Yükleniyor...
Türkiye’yi kilitleyen, bütün dünyanın dikkatini üzerimize çeken çok önemli bir seçimi geride bıraktık. Netice itibarı ile bir belediye başkanlığı denilebilir ama Ekrem İmamoğlu’nun başkanlığı devralırken toplanan onbinlerce kişi bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Politik baskı artık hayat tarzı dayatmasına doğru yaklaşmaktaydı. Gençler en kısa yoldan yurt dışına çıkabilme hesapları yapıyor, imkânı olanlar da gidiyorlardı. Bu sonuçla karşı koyabilme gücünün olduğu, umudun yeşerdiği, geleceğe sahip çıkılabileceği ortaya çıktı. Seçim sloganı özellikle gençler arasında ilkbaharın hayatı canlandırması gibi sihirli bir etki yaptı.
Altı aydır seçimle yatıp seçimle kalkıyoruz. Moratoryumun (iflas) konuşulur olduğu bir ekonomik krizde, iktidarın çok büyük borç batağı içindeki devletin bütün imkânlarını seferber ettiği bir seçim dönemiydi. 31 Mart akşamı ile kalsa iyiydi. Ancak 16 Nisan 2017 Referandumunda olduğu gibi hukuk dışı yoldan tekrarlanan İstanbul seçimi, bütün ülkeyi üç ay daha seçimle yatırıp seçimle kaldırdı. Bu sefer Türk Milletinin maşeri vicdanı devreye girdi ve haksızlığa dur dedi. Türk tarihinde ender görülen ağırlıktaki problemlerin yaşandığı bu tarih diliminde milletimize bir nefes aldırdı. Tıpkı uzun süre su altında kalan birinin, bir kamışla, bir boru ile oksijene kavuşması gibiydi.
Seçimin galibi Türk Milletidir. Ancak önünde çok büyük meseleler ve bu meselenin çözümleri önünde büyük engeller vardır. Bu engelleri aştığında yüzeye çıkmış ve bol oksijene kavuşmuş olacaktır. Ancak o zaman rahat nefes alabilir.
Bu seçimin önümüze koyduğu en önemli gerçek yönetim sisteminin devleti tıkamakta olduğudur. Hızlı hareket etmek, çabuk karar verebilmek gibi cümlelerle getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adaleti ortadan kaldırdı. Hâlbuki insanları bir arada tutan en büyük unsur adalettir ve yokluğu birlikte yaşamayı imkânsız hale getirir.
Seçimlerde, devletin bütün imkânları Cumhurbaşkanının genel başkanı olduğu partinin emrine verilmesinin önüne geçilememiştir. Bu da yetmemiş, iktidar adayı tüm seçim sürecinde, devletin tahsis ettiği ve görevden ayrıldıktan sonra almadığı makam arabasını kullanmıştır. Devletin emanetinde olan bütün kişisel verilerin, siyasetin kullanımına açıldığına dair tartışmalar medyada yer almıştır.
Türk Milletinin ve Türkiye’nin düşmanı olan bölücübaşı Öcalan ve kardeşi, Mehmetçiklerimizin katili, Osman Öcalan’dan medet umularak seçim desteği alındı. Bu destek uğruna, kırmızı bültenle aranan katil Osman Öcalan devletin televizyonuna çıkarıldı.
Cumhurbaşkanı, Japonya seyahati öncesi basın açıklamasında “Doğrusu ben Osman Öcalan’ın kırmızı bültenle arandığını bilmiyorum ancak TRT’ye müracaat etmiş ve TRT Kürdi’de böyle bir program yapmışsa bunu da TRT’deki arkadaşlarımız bilirler. Kürdi’yi kurduğumuzda kimse ‘neden kurdunuz’ demedi. Ben o kurumdaki arkadaşlarımın da bu hassasiyet içerisinde adım attıklarına inanıyorum. Çünkü bu konularda da kendilerine güveniyorum.” açıklaması arşivlerde yerini almıştır.
Osman Öcalan ile ilgili olan bu açıklamadaki “Kürdi’yi kurduğumuzda kimse ‘neden kurdunuz’ demedi” cümlesi en az diğerleri kadar önemlidir. O günkü adıyla TRT Şeş olarak açılan kanala yapılmış olan itirazlar hafızalarda canlılığını korumaktadır. Yapılan her uyarıya karşı “Siz iyi bilseydiniz millet size oy verirdi” şeklindeki küçümseyen ifadeler de arşivlerdedir.
Türkiye’nin önünde, birbiri ile ilişkili, çok büyük meseleler vardır ve çözüm beklemektedir.
Doğu Akdeniz’de sular kaynama noktasına yaklaşmıştır.
S 400 / F 35 krizi iyice tırmanmıştır.
Suriye’nin kuzeyinde, Fırat’ın doğusunda bir garnizon devlet kurulmaktadır ve bu hususta ABD Özel Temsilcisi Jeffrey’in “Türkiye ile Suriye Demokratik Güçleri arasında prensipte genel bir anlaşma sağlandı” sözleri ile PYD/PKK ile bir mutabakata varıldığı anlaşılmaktadır. Bu ifadeler hakkında herhangi bir açıklama yapılmamıştır.
Suriye’de 2011’den bu yana takip edilen yanlış politikalar bizi millî güvenliğimize yönelen tehditlerle karşı karşıya getirmiştir. Savaş tehlikesi ile birlikte yaşamaktayız. Ancak buna rağmen, sanki çok acil gerekliymiş gibi, 130 bin civarında askerimiz terhis edilmiştir.
Bu siyasi krizler, bir de eşine 19. Yüzyılda rastladığımız büyüklükte ekonomik krizle birlikte olunca daha da ağırlaşmaktadır.
Bütün bu meselelere teker teker baktığımızda, bir kişinin kararı ile işlerin yürütülmeye çalışıldığı ortadadır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişten sonra, tek kişinin karar vermesi daha da ete kemiğe bürünmüştür. Cumhurbaşkanının Japonya seyahatinde kadın üniversiteleri ile ilgili “bu konuyu inceleyeceğim. Ülkemde de uygulayacağız.” ifadelerindeki ben dili bunun küçük bir örneğidir.
Bütün bu süreçte bugünkü şartların yaşanacağına dair uyarılara da kulak verilmemiştir. Hâlbuki bugün her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyaç vardır. Ancak bu birlik ve beraberliğin kurulabilmesi yönetime hâkim olan anlayışın değişmesine bağlıdır. Bu anlayışın değiştiğine Türk Milletinin ikna edilebilmesi için bazı hamleler şarttır.
Öncelikle partili Cumhurbaşkanlığından vaz geçilmelidir. Bu şekilde Cumhurbaşkanlığı gerektiğinde devreye girerek uzlaştıran makam olmasına dönüşün önü açılabilir. Ardından bütün partilerin isminde mutabık olacağı bir isim Cumhurbaşkanı Yardımcılığı ile görevlendirilir. Parlamenter sisteme geçiş hemen mümkün olamayacağından böyle bir yol tercih edilebilir. Yine partilerin mutabakatı ile tespit edilecek isimlerle kurulacak hükümet, doğrudan TBMM ile çalışarak görev yapar. Mevcut Anayasa böyle bir duruma cevaz vermemektedir ancak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişin başlangıcındaki “Fiili durumun hukuki hale getirilmesi için başkanlık olmalı” cümleleri hatırlanmalıdır.
Türkiye, Türk tarihinin en önemli dönemlerinden birisini yaşamaktadır. Bütün sahalarda yaşanan derin krizleri ve güven bunalımını böyle bir millî mutabakat ile geçmek mümkündür.