Yükleniyor...
Yaşı otuza gelmemişti. Daha genç sayılırdı. Çalıştığı kurumdaki saçmalıklara dayanamamış, baş kaldırmıştı. Üstelik bu saçmalıkları bir gazetede de yayımlamıştı. Tabii olan olmuş, işine son vermişlerdi. Sonra ver elini Amerika! İyi mi yapmıştı, kötü mü, bilmiyordu. Eşi ve iki küçük çocuğuyla bu yaban ellerde ne yapacaktı?
Ama pek âlâ geçiniyorlardı işte. Üstelik bir doktora programına yazılma imkânı da bulmuştu. Dünyanın en tanınmış Altayistlerinden birinin yanında doktora yapıyordu.
Yaban ellerde yıllar geçti. Çeşitli üniversitelerde dersler verdi. Geliştirdiği tezleri çeşitli toplantılarda meslektaşlarına sundu. Israrlı ve inatçıydı. Tezlerini çürütemiyorlar fakat kabule de yanaşmıyorlardı.
Emekliliğini de kazanmıştı artık. Vatan hasreti de yüreğine oturmuştu. Artık vatana dönmeli, birikimlerini vatan çocuklarına aktarmalıydı. Aşağı yukarı yirmi beş yıl sonra memlekete döndü.
Her şey ne kadar çok değişmişti. Hele gençlerin konuşmaları… Nasıl böyle rahat konuşabiliyorlardı? Bir gün bir meslektaşına yakındı:
-Hiç sıkılmadan nasıl da “Kazık yedim.” diyorlar. Genç kızlar “Kazık yedim.” deyince yüzüm kıpkırmızı oluyor. Başımı kaldırıp yüzlerine bakamıyorum. Ama onlar söyledikleri sözün nereye gittiğini bilmiyorlar.
İlmî çalışmalarına ve derslerine yoğunlaşmıştı. Doktora yaptırdığı birkaç genci yetiştirebilirse bahtiyar olacaktı. Bütün mesaisini onlara ve yeni geliştirdiği birkaç teze veriyordu. Çabuk yazamıyordu. Bir tez yıllarca zihninde dönüp duruyor, neden sonra yazıya dökülüyordu.
Gündüzleri birkaç gazete okur, akşamları televizyonu açarak haberleri dinlerdi. Üçüncü sayfa haberleri ne kadar müptezeldi. Böyle müptezel gibi, yeni nesillerin bilmediği eski kelimeler de dilinde kalmıştı. Ne kadar bayağı buluyordu haberleri. Hayır o, Türkiye’yi böyle bırakmamıştı.
Hele siyasilerin konuşmaları… Birbirlerine “sen” diye hitap ediyorlardı. Eski Türkiye’de bürokratlar, siyasiler ne kadar nazikti! Muhatapları “siz” idi; “beyefendi, hanımefendi” idi. Yeni dedikleri Türkiye’de ise “bay” diye başlıyorlar, “sen” diye devam ediyorlardı: Sen ne biçim adamsın yav?… Namussuz, şerefsiz, cibilliyetsiz… Bazı siyasiler bu sıfatları saydıktan sonra “Bunlarda edep adap yok.” diye sözlerini bitiriyorlardı. İşte o zaman sadece utanç duygusu değil mantığı da dumura uğruyordu. Bu nasıl mantıktı? Hem karşınızdakine “namussuz, yalancı, cibilliyetsiz” diyeceksiniz ve daha benim telaffuz etmekten hicap duyduğum sözler söyleyeceksiniz; sonra da “Bunlarda edep adap yok.”diyeceksiniz. Bir ara Amerika’da psikiyatriye de merak sarmıştı. Özellikle parlak taşları biriktirme merakından sonra. Psikiyatride, kendi olumsuz niteliklerini karşıdaki için kullanmaya “yansıtma” diyorlardı galiba. Ayna gibi yani.
“Edep adap” da nereden çıkmıştı? Evet, “adap” vardı Eski Türkiye’de ama “görgü” anlamında kullanılırdı, “edep” ise tek başına “terbiye” anlamında. Hatta “görgü kuralları” anlamında “âdâb-ı muâşeret” derlerdi. Galiba “görgü” kavramı çoktan kaybolduğu için “âdâb”ı da “terbiye” yerine kullanır olmuşlardı. O da işte böyle bir sürü “edepten yoksun” kelimeden sonra.
Ne olmuştu eski Türkiye’sine? İnsanların davranışları da kılık kıyafetleri de değişmişti. Devlet dairelerinde, parti toplantılarında yaka bağır açık dolaşıyorlar, birbirlerine omuz atıyorlardı. Amerikan üniversitelerinde de hocalar rahat bir kıyafetle derslere giriyorlardı gerçi ama bürokraside takım elbise şarttı. Şirketlerin mavi yakalıları da öyleydi. Eski Türkiye’nin milletvekilleri, bakanları da ne kadar beyefendi, hanımefendi insanlardı. Gençler onlara bakar, onlar gibi olmak isterlerdi. Şimdi kimi örnek alacaklardı? Şu “bay” diye başlayıp “sen” diye devam edenleri mi? “Sen ne bilirsin yav, sen cahilin tekisin.” diyenleri mi?
Nevzuhur kelimelerden biri de “saydırma” idi. Tutmuştu bu kelimeyi. Çünkü en baştaki siyasiler arka arkaya saydırıyorlardı. Onlar saydırdıkça onun da yüzü kızarıp duruyordu. Galiba bu utangaçlık yeni Türkiye’ye göre değildi. “Siz nasıl insanlar oldunuz böyle?” deyip başını eğdi.