuz. Burası şekerciler, orası turşucular, ondan sonra ekmekçiler, ötede tuhafiyeciler, beride kumaşçılar, bir başka sokak elektronik eşya satanlar, bir başkası mutfak levazımatı, bir diğeri kırtasiye, öteki sebzeciler, meyveciler…. Üstü kapalı bölümde et ürünleri, süt ürünleri dükkânlarının sokakları… Saymakla bitmez! Taşkent’te gördüğümüz gibi üstü kapalı yanları açık yemekhâne misali lokanta, mangallarda cızır cızır pişen, dumanı tüten etler…

Bu kalabalık ortamda biz etrafımıza bakınırken, bir adam yanımıza yaklaştı. Tipimiz Kazak tipi değil, belli ki dışardanız! Çarşıya şuurlu bir alışverişe gelmediğimiz de biraz meraklı, biraz şaşkın tavırlarımızdan anlaşılıyor. Adam güleç bir yüzle boynuna asılı torbaya benzer iri bir çantanın fermuarını yarım açıp içini gösterdi. Aman! İçinde kucak dolusu renk renk banknotlar! Adamın el hareketini unutmak mümkün değil! Çok sevimli bir değiş tokuş, al ver hareketi. Al gülüm, ver gülüm… Gözlerinde soran bakışlar: “Para bozdurmaya mı ihtiyacınız var? Derhal!” Biz de gözlerimizle gülümseyip başımızla “hayır” dedik.  Seyyar döviz bürosu arkadaş çantanın fermuarını kapattı. Hiç konuşmadan anlaşmak budur! Halbuki bir gün önce Çimkent’te Kazak tengesi almak için girdiğimiz bankada nasıl da güvenlikçi bir bürokrasi uygulanmıştı?! Ciddî çehreli memur hanımlar, biri ötekine, öteki daha ötekine havale ederek… Sonunda teslim edilen tengeler ve iki sayfa resmî evrak… Bir çanta dolusu para getirmedik, topu topu 100 dolar bozduracağız. Bu açıkgöz arkadaş serbest piyasa ekonomisine çoktan geçmiş! Ne kâğıt israfı, ne zaman kaybı, al ver!

Bindiğimiz bir taksinin şöförü Özbek idi. Dili Türkiye Türkçesi’ne hayli yakın. Doktor olduğunu öğreniyoruz. Çocuk hastalıkları mütehassısı imiş. Hem şaşırıyoruz, hem üzülüyoruz. Sen o kadar oku, emek ver, sonra taksicilik yap! Bu duygularımızı belirten, yaptığı işi de küçümsemeden birkaç kelâm ettiğimizde… O bizi şaşırtıyor! “Ben çok memnunum.” diyor, “doktorluktan ayda 500 dolar maaş alıyordum, bu işte o parayı bir iki günde kazanıyorum. Birkaç tane daha böyle lüks arabam var, şöförler çalıştırıyorum. Benim hanım da doktor, hastanenin de başhekimi. Ailede doktorluk mesleğini hanıma bıraktım. İki evladım lisede. Onları da Amerika’da okutacağım inşallah.”

Bu da serbest piyasa ekonomisinin cilvelerinden.

Şehrin yeni mahallelerinde caddeler, iki yanı ağaçlandırılmış kaldırımlar çok geniş… Sık sık parklar, meydanlar çevreyi süslüyor. Ve ortalık çok temiz.

Bütün eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi burada da doğal gaz boruları başımızın üzerinden geçiyor!

Çimkent’te de, burada da kadınlardan temizlik işçileri çok fazla. Ellerinde uzun süpürgeler… Kazakistan’da kadın nüfus fazla gibi görünüyor. İstatistiklere bakınca arada öyle büyük bir fark yok, ama yollara, çarşılara bakınca var. Erkekler herhalde göze daha az görünür iş kollarında çalışıyorlar!

Sokaklarda gezerken Türkiye Türkçesi konuştuğumuzu duyanlar, yanımıza gelip Türkiye’ye, İstanbul’a sevgilerini anlattılar kaç defa. Telefon numaralarını verdiler, evlerine davet ettiler. Sokakta karşılaştıkları, iki kelime konuştukları “yabancılara…

Kim ne derse desin, Türk diyarı buralar, Uluğ Türkistan…

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar