Yükleniyor...
Deli gönül verdiği es’e “Yetişir artık.” deyip veda ederek özlediği İtalyan taklit sineması dehlizlerine yine yeniden tek bir filmi ele alarak enine boyuna irdeleme uğraşıyla dalmak istiyor ama gelin görün ki kazın ayağı öyle değil! Zira, kendi kendime bir parça mahcubiyet içerisindeyim. Öncelikle Türk şiirinin aynı anda hem Dylan Thomas’ı hem de Muhammed İkbal’i olmayı başarabilmiş, ağzımızda annemizin sütü dilimizin bayraktarı merhum Yahya Kemal üstadımızın veciz ifadesiyle;
“Mademki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” diyerek işbu özümden utanma hissimden duyduğum teselli burcunda konuşlu memnuniyetimi dile getirmek isterim. Sonrasında da bu kez;
“Mâni oluyor hâlimi takrire hicabım” güftesini söylemek yerine yutarak hâlihazırda yan yolun açılmamasından ötürü yoğun akıcıdan tıkalıya evirilmekte olan E-5 ya da TEM’i andıran duygu durumumu buna koşut biçimde yavaştan izah etmek isterim.
Hani insan başlangıçta su götürmez biçimde haklı olduğu kimi günlük hâllerde muhatabına bunun verdiği rahatlıkla yüklenirken istemsizce kantarın topuzunu kaçırır da bunun hemen “akabinde ve detayında” içini tuhaf bir huzursuzluk kaplar ya. Okeyde taş çalan yazlık arkadaşını usulca uyarmak yerine ulu orta ifşa edip sitenin sosyal tesisindeki çardağın altını akşam beşten gece yarısına kadar terk etmemeye yeminli emekli dayıların yanında onu güç duruma düşürmek gibi… Ya da “Ortamlarda namım yürüsün.” diye malumatfuruşluğun dibine vurup piyasa yapan delikanlıya cepten kaçırmadan bağlanılan Gugıl Amca marifetiyle edinilen bilgi girdileriyle adeta kurşun yağdırarak dünyanın en gereksiz zaferini güya kazanmak gibi… Bu sohbetimiz benim alıntılama yazım gibi görünecek ama olsun; Türkçe Sözlü Hafif Müzik türünün ebedî serdarı beyefendilik abidesi bir sanatçımızın da kadife sesiyle ifade ettiği gibi;
“İşte öyle bir şey…”
Ben de aynı biçimde fark ettim ki, bütün samimiyetim ve içten sevgime rağmen, kolay bir hedefe malumu ilam edercesine saldırmasam da biraz fazla yüklenmekteyim. Hani üzeri yanık sütlaçtan canavara dinlenme tesisi plastik kaşığını daldırırcasına…
Demem o ki, İtalyan taklit sinemasının özelliklerini sıraladım, iyi. Türün önde gelen örneklerinden bir kaçını sahnelerimize taşıyıp takdim ettim, ne âlâ. Hatta bununla da yetinmeyip hazır vites beşteyken Akdenizli kuzenlerinden de bir güzide örnek verdim, aman pek güzel. Ama şükürler olsun, çok da gecikmeden ayırdına vardım ki bütün bunları yaparken bir hususu fena hâlde gözden kaçırmakta imişim: Elindeki bütün imkanlara rağmen Hollywood namıyla maruf ana akım Amerikan Sineması’nın hemen hemen sinema tarihinin başından beri kötü film denilen alt türün üreticisi olarak açık ara önde gidip bayrak tutan ülke sineması olduğu gerçeği.
Lafın burasında elma ile armudu kıyaslamak gibi bir yanılgıya düşmediğimizin de bir kez daha altını çizmek isterim. Çoğu zaman böylesi bir kesişim kümesinin tam da orta yerine denk gelmekten bir türlü yakasını sıyıramasa da İtalyan taklit sinemasının bu kimileyin güldürmekten ziyade iç de burkabilen perişan hâllerinin altında, bizim ellerin de maalesef pek yabancısı olmadığı “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” üçlüsünün ortancasına göbekten bağlı vahamete kesbeten bir vaziyet var. Sınırsız hayalleri peliküle tam yansıtamamanın nedeni garibanlık olunca da Garibaldi’nin torunlarının saygıdeğerliğine halel gelmiyor.
Oysa Hollywood’un bu vadide ne yatacak yeri var ne de sığınacak bahanesi. Zira, eldeki bütün imkanlara rağmen bir çuval inciri berbat edip kötü film çekebilmeyi başarabilmek, bizim kültürümüzdeki eşsiz “israf” kavramında anlamını bulan türden bir beceriksizliğe işaret ediyor. Eldeki bütün imkanlar derken de zerre miskal abarttığımızı sanmıyorum. Neredeyse dipsiz banka hesaplarına dayalı olmaları sayesinde astronomik sözcüğünü çaresiz bırakarak Everest’e ancak eğilerek el ense çekebilecek irtifalara kolaylıkla tırmanabilen bütçe, tamam. Çoğu efektin bizzat mucidi olan asrî büyücü konumundaki sinemanın zanaat tarafının mutfak tekniklerinde uzmanlaşmış onca yapım sonrası ince ayar şirketinin tam mesaili desteği, tamam. Bazı Latin Amerika ülkelerinde rastlanan türden, kendini dünya lideri sanan kör cahil ve zır deli diktatörümsülerin hafta başına düşen ortalama yalan sayısından daha fazla Oscar’a sahip kadro, tamam. Bütün bunlara rağmen kötü film çekebilmeyi başarabilmek? İşte bu tam, bizim magazin programlarının torba doldurmaktan başka gayesi olmayan laf olsuncu yaklaşımının “Falancayı bu kıyafetinden ötürü kınayıp kendisine on üzerinden iki veriyor ve bir sonraki ünlümüze geçiyoruz!” tarzındaki bir yakıştırmacı yapıştırmasını hak ediyor. Sözün özü; olmadı Hollywood!
İşte bu sohbetimizi de, nalıncı keseriyle herhangi bir illiyet bağımızın olmadığını (kardeş iklimin İtalyan Sinemasına karşı eser miktarda saygımızı da yakıştığı kadarıyla tören rahatta da olsa) gösterebilmek adına kendimize “kurban” olmaktan ziyade “konu mankeni” olarak aşağıdaki ifadenin içinde bulunduğumuz bin yıldaki rakipsiz tek sahibi olan bir garabete ayırıyoruz:
Dünyanın en yüksek bütçeli ortaokul müsameresi!
Tabii ki 2000 yapımı “Battlefield Earth”ten bahsediyorum. Filmin adını güzel dilimize “Muharebe Meydanı Dünya” diye çevirsem bilmem çok mu alefontorik ya da janjanlı olur ama günün sonunda inanın adına gelene kadar işbu başyapıtın (!) pilavının kaldıracağı daha yakın derelerden akıp gelecek çok su var! Aslında helvasının emeceği çok şerbet var desem daha doğru olur çünkü doğarken ölmüş bir sinematik mevta ile karşı karşıya, hatta göz gözeyiz.
Battlefield Earth ya da John Travolta’nın gönül verdiği inanç sistemi Scientology’nin propagandası olması hayaliyle, bütün itirazlara rağmen yıllarca adeta bir savaşım vererek kotarttırmayı kara zorla başardığı “rüya projesi.” Filmin murat edilenin tam aksine izleyenler için, propagandadan ziyade sonsuz internet “meme”lerinin ve sayısız rezil edici “caps”lerin gümrah kaynağına ve rüya projeden ziyade karabasanların yanında şeker şurup Güney Kore pop şarkısı klibi kaldığı bir kabusa dönüşmesinden alınacak çok ders var. Aylardan Ağustos olsa bile ufukta kara bulutlar varsa piknik planı yapmamak lazım. Ya, işte böyle Johnny Reyiz, zorlamayacaktın!
Sorun öncelikle filmin kendisinden uyarlandığı romanla başlıyor. Scientology tarikatının kurucusu L. Ron Hubbard’ın tuğla ebadındaki romanının tek bir filme sığması başlı başına aşılması neredeyse imkânsız bir öncül engel. Ama insan filmi izleyince “Allah’tan seri hâlinde çekmeye kalkmamışlar, yoksa hâlimiz nice olurdu?” diye şükretmekten de kendini alamıyor.
Sonrasında, daha önce iyi filmler çekmiş bir kamera önü ve arkası kadrosunun oluşturulmasına rağmen ikinci bir sorun daha baş gösteriyor ki yukarıda bir örnek verirken ucundan değindiğimiz Latin Amerika ülkelerinin de zaman zaman ağına düşüp yerine göre yirmi yıl boyunca avucunda debelendikleri türden bir başat problem bu.
Kendi inancından ve onun reklamasyonundan (ve haydi bir gayret başarabilirse ihyasından) başka bir şey düşünemeyen bir proje sahibinin hastalıklı takıntısıyla filmin üretim sürecinin her noktasına bilir bilmez karışarak sonuçta elinin değdiği her şeyi murdar etmesi, göz ardı edilebilecek bir kusur değil. “Görüntü yönetimi malum, benim alanım.” deyip resim kalitesini bozmak. “Eğitimim senaryo yazımı üzerine.” diye böbürlenerek öykü izleğinin içerisinden geçmek. “Efekti sizden öğrenecek değiliz!” sayıklamalarıyla A-birinci sınıf düzeyde çekilmesi planlanan bilim kurguyu YouTube parodi videosuna çevirmek. Ve bütün bunlar olurken de film ekibinin bir yerden sonra “Aman boş ver, şimdilik taksimetre çalışıyor, bir laf demeyelim de ağzımızın tadı kaçmasın!” diyerek iyice vurdumduymaz bir tavır sergilemesi ve bütün bu göz göre göre “Geliyorum!” diyen kazanın azmettiricisi değilse de suç ortağı olması… Bütün bunların sonucunda zaten ortaya iyi bir eser çıkması olanaksız hâle geliyor.
Neyse efendim, biz şimdi iyisi mi cümle alemin maskarası olan bu yapımın neden böyle bir kadere duçar olduğunun nişanesi olan yapım, çekim ve içerik özelliklerinden bir demet sunalım ki pek de abartmadığımız ortaya çıksın. Kendimi, sizleri evlere şenlik bu filmi izlemeye davet etmekten ziyade uyarmakla yükümlü hissettiğimden keyif kaçırıcı ayrıntı uyarısını bile işte şu an burada yaptığım gibi yarım ağızla yapıyor ve bir sonraki sohbetimize değin aradan çekiliyorum:
Yetişir be Hollywood, Allah seni bildiği gibi yapsın!
Yapmaktan söz açılmışken, illaki yapacaksan da;
Yapma demiyorum, hobi olarak yine yap!
Ama gözünü seveyim evde kum havuzunda kendi kendine…
Buckinghamshire’dan herkese selamlar ve sevgiler efendim.