Yükleniyor...
Bu yazı, Milli Düşünce Merkezi’nin 12 Eylül 2018’de düzenlediği
“426. Bilgi Şöleni- Suriye Ve Sığınmacılar Meselesi” başlıklı bilgi
şöleninde Ümit Özdağ’ın yaptığı konuşmanın çözümüdür.
Deşifre eden: Ayşenur Özgünseven
Editör: Kemal Eray Kurum
Sözlerime 12 Eylül ile başlamak istiyorum. 12 Eylül darbesi; sözde Atatürk ve Atatürkçülük adına gerçekleştirilmişti fakat asıl hedefi, Atatürk’ün devletin kuruluş felsefesi yaptığı Türk milliyetçiliğini devletten tasfiye etmek olmuştur. Bu anlamda, devletin kuruluş esaslarına ve Türk milliyetçiliğine çok boyutlu olarak zarar vermiş ve gerisinde tahribatlar bırakarak tarih sahnesinden silinmiş ama silinirken de ciddi yıpranmaya neden olmuş bir askeri darbedir. Bu heyetin çıkarmış olduğu son yasa tasarısının; Özal’a devredilen ama Özal’ın gerçekleştirmeye cesaret edemediği, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi olduğunu hatırlarsanız; 12 Eylül’ün aslında ne anlama geldiğini, başta Kenan Evren olmak üzere o kadronun zihniyetinin nasıl yanlış ve çarpık olduğunu görmüş olursunuz.
12 Eylül’ün üzerinden çok zaman geçti. Bugün ulaştığımız aşamada Türkiye, olağanüstü ağır ve çok boyutlu bir kriz yaşıyor. Biz Türkler Anadolu’ya geleli bin seneye yaklaşıyor. Ancak bu son bin sene içerisinde devletin ve milletin varlığını tehlikeye düşüren, üç büyük tehditle karşı karşıya kaldık. Bu tehditlerin birincisi, Haçlı Seferleridir. 1071’de Anadolu’ya geldik, 1083’te Anadolu’nun fethi tamamlandı. 1094’te Haçlı Seferleri başladı ve yüzlerce yıl sürdü. Anadolu’da fethettiğimiz bazı yerleri kaybettik, gerilemek zorunda kaldık. Sonra tekrar ilerledik. Malazgirt ile Anadolu’ya girmiştik; Miryokefalon ile Anadolu’ya Türk hâkimiyetinin mührünü vurduk.
Haçlı Seferleri çok uzun bir süre devam etti. Eğer Haçlı Seferleri başarılı olsaydı, Türkler Anadolu’dan çıkarılacaktı. Anadolu, o zamanlar Avrupa’nın parçası olarak görülüyordu. Avrupalının kafasındaki Avrupa sınırları, 1453’e kadar Doğu Anadolu’dan geçiyordu. Ancak, 1453’ten sonra Avrupalının tasavvurundaki sınırlar; İstanbul’a, boğazlara kadar çekilmiştir.
Türklüğün devlet ve millet olarak Anadolu’daki varlığı açısından ikinci büyük tehdit, Ankara Savaşı’nda Timur ve ordularına yenilmemizdir. Daha sonra ortaya çıkan, on senelik fetret devrimizde Avrupa, yeni bir Haçlı Ordusu organize edebilseydi; kendi içinde parça parça olmuş Türk Devleti, bunu göğüslemekte çok zorlanırdı. Ancak olmadı ve Türklüğün ve Türk devletinin Anadolu’daki varlığı güçlenerek devam etti.
Üçüncü tehdit, Mondros sürecidir. Bu tehdit İstiklal Harbi ile noktalanarak; Anadolu üzerindeki Türk hâkimiyeti vurgulanmış ve bir kez daha güvence altına alınmıştır. Ne yazık ki içinden geçtiğimiz dönemde, iktidarın sürdürmüş olduğu politikaların neticesinde üç krizi bir arada yaşıyoruz: Ağır bir devlet krizi, ağır bir ekonomik kriz ve ağır bir demografik kriz.
Ağır devlet krizi şu: -Sözde- başkanlık sistemi adı verilen ama siyaset bilimi literatüründe yeri olmayan bir sistemle bütün devlet mekanizması tek bir kişi üzerine kuruldu ve bu gerçekleşirken de devletin 1071’den beri gelen stratejik hafızası ve aklı tasfiye ediliyor. “1071’den bu yana gelen akıl” derken hiç abartmıyorum çünkü cumhuriyeti kuran kadrolar, devleti devraldıkları zaman özellikle 1774 (Küçük Kaynarca Antlaşması) sonrası geri çekilişteki bütün hataları tespit etmiş ve yeni kurulan devleti bu hatalara dikkat ederek kurmuşlardır.
Zaman içinde parlamenter sistemdeki devlet aklının erozyona uğradığını görüyorduk ama şimdi çok başka bir şeyle karşı karşıyayız. Devletin bütün taşıyıcı kolonlarının; önce Ergenekon, Balyoz gibi sahte davalarla çürütüldükten sonra şimdi de tasfiye edildiği günleri yaşıyoruz. Dün haberlerde duydunuz, varlık fonu adında bir fon var. Varlık fonunun başına cumhurbaşkanı, yardımcılığına da damadı geldi. Yani devletin varlığını da artık aileye devrediyorlar. İnanılabilir gibi değil! Sen cumhurbaşkanısın, bir devlette olunabilecek en yüksek makamdasın, daha varlık fonunun başında olmanın ne anlamı var! Üstelik fona atananları inceledik; içinde hiç fon yöneticisi yok. İçlerinde hiç fon yöneticisi olmadığını tespit edince bir arkadaşımız ifade etti; aslında fon da yok. Yalnızca isimden ibaret.
Devlet, sözde yeniden şekillendirilirken biat etmeyen, hala akılcı bürokratik, namuslu ve düzeni savunan bürokratlar hangi görüşten olursa olsun tasfiye ediliyorlar. Bir devlet krizi yaşıyoruz. Bu devlet krizini; Türk ekonomisinin, cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı en ağır ekonomik kriz destekliyor. Şu an bu salonda bulunanlar, değişik ekonomik krizleri, en son 2001 ekonomik krizi olmak üzere, yaşadı. Teğet geçti dediğimiz, 2009 ekonomik krizini de yaşadık. Ondan önceki ekonomik krizleri yaşayanlar da var. Ama bugün; daha önce yaşananlardan daha ağır, hem finansal hem reel sektörle ilgili 16 yıllık kötü yönetimin ve lale devri ekonomisinin bir sonucu, bir anlamda ekonomik yıkım olan bir süreç gerçekleşiyor. 2002-2003’ten beri; üretmeden, dış borçla tüketim üzerine kurulmuş bir anlayış var. Bu anlayışın bizi getirdiği noktada; merkez bankası stoklarında kullanılabilir 20-21 milyar dolar (bazı kaynaklara göreyse 27 milyar dolar) para; gelecek 12 ay boyunca ödenecek 220 milyar dolar borç var.
Bu ağır ekonomik krizde, enflasyon %17’ye çıkarken gıda ürünlerinin artışını ‰7 olarak gösteriyorlar. Enflasyonun artıp %17’ye çıktığı bir durumda, gıdada ‰ 7’lik bir artış olmaz. Zaten sonrasında gördük ki TÜİK, enflasyon rakamlarını ayın 10’u ile 20’si arasında alıyor. Ayın 10’u ile 20’si arası tatil olduğu için geçen ayın gıdadaki enflasyon artışı, enflasyon artışı istatistiklerine yansımadı. Yani %17 olarak hesaplanan gerçek enflasyon, geçen ay itibariyle %21-%22’lere yaklaşmış durumda. Bu sonbahar ve kışta daha çok artacak.
Enflasyon artarken döviz fiyatlarının da arttığını görüyoruz. İşsizlik zirve yapmış durumda. İşsizlere, toplu işten çıkartmalarla yeni işsizler ekleniyor ve iflaslarda peşi sıra geliyor. Erdoğan yönetiminin, bütün bunlara karşı şimdiye kadar aldığı en önemli önlemin “Bu da geçer yahu!” olduğunu görüyoruz. Geçeceğini biz de biliyoruz ama çok ağır bir şekilde, yıkarak geçiyor.
Bu ağır ekonomik krizden çıkılması için birinci yapılması gereken tasarruftur. Devletin bütün kaynaklarının, mantıklı bir şekilde tasarruf üzerine oturtulması gerekiyor. 2017 bütçe konuşmalarında, o zaman başbakan olan Binali Yıldırım, Mecliste şöyle dedi: “Devlette şatafat ve israf dönemi sona erecektir.” Bakın, bu bir itiraf. Demek ki devlette şatafat ve israf var. Bugün Erdoğan, Katar Emiri’nin yeni uçağını satın almış. Uçak, İstanbul Sabiha Gökçen’de. Haberlerde de gördük. Yirmi odalı bir uçan saray… Sonu yok! Biz tasarruf dedikçe bir üçüncü saraydan bahsediyor. Ekonomide en önemli şey güvendir. Güven olabilmesi için iş dünyasının, içeride ve dışarıda ekonominin başındaki kişiye güvenmesi gerekiyor. Bu çok önemli bir psikolojik etkendir. Ekonominin başında kim var? Damat var. Peki, özelliği ne? Neden ekonominin başında? Çünkü damat!
Bu yandaş basın; Londra’da bir buçuk milyar dolarla buluşma adı altında bir toplantı düzenlendiğini söyledi. Gerçekten de Damat Bey Londra’ya gitti. Dünyanın değişik yerlerinden gelen sermayedarlarla, yani trilyon doları temsil eden kişilerle, bir araya geldi. Fakat toplantının sonucu ile ilgili hiçbir şey ortaya çıkmadı. Yandaş basın da toplantıyı unuttu. Birazcık araştırdık ve gördük ki toplantıya katılanlar, damadın dünyadan kopukluğu karşısında korkuya kapılmışlar. Özetle; ekonomik krizden, Türkiye’nin bu anlayışla çıkma şansı yok.
Bu ekonomik kriz devam ederken; İdlib’te Türkiye’nin menfaatlerini göz ardı edip, fanatik bir selefi cihatçı yaklaşımın sonucu olan bir dış politika izledik. Bu durum, Türkiye’yi böyle ağır bir kriz yaşarken girmemesi gereken bir savaşında eşiğine getirdi. Ancak bugün benim sizlerle konuşmayı ve tartışmayı istediğim ana kriz, bu politik ve ekonomik krizden daha ağır bir kriz olan demografik krizdir.
2011’den beri Türkiye, bir kavimler göçü ile karşı karşıyadır. Resmi rakamlara göre 3.5 milyon Suriyeli, 2011 sonrasında Türkiye’ye gelmiş durumda. Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı, gayri resmi rakamlara göre 4 milyonun üzerindedir. Türkiye’nin belirli kentlerinde Suriyeliler, ya tamamen nüfus üstünlüğünü ele geçirdiler ya da nüfusun; %30-%35’ini oluşturmaya başlamışlar. Türkiye’ de yaşayan her 20 kişiden birisi, 3 buçuk milyon üzerinden hesaplarsak artık Suriyeli. Yirmide bir!.. 2040 yılında, 3 buçuk milyon üzerinden hesaplarsak 7 milyon 250 bin; 4 milyon üzerinden hesaplarsak 8 milyona yakın Suriyeli Arap, Türkiye’de yaşıyor olacak. Bu da her 13 kişiden birinin Suriyeli olacağı anlamına gelir.
Böyle bir demografik istila sonucunda: Birincisi; Türkiye’de bir milli devleti ayakta tutmanız mümkün olamaz. İkincisi; 2040 yılında Şanlıurfa, Gaziantep, Hatay, Kilis artık Türk kenti olmaktan çıkar. Adana ve Mersin yarı yarıya, Türk kimliğini yitirir.
Ortadoğu’da sık sık rastladığımız jeopolitik sarsıntılardan birinin gerçekleşmesi durumunda, bu coğrafyayı Türkiye’nin bir parçası olarak tutmanız mümkün olmaktan çıkar. Onun için bugün içinden geçtiğimiz süreç; Türk milletinin Anadolu’ya geldiği son bin senede karşı karşıya olduğu dördüncü tehdittir. Bu tehdidin karşısında, Türk milletinin çok büyük bir bölümü, bütün medya kaynaklarından farklı bir bilgi aktarılmasına rağmen sağduyusuyla tehlikeyi sezmiş durumdadır. Yapılan anketlerde görüyoruz ki seçmenin %84-85’i Suriyelilerin ülkelerine geri dönmelerini istiyor. Bu oran; İYİ parti seçmeninde %97, CHP seçmeninde %94, MHP seçmeninde %95, AKP seçmeninde %84 civarında. Araştırmayı Bilgi Üniversitesi yapmış.
Ne yazık ki Türk milletinin üzerinde uzlaştığı tek şey, Suriyelilerin ülkemizden gitmesi. Hiçbir konu üzerinde bu kadar uzlaşma yok. Bu uzlaşı; Erdoğan rejiminin, bütün kaynaklardan aksini millete empoze etmek istemesine rağmen, kendiliğinden oluşmaktadır. Hiçbir güçlü siyasi ve sürekli tavır geliştirilmemiş olmasına rağmen halk, bunu kendisi anladı ve bu tavrı ortaya koyuyor. Değişik kaynaklardan kamuoyu oluşturmak için “Bunlar zaten gitmezler. Dünyadaki bütün göçlerde gelenlerin %80’i göçme olarak gittiği yerde kalıyor. Siz onları orada tutun bizde size onların eğitimi için fon açalım.” Şeklinde, Türk milletinin bilinci Suriyelilerin Türkiye’de kalması üzerinde şekillendirilmeye çalışılmasına rağmen vatandaş, ferasetiyle bunu bulmuş durumda ve kalmamalılar diyor.
Şimdiki mesele vatandaşın bu haklı ve doğru; tespit, istek ve talebini, Türk siyasetinde doğru olarak temsil etmektir. İçinden geçtiğimiz dönemde, Türk milliyetçilerinin bir numaralı meselesi; Türkiye’nin demografik dengelerini ortadan kaldıran ve milli devleti tahrip edecek, devletin Türk kimliğini ortadan kaldıracak ve belirli coğrafyalarımızı -Şanlıurfa, Gaziantep gibi- Türk şehri olmaktan çıkaracak olan bu demografik istila, bu kavimler göçü karşısında tepki göstermek değilse nedir?
Ne yazık ki 2011’den şuana kadar, toplumun değişik kesimlerinde olduğu gibi, Türk milliyetçilerinin de etkin bir şekilde Suriyeli sığınmacılar meselesini politik bir alana taşıdığını görmedim. Bu konuda makaleler yazılmadı. Bu konuda çalışmalar, çalıştaylar düzenlenmedi. Konferanslar, paneller verilmedi. Yapmamız gereken şu; milli birliğimizi ve milli devletimizi savunacak politika seçenekleriyle Türk milletinin önüne çıkmak. Ben bu konuyu her dile getirdiğimde iktidarın bazı elemanlarının saldırısına maruz kalıyorum; ırkçı olmakla suçlanıyorum, Suriyeli düşmanı olmakla suçlanıyorum. Ben de diyorum ki; “Ben Suriyeli düşmanı değilim! Allah Suriyelilerin başına geleni hiçbir milletin başına vermesin. Allah milletleri böyle iç savaşlardan korusun.” Suriyelilere ancak acıyabiliriz, şefkat gösterebiliriz bu ayrı mesele. Ama bunu söylerken, şunu da bilmek zorundayız; kendi vatanları için savaşmayıp, vatanlarını terk edip bir başka vatana gelenle ben vatanımı paylaşmam. Ona Suriye’deki vatanını geri kazanması için yardımcı olmamız gerekiyor. Ve bize söylenilen “Suriyeliler burada kalırlar” yalanına rağmen ara sıra televizyonlarda Suriyeliler ile yapılan röportajlarda görüyorsunuz, belki de hayatlarında Suriye’yi hiç görmemiş çocuklar, Suriye’ye dönmek istediklerini söylüyorlar. Yani bir taraftan biz, bir taraftan da Suriyeliler manipüle ediliyorlar. Biz, Türk milliyetçileri olarak buna müsaade etmeyelim. Bizim eleştirdiğimiz, Erdoğan’ın Suriye politikasıdır. Bu politika, Türkiye’yi bir felakete sürüklüyor. Bu felaket sadece bugünü etkilemiyor; Türk milletinin geleceğini engelleme, Türk devletinin çıkarlarını tahrip etme ve Türkiye’yi felakete sürükleme anlamında yanlış bir politika ile karşı karşıyayız. Büyük bir ekonomik krizden bahsettik. Damat bu ekonomik krizin ilk günlerinde Çin’e gitti, geldi ve “üç buçuk milyar dolar bulduk” diye büyük bir müjde(!) verdi. Oysaki bulunan para, daha önce anlaşması yapılan projelerle ilgili ve projelere tahsis edilen 3 buçuk milyar dolar.
Peki, Suriyelilere 35 milyar doları nasıl harcadınız? Bakın; Suriyeli öğrenciler, Türk öğrencilerden daha olumlu şartlarda okullara alınıyorlar. Hastanelerde Türk vatandaşından daha olumlu şartlarda tedavi görüyorlar. Bunu nasıl kabul edip, doğru buluruz? Türk esnaf vergi ödüyor, Suriyeli esnaf vergi ödemiyor. Üstelik Suriyeli esnaf, başta sigara ve içki olmak üzere kaçak mal getiriyor ve satıyor. Türkiye’de kaybolmuş çocuk hastalıkları, Suriyelilerle birlikte yeniden doğuyor. Bu nasıl kabul edilebilir? Fuhuş; Suriyelilerin çok olduğu bir ilde, erkek çocuklarında 14 yaşına kadar düşmüş durumda. İstanbul’da Suriye mafyası, uyuşturucu sektörünü kontrol altına almış durumda. Bizim askerimiz, Suriye’de güvenlik sağlamak için savaşırken, mücadele ederken; İstanbul’daki nargile kafeler, aynı yaşta Suriyeli gençlerle dolu. Bunların hiçbirini problem saymıyorsak bizim için ne problem olacak?
Milliyetçiliğin bir hedefi olur. Tarih boyunca bunun bir tehdit boyutu olmuştur, bir de fırsat boyutu. Bugün Türk devletine, Anadolu üzerindeki milli devletimize, Anadolu’da Türk milletinin kompozisyonuna yönelik en büyük tehdidin; AKP’nin yanlış Suriyeli politikasının bir sonucu olarak, orada iç savaşı tahrik eden Suriyeli sığınmacılar olduğunu görüyoruz. Evet, Suriyelilere düşman değiliz ancak Erdoğan’ın Suriye politikasının, Türk milletinin aleyhine bir politika olduğunu ama yalnızca Türk milletinin aleyhine değil Suriyelilerin de aleyhinde bir politika olduğunu açık seçik görüyoruz. Ondan dolayı yapılması gereken şey; Türk ekonomisi, Türk sosyal sistemi, Türk eğitim sistemi ve bunlar kadar Türk zihniyet sistemi üzerinde bir yük olan bu kavimler göçü sona erdirilerek, Suriyelilerin Suriye’ye geri dönmesinin önü açılmalıdır.
Birçok ilahiyat fakültesi, Suriyeli ilahiyatçıya ders verdirmeye başladılar. Şimdi o fakültelerde öğrenciler arasında selefilik inancı hâkim olmaya başladı. Böyle bir kötülük, bu millete yapılabilir mi? Fakat yapıyorlar! Bir kısmının yaptığı bu kötülüğün, bir kısmı farkında bile değil. Haydi, onlar yapıyorlar; ya bizler yapılan bu kötülüğe karşı ne kadar fikri ve politik direnç gösteriyoruz?
Belirli kaynaklardan sponsorlu Suriyeli araştırmaları, ayrı ayrı yerlerden yayımlanıyor. Peki, gerçek durumu anlatan; Suriyeli sığınmacılarla ilgili milleti aydınlatacak kaç tane kaynak var. Ben söyleyeyim; bir tane… Bir tane kitap var! Bahadır Selim Dilek’in Kripto yayınlarından çıkan kitabı. Onun dışında hiçbir kaynak yok. Kaç tane panel düzenledik; üç tane. Bütün bunların dışında, Suriyeli sığınmacılar meselesi; siyaseten de AKP iktidarının en zayıf noktası. Çünkü bunu kendi tabanları da kabul etmiyor. Ne zaman bu konularda anketlerde rahatsızlık hissetseler, “Biz de geri yollayacağız.” diye bir söylem duyuyorsunuz ama bu doğru değil. Bu hafta sonu bir televizyon programında AKP’nin önde gelen bir milletvekili ve bir eski milletvekili -şu an başka görevi var- çıktılar ve “Büyük devlet, büyük nüfusla olunur. Suriye’den gelen bu nüfus da bize yardım edecek.” dediler. Suriyeli sığınmacıların, Türkiye’de kalmalarının, Türkiye’ye faydası olduğunu söyleyebilmek için ya cahil olmak lazım ya alçak olmak lazım; başka bir seçenek yok! Biz Suriyeliler geri dönsün deyince, “Ne o? Siz onları, kamyonların içine doldurup ateşin içine mi atacaksınız?” diyen alçakça bir demagoji kullanıyorlar. Hayır, hiçbirimizin böyle bir niyeti yok ama istediğimiz şu: Türkiye, Suriye’de barışa katkı yapsın; Suriye’de rejimle görüşmelere başlayın; son olarak Suriye rejimi, Suriye’nin güvenlik sağlanan alanlarına insanların geri dönmesi için görüşmelere başladı, biz de görüşmelere başlayalım.
İdlib ve PKK-PYD’nin kontrol altında tuttuğu bölge hariç, Suriye’nin tamamında Esad rejimi hâkimiyet kurdu. Şimdi vatandaşlarını geri çağırıyor. Bizim yapacağımız şeyse bu insanların geri dönmesinin önünü açmak ve teşvik etmek. Nasıl teşvik edersiniz? O kadar çok yolu var ki bunun. Adamlar bayramda ziyarete gidiyorlar sonra da geri geliyorlar. Almanlar kabul etmiyor, çünkü devletlerini akılla yönetiyorlar. Eğer orada bayram geçirebiliyorsan normal zamanda da yaşayabilirsin diyorlar, doğru! Türkiye de Suriyelileri, insani koşullar içinde ve bir iç savaşın göbeğine, ateşin içine atmadan yollayabilir. Bunun dışındaki her retorik; alçakça, Türk milletine yalan söyleme üzerine kuruludur.
Bütün ambargolara rağmen, Suriyeliler konusunda attığımız bir tweetten ya da yaptığımız kısa bir açıklamadan rahatsız olanlar; 4-5 kişilik gruplar halinde kendi kanallarında çıkıp konuşuyorlar. En son bir tanesi bir TV programında diyor ki “Bu Ümit Özdağ ne kadar cahil bir adam. Sürekli Suriyelilerden konuşuyor, başka bir şey konuşmuyor.” Görüntüyü bana gönderen kişiden, bana cahil olduğumu söyleyen kişinin özgeçmişini istedim. Özgeçmişine baktım; papaz yardımcılığı yapmış bir adam, akademik bir tane bile çalışması yok. Ama kendisini, Türkiye’de bir üniversiteye almışlar. Buna cevap verseniz ne olacak vermeseniz ne olacak? Ama mesele şu; neden bu kadar rahatsız oluyorlar? Çünkü en zayıf noktaları bu. Bunu millete anlatamıyorlar, zaten millet de bunu kabul etmiyor. Bizim de anlatmamamız için saldırıyorlar. Bu konuda ne kadar tepki gösterirlerse; bilin ki o kadar doğru yoldayız, Türk milleti adına doğru olan şeyi yapıyoruz.
Bu tayfanın Türk milleti adına doğru bir şey yaptığını gördük mü? Hayır. Şimdi de yapmıyorlar, bu konuda da yapmıyorlar. Biz Suriyeli sığınmacılar meselesini, milli bir mesele olarak her gün ve her dakika gündemde tutmakla yükümlüyüz. Bugün, burada vermiş olduğum konferansı, bu anlamda çok önemli görüyorum. Bu konferansın, bir dizi konferans ve panelin de ilk adımı olacağını umuyorum. Ben kendi adıma, bu konferansları bütün Türkiye’de devam ettireceğim. Çünkü eğer kendimizi Türk milliyetçisi olarak tanımlıyorsak ve Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit bu ise bunun karşısında sustuğumuz takdirde “sen nasıl bir Türk milliyetçisisin?” diye bize sorarlar. Tekrar ediyorum; rakamlar çok açık, 3 buçuk milyon olduklarını kabul edersek her 20 kişiden birisi Suriyeli olur. 2040 yılı çok uzak bir gelecek değil, 7 buçuk milyon olacaklar. Normal artışlara göre hesapladık. Bunlar, yalnızca bizim hesaplamalarımız değil, yaygın medyanın da hesaplamaları böyle. O zaman, her 13 kişiden bir tanesi Suriyeli olacak. Şimdi Türkiye’de gettolar var ama Türkiye’nin belirli coğrafyaları, kırsalı ve kentseli ile Türk karakterini yitirecek.
Bakın Münih’e 20 bin Suriyeli geldi. Münih Belediye Başkanı, Merkel’i arayıp şöyle dedi “Eziliyoruz daha fazla yollamayın.” Ben, Gaziantep milletvekiliydim; Gaziantep’te 400 bin Suriyeli vardı. Her gün de 100 tane Suriyeli çocuk doğuyordu. Bütün Avrupa ülkelerinde toplam Suriyeli sayısı 900 bin ve bundan dolayı; Avrupa’da hükümetler düştü, Avrupa Birliği kriz yaşadı. Görüyorsunuz, Türkiye’de sadece 3 buçuk ile 4 milyon arasında Suriyeli var.
Sadece problem onlar mı, hayır! Şimdi yeni bir dalga gelmeye başladı. Uyardık kaç defa; Van üzerinden, İran’ın kontrol ettiği bir Afgan dalgası geliyor. Bu Afgan dalgasını İran, kendi içindeki kamplarda tutuyordu. 900 bin kişiden bahsediyoruz. İran, kendi toplumu ile temas ettirmiyordu. Şimdi Türkiye’ye yönlendirdiler. İnanılabilir bir bela değil! Bunlar olurken; o kadar ucuz iş gücü ortaya çıkartıyor ki sosyal yardım alan, “çalışmasam da olur.” diyen kesimin sayısı artıyor. Çünkü ülkede, çok düşük ücretle çalışan bir kesim yaşıyor. Meselenin bir de böyle ekonomik boyutu var. Özetle; bu içinden geçtiğimiz dönemde, konuşmanın başında bahsettiğimiz, üç büyük kriz birlikte yaşanıyor: Devlet krizi, ekonomik kriz ve demografik kriz. Eğer bunları yönetemez ve aşamazsak Türk milleti için, gelecek hiç olmadığı kadar sıkıntılı olacak. Vatandaşlarımızın bir kısmının, bunun farkında olmaması bunu değiştirmez. “Aman, bu da tehdit mi?” demesi tehdidi ortadan kaldırmaz. Unutmayın; Yunan ordusu ilerlerken Selanik, 7 büyük Türk birliği tarafından korunuyordu. Selanik’in Müslüman Türkleri; askerlere, Selanik’i savaşmadan teslim etmeyi teklif etmişti. Tümgeneral, o günün rütbeleriyle, 6 tuğgenerali çağırdı; fikirlerini sordu. 6 tuğgeneralden yalnızca bir tanesi savaşalım dedi. Demek ki milli savunmayı her zaman demokratik oylamaya bırakırsanız, doğru bir sonuç ortaya çıkmayabiliyor. Üstelik bugün aynı durumla da karşı karşıya değiliz. Vatandaşımızın çok büyük bir çoğunluğu, Suriyelilerin ülkelerine dönmelerini istiyor.