Yükleniyor...
Millet ve milliyetçilik kavramları ortaya çıktıkları günden bu yana çok tartışılmıştır. Bizim ülkemize özgü bir biçimde bu kavramlara Türklüğü de ekleyebiliriz.
Herhangi bir akşam televizyonumuzu açtığımızda bu kavramların tartışıldığı bir programa rastlamak çok olasıdır. Bu kavramlar sosyal medyada da yine hemen hemen her gün ucundan kıyısından gündeme gelmektedir. Seçim dönemlerinde yine bu kavramlar çekişme konusu olmakta.
Ülkemizdeki siyasi duruma göre partiler ya milliyetçilik ve Türkçülük ya da tam tersi olarak çok kültürcü ve küreselleşmeci olma alanlarında birbirleriyle sürekli yarışmaktalar. Her seviyeden ve her kesimden siyasetçi, yazar ya da aydın; yurttaşlık, anayasal vatandaşlık, millet, halk, etnisite, kavim, çok kültürcülük gibi konularda fikir beyan etmektedir.
Kimisi “Bu kavramların modası geçti.” derken kimisi tam tersini söylemektedir. Üçüncü bir kesim daha var ki -takriben beş yılda bir fikrini değiştirmekte- iktidardan esen rüzgara göre ya milleti ve milliyetçiliği tarihe gömüp Türklüğü ve Türkçülüğü insanlık suçu ilan etmekte ya da bir anda en büyük milliyetçi, Türkçü olmakta…
Peki bu kadar tartıştığımız kavramları ne kadar tanıyoruz? Tartışma programlarında bu konularda ahkâm kesenlerin kaç tanesi anayasal vatandaşlık, millet, milliyetçilik, etnisite, ırk, ırkçılık ve benzeri kavramları tarif edebilir?
Irkçılık, milliyetçilik, Erzurumluluk, Türklük ve Türkiyelilik kavramlarını sık sık birbirlerinin yerine kullanıyoruz ve bu kavramlar üzerinden muhaliflerimizi yaftalıyoruz, suçluyoruz. Bu kavramlar arasında hiç bir fark yoksa, bir dil aynı kavram ve olgu için neden bu kadar kelime üretir? Herkes demokrasiye hayran; üniversite yönetiminden fabrikaya, dernek başkanlığı seçiminden Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar herkes demokrasinin işlenmesinden yana. Herkes bu mucizeyi takdir ediyor. Peki bugünkü anlamda demokrasi, varlığını millî devlete borçlu desek kaç kişi kabul eder?
“Arafta Bir Kimlik: Türklük“ adlı kitabın önceliğinin de bu kavramları yerli yerine oturtmak olduğunu düşünüyoruz. Kitabın başlığı biraz aldatıcı, sadece Türklük veya Türkçülük konu ediliyor gibi anlaşılıyor. Halbuki bu kitabı bir eve benzetecek olsak; bu evin çatısı “Türklük” olsa ve yazarı İkbâl Vurucu, bu kavrama gelebilmek için ta temelden, “ben”, “özne” kavramından başlıyor inşaya diyebiliriz. Yavaş yavaş “bir”den topluma yöneliyor. Evin duvarları “kültür” kavramının tanıtılması ile; evin kolonları ve kirişleri “yurttaşlık” , “anayasal vatandaşlık” , “tarih bilinci” , “millet ve milliyetçiliğin kökenleri” ile örülüyor. Bütün bu kavramlar ve olgular, tam gerektiği gibi yani geçiştirilmeden tanıtılıyor. En sonunda “Türklük” kavramına geniş bölümler ayrılıyor. Bu haliyle Türklük kavramının yüceltilmesi gibi bir derdi yok yazarın. Zaten kitap akademik bir çalışma ve herhangi bir hamasi ifadeye yer yok.
Yazarın meselesi; Türklük, Türkiyelilik, millet, milliyetçilik, ırkçılık, etnisite ve benzeri kavramların kasıtlı ya da kasıtsız olarak yanlış veya birbirlerinin yerine kullanılarak yanlış ve hatalı siyaset üretilmesidir.
Mevcut haliyle bu eser, alanında başucu kitabı sayılacak kalitede olarak nitelendirilebilir.
“Arafta Bir Kimlik: Türklük“ adlı kitap, sadece bahsi geçen kavramları gereğince anlayıp aklımızda ve hayatımızda yerli yerine oturtarak tartışabilsek dahi bir çok sorunumuzu çözebileceğimizi gösteren nitelikli bir eser olarak kitaplığımıza kurulmayı hak ediyor diyebiliriz.