Yükleniyor...
Eski Türkiye günlerinde devlet; her köye okul, sağlık ocağı gibi temel hizmetleri götürmeye gayret ederdi. Öğretmen, köylünün dokunabildiği, devletin ete kemiğe bürünmüş yüzüydü. Eğitmen, muallim, okutman, okutucu, öğretmen gibi bir sürü adı olsa da, o tek bir şeydi. Dilekçe yazmaktan ziraate, jandarmadan baytara kadar her şeydi köylü için. Devletin kapısıydı öğretmen… Köylü için asker; peygamber ocağına yolladığı oğlu, jandarma ise biraz korktuğu ama devletin direği gördüğü, kanunun temsilcisi idi. Baytar yerine veterineri de güç belâ kabullendi dili.
Köylerden okulları kaldırıp taşımalı eğitime geçip, köyleri bilumum tarikat ve cemaatlere teslim etmeden önce, her köyde ya da köyünüze komşu bir köyde, mutlaka bir ilkokul vardı. Burada görev yapan sınıf öğretmeniyseniz, siz bir köy öğretmeniydiniz. Öyle, sınıf, hayat bilgisi, matematik vb. branşlarınız yoktu. Ben de böyle bir köy öğretmeni babanın kızıyım. Annemin muhacir köyüne komşu, bir köyde, Kurtuluş Savaşı döneminde şehit vermiş, gazi olmuş aileler ve isimler arasında geçti çocukluğum. Millî konulardaki hassasiyetimi, Türkiye Cumhuriyeti’ne sıkı sıkıya bağlı oluşumu, Atatürk’ün fikirlerini anlamak ve ilke edinmek konusundaki irademi, milliyetçiliğimi borçlu olduğum şeylerin temeli bu insanların cansiparane fedakârlık hikâyeleridir.
Okulun olduğu her köyde şanlı Türk bayrağımız nazlı nazlı dalgalanır. Bir köyde göndere çekilmiş dalgalanan bayrak görüyorsanız, o köyde okul olduğunu da bilirsiniz. O şanlı Türk bayrağının gökyüzünden size verdiği selâmın coşkusuyla, aralık ayında okullarda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mız için hazırlıklar yapılmaya başlanırdı. Halk oyunları ekipleri kurulur, uzun prova süreci ile TBMM’nin kurulduğu o büyük güne hazırlanılır. O büyük gün gelir çatar, tam anlamıyla coşkunun doruğuna varılır(dı). Bir hayli zaman sonra, gece yarısına birkaç saat kala, önce tek tük, sonra ardı ardına, o görkemli ve coşkulu günümüzden âdeta intikam alınırcasına “Sözde Ermeni Soykırımı” diye başlayan haberler gelmeye başladı.
İnternet ve sosyal medya yaygınlaşmadan önce, anımsadığım kadarıyla, haberler bu kadar kasvetli değildi. Tabii o zamanlar harîciyede “Monşerler(!)”in bolca bulunmasının bunda etkisi çoktu. Ahh o monşerler, yok mu o monşerler!.. Gün oldu devran değişti “Eski” Türkiye beğenilmez olundu. Birde “Yeni” Türkiye modeli deneyelim dendi. Monşerler gitti, yerini “Kavak Yelleri” estiren(!) hamili kart yakınımdır sülaleleri aldı. Millî bayramların coşkusundan(!) her millî bayramda yorgan döşek yatan liderlerimiz olmaya başladı. Minik çocukların, Cumhuriyetin ve ülkemizin emanet edildiği gençlerin söylediği coşkulu marşlar, orta kulak iltihabı yapıyordu. Neyse ki “Yeni” Türkiye’ye geçtik de müzmin orta kulak iltihabı iyileşiverdi. Çok şükür!..
Bu kültür içinde çocukluğumdan beri çözemediğim bir kısırdöngünün içindeyim. Özellikle Ermeni Soykırımı iddiaları coşkumuzu söndürmek istercesine son yirmi yıldır 23 Nisan günü öğlenden itibaren başlıyor. Akşam olduğunda hepimiz bütün arşivleri açıyor, bilgileri, belgeleri ortalığa saçıyoruz. Kavgalar ediyor işi sinkâflı cümlelere kadar götürüyoruz. 24 Nisan’da çetele tutuyoruz, Dünyada hangi ülke Ermeni iddialarını kabul ettiyse sayıyor, sövüyoruz. Saatler ilerliyor tarih 25 Nisan oluyor, yeniden koca bir ülke, bir avuç insan hariç, 364 gün boyunca gaflet uykusuna yatıyoruz. Tâ ki bir dahaki yılın 23 Nisan’ının en coşkulu ânına kadar.
Lobilerimiz kimlerin yönetiminde, hangi grup ve yapıların tekelinde, bütçeler fonlar nasıl harcanıyor, hiç bilmiyoruz. Zaten bilmemiz de gerekmiyor, nasılsa bizim yerimize düşünen en tepede, tepeden inme en “yerli ve millî” isimler var. Bu sene de sosyal medyada hararetimizi düşürüp, görevimizi lâyıkıyla yaptığımıza göre, düzenli olarak yaptığımız gibi, 364 günlük gaflet uykusuna gönül rahatlığıyla yatabiliriz.
Öyleyse kavramlar üzerinden başlayarak bu konuyu doğru şekilde konuşmalı, yazmalı ve anlatmalıyız. Asker ve jandarmanın bile kültürel kodumuzda devasa düzeyde anlam farklılığı yarattığı ve zaman içinde bu anlamların bile değiştiği yerde, kullandığımız kavramların ne denli önemli olduğunu idrak etmeliyiz. Ermeni meselesi, Ermeni sorunu, sözde Ermeni soykırımı, tehcir vb… Kavramları yanlış kullandığımız bir konuda, ne kadar haklı olursak olalım bir arpa boyu yol almamız mümkün değildir.
Osmanlı Devleti, 24 Nisan 1915’te 14 ile (Edirne, Erzurum, Adana, Ankara, Aydın, Bitlis, Halep, Bursa, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Konya, Elâzığ, Van) ve 10 mutasarrıflığa (Urfa, İzmit, Bolu, Canik -Kastamonu, Kayseri, Balıkesir, Niğde, Eskişehir, Afyon, Maraş) gönderdiği genelge ile mecbur kaldığı zorunlu göçün ilk işaretini vermiştir. İddia edilenin aksine tüm Ermenilere değil, silahlı Ermeni çetelerin yoğun katliamlar yaptığı illerdeki Ermenilere yönelik alınmış bir karardır.
Oysa Osmanlı Devleti; emperyalist devletlerin desteği ve işbirliği ile Anadolu’da sistemli bir katliama girişen silahlı Ermeni isyancılara karşı, diğer vatandaşlarını korumak adına oldukça zor bir karar almak mecburiyetinde kalmıştır. Bu da bize isyan ve Türk halkına yönelik katliamların tüm Anadolu’ya yayıldığını, bu nedenle de Osmanlı Devleti’nin vatandaşlarının can güvenliğini ve asayişi sağlamak için, 27 Mayıs 1915’te de Sevk ve İskân kararı aldığını göstermektedir.
Temmuz 1918’de kurulan Ermenistan’ın ilk başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni de, daha sonra Ermeni gönüllü birliklerinin “Türklere karşı faaliyete geçtiğini” ve “askerî operasyonlara aktif biçimde katıldığını” kabul ederek Ermenilerin kalkışmasının, Sevk ve İskân kararı alınmasını zorunlu kıldığına atıf yapmıştır.
Kullanılması gereken doğru isimlendirme Ermenilerin Sevk ve İskânıdır.
Sevk; gönderme götürme, iskân; yurtlandırma, yurt edindirme anlamındadır. Sevk ve iskân ise mücbir sebep ile zorunlu göç ettirilme ve devlet eli ile uygun bir yere barınmaya, hayatını idame ettirmeye uygun şekilde yaşayabileceği bir yere yerleştirmedir. Sevk ve iskânın sürgün ve tehcirden farklı olan yönlerini de sözlüklerden detaylıca öğrenebilirsiniz.
Ermeni sorunu ve Ermeni meselemiz ise yok(tu). Ne yazık ki bu iki kavram akılcı uluslararası ilişkiler yürütemememiz, gerekli diplomatik ve insani ilişkileri sağlıklı kuramayışımız, önemsemememiz gibi birçok nedenle emperyalizmin elinde, bize karşı kullandığı sihirli değnekler oldu. Sorun ve mesele ile başlayan salvolar, nihayetinde soykırım iftirasının neredeyse kabul görmesine kadar geldi.
Tarihî ve hukuki zeminde tarafgirlikten uzak tarihçi ve araştırmacıların Rus, İngiliz, Amerikan, Ermeni ve Türk arşivlerinde yaptığı çalışmalar; Sevk ve İskân sürecinin bir soykırım değil, o günün şartlarında bulunabilen en insani çözüm olduğu noktasındadır.
Türkiye’nin arşiv, bilgi ve belgelerini araştırmak isteyen herkese açmasına karşın, Ermenistan ısrarla bundan kaçınmaktadır. İşin trajikomik tarafı; sözde Ermeni Soykırımını kabul eden, tanıyan, tanıma sürecini her kapıyı açan maymuncuk gibi menfaatleri için kullanan birçok ülke, aynı zamanda 1915 Sevk ve İskân Kararı’nın alınmasına gelinen sürece kadar Ermenileri kullanan ve kışkırtan ülkelerdir. Bugün de bu durum aynen devam etmektedir. Kendi arşiv belgeleri ve kayıtlarında da Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar ayan beyan ortadır. Bunları da zaten birçok tarihçi çalışmış, kitaplaştırmış ve insanlığa sunmuştur. Bundan sonra da sunmaya devam edecektir.
Tam da bu noktada Sevk ve İskân kararının soykırım olmadığını yargı kararı olarak ortaya koyan Malta Yargılamaları büyük önem arz etmektedir.
Kuruluşunun 100. Yıl dönümünü kutladığımız TBMM’mizin, eski başkanvekillerinden olan Uluç Gürkan’ın “Ermeni Katliamı Suçlaması Yargılama ve Karar” isimli kitabı bu konudaki kapsamlı, detaylı ve güncel bilgileri içermektedir. Bu konu nedir diyen herkes mutlaka okumalıdır. Yazımın bundan sonraki kısmındaki ifadeler, ulusal bayramımızın sevincine gölge düşürmek isteyenlerin çabalarını boşa çıkartacak, kitabın önemini kısaca bize anlatacak detayların seçilmesinden oluşacaktır.
1919-1921 sürecinde yaşananlar Malta Yargılamaları, “Soykırım” iddiasıyla AİHM’e taşınan süreç ve uluslararası hukukta Ermeni iddiaları ile ilgili verilen kararlar ve yaklaşımlar tüm yönleriyle ele alınmıştır. 1915’de yaşananların soykırım olduğuna ilişkin ulusal veya uluslararası hiçbir mahkeme kararı yoktur. Aksine, soykırım iddialarını boşa çıkaran uluslararası bir yargı kararı vardır ve elimizdedir.
1915’de yaşananlar tartışılırken “Ermeni Soykırımı” lobisi, Osmanlı Hükûmetinin işgal yıllarında kurduğu “Divanıharbi Örfî” Mahkemelerini ön plana çıkartır. “Ermeni Soykırımının” bu mahkemelerde kanıtlandığını öne sürer. Nemrut Mustafa adıyla bilinen bu mahkemeler İngilizlerin baskısıyla yönlendirilmiştir. Bir süre sonra da, İngilizlerin ifadesiyle, “maskaralığa dönmüş” İngiltere ve Osmanlı’nın itibarını zedelemeye başlamış, sonuçları dikkate alınamayacak kadar itibarsız kabul edilmiştir. Daha sonra İngilizlerin, bu mahkemelerde yargılanan önde gelen ittihatçıları 1919 ve 1920 yıllarında Malta’ya naklederek yeniden yargılamasının bir nedeni de zedelenen itibarını kurtarma çabasıdır. “Ermeni Kırımı” ile suçlanan Türklerin Osmanlı mahkemelerinden Malta’ya nakledilmesi, Malta’nın gerçekte bir sürgün yeri değil, Türklerin yargılanıp cezalandırılmak için planlandığını ortaya koymaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler, Osmanlı Devleti vatandaşı olan büyük çoğunluğu İttihat ve Terakki mensubu olan 145 kişiyi, “Ermenileri toplu olarak katlettikleri” iddiasıyla tutuklamış ve Malta adasında soruşturmaya tâbi tutmuşlardır. İngiltere’nin en üst adli soruşturma kurumu olan Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı bu soruşturmayı yürütmüştür. Malta’da sürgün görünümüyle tutuklu olarak bulundurdukları Türklerin yargılanıp cezalandırılması için İngiliz Hükûmeti her türlü yolu denemiştir. Ancak Kraliyet Başsavcılığı soruşturmayı “takipsizlikle” sonuçlandırmış, “Bir İngiliz hukuk mahkemesince kabul edilebilir katliam kanıtı bulunamadığı” gerekçesiyle “kovuşturmaya yer olmadığına” hükmetmiştir.
Ermeni çetelerinin silahlı baskınları ve toplu katliamları sonucu alınan Sevk ve İskân Kararı ile yaşanan tehcirde, gösterilen bütün özene ve planlamalara karşın, dönem koşullarında uygulamada bir takım aksaklıklar olmuş, ölümler ve gasp hadiseleri gibi istenilmeyen çok sayıda olay yaşanmıştır. Osmanlı Devleti bu acı olaylara seyirci kalmamış, suç işleyen ve ihmali bulunan kişileri cezalandırmaktan kaçınmamıştır. “Savaş Koşulları” bahanesine sığınmamıştır. Baş soykırımcı ilan edip Ermenilerin şehit ettikleri Talat Paşa; Ermenilerin mağduriyet yaşamasına sebep olanlar için, 28 Eylül 1915 tarihli tezkeresi ile üç soruşturma komisyonu kurulması emrini vermiştir. Bu emirle Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında bazı görevlilerin suiistimalleri ile halktan yasadışı eylemleri olanların saptandığı kaydedilmiş, suçluların Sevk ve İskân kararları uyarınca Divanıharbe sevk edileceği bildirilmiştir. Komisyon raporları doğrultusunda görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle çok sayıda asker ve sivil görevden alınmıştır.
1673 kişi tutuklu yargılanmış, yargılananlara “Adam öldürme, yaralama, Ermenilerin mallarına zarar verme, çalma, zorla para ve eşya alma, rüşvet yağma ve yankesicilik, Ermeni kızlarıyla izinsiz evlilik, görevi suistimal” suçları yöneltilmiştir. Osmanlı arşiv belgelerine göre kimin ne ile suçlandığı, ne ceza aldığı tek tek belgelenmiştir. O dönem koşullarında bile olunabilecek en şeffaf şekilde olaylar kayıtlara geçirilmiştir. Dönemin İttihat ve Terakki Hükûmeti, iç hukuk sistemini çalıştırarak 1915 Sevk ve İskânı sürecinde yaşanan acılarla yüzleşmiş ve günümüz savaş hukukuna da katkıda bulunacak bir yargılama uygulamasını yaşama geçirmiştir. Ayrıca 1916 yılında Sevk ve İskân Kararı fiilen sonlandırılınca, Ermenilerin istedikleri yere geri dönmesi ve mallarının idaresini almasına izin verilmiştir. Kaldı ki 1951’de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesinde belirlenen Soykırım suçunun vazgeçilmez öğesi olan kasıt unsurunun Osmanlı Devleti’ne yüklenemeyeceği Milletler Cemiyeti tarafından da belgelenmiştir.
Malta, zihnimizde sürgün yeri olarak yer alsa da Malta’da yaşanan olay bir yargılamadır. İngilizlerin tutukladığı 145 Osmanlı Vatandaşı Malta’ya yargılanmak üzere yollanır. Ermenileri toplu olarak katletmek suçlamasıyla İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından haklarında soruşturma yürütülür. Ama katledilen yüz binlerce Türk için Ermenilere yönelik İngilizlerin herhangi bir soruşturması ise olmamıştır. Uluç Gürkan bu durumu;
“Başsavcılığın soruşturması, Sevr Antlaşması’nın “Ermeni katliamı” iddialarıyla ilgili 230 ve 231. maddelerine dayandırılmıştır. İşgal sürecinde el konulan ve Londra’ya taşınan Osmanlı arşivinin yanında, Amerika’da olduğu varsayılan tüm belgeler taranmış, ötesinde Mısır’da, Irak’ta, Kafkasya’da “Ermeni katliamı” kanıtı aranmıştır. Bütün çabalara karşın, bir İngiliz hukuk mahkemesinde geçerli sayılabilecek hiçbir kanıt bulunamamıştır. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Kraliyet Başsavcılığı’ndan Malta’daki Türkler aleyhine ‘hukuki bir dava açılamıyorsa siyasi bir dava açılmasını’ istemiş, ancak Başsavcılığı ikna edememiştir. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, 29 Temmuz 1921 tarihli bir yazıyla, “eldeki kanıtlarla” Malta’daki Türklerden hiç birinin Ermeni katliamı gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz Hükümeti’ne kesin bir dille bildirmiştir. Bunu üzerine İngiliz Hükümeti, Malta’daki tutuklu Türkleri serbest bırakmak zorunda kalmıştır.” şeklinde özetler.
Tüm bu süreç oldukça detaylı olarak bilgi ve belgelerle kitapta yer alır. Konunun kronolojik seyri ile doğru anlaşılabilmesi için kitabın okunması ve incelenmesi elzemdir. Senede bir gün, o da bugün der gibi; en sevinçli günümüze gölge düşürecek şekilde hatırladığımız bu iddiaların, yaşandıkları günden bugüne kadarki sürecini tüm detaylarıyla bilmek hepimizin vatandaşlık görevidir. 1919-1921 tarihleri arasında hukuki olarak nihayete erdirilen ve soykırım olmadığı ispatlanan bir olayın, tarihî gerçekliğinde ve dönem şartlarından kopartılıp bugün ülkemizin başında Demokles’in kılıcı gibi sallandırılması aslâ kabul edilemez. Bu yönüyle kitap: Ermeni iddialarını 1915’ten 2015’e kadar yaşanan 100 yıllık gelişimini ABD’den AB ülkelerinin tutumlarına kadar geniş bir pencereden ele almıştır.
İttihatçıları yargılayacağı düşünülen uluslararası mahkemenin kuruluş hazırlıkları, Milletler Cemiyeti’nde ele alınmış, oturumlarında dava açılması hâlinde yargılamayı yapacak mahkemenin nasıl kurulacağı detaylıca tartışılmış, bu amaçla bir “Danışma Kurulu” oluşturulmuştur.
Bu hazırlıklar, Kraliyet Başsavcılığı “kanıt olmadığı” için dava açılamayacağını, açılsa da cezalandırma yapılamayacağını kesin bir dille açıklayınca yaşama geçirilememiştir. İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın “kanıt yokluğu” gerekçesiyle Ermenilerin katledildikleri suçlamasıyla dava açamaması, günümüzün hukukunda “kovuşturmaya yer olmadığı”, başka bir deyişle “takipsizlik” kararı hükmündedir.
Soykırım kelimesi ilk defa 1945’te Nürnberg ve 1946’da Japonya’da askerî mahkemelerce kabul edilmiş bir kavram. Daha önceden olan suçlar için soykırım kavramı kullanılamaz ve geçmişe dönük soykırım yargılaması yapılamaz.
Kaldı ki Malta, “Ermeni soykırımı” iddiasının adli soruşturmasının yapıldığı ve sonucunda bir suç olduğunu ortaya koyacak kanıtların İngilizler tarafından bile bulunamadığı bir yargılama sürecidir. Malta’daki yargılama süreci, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yahudi soykırımı yargılamasının yapıldığı Nürnberg Mahkemesi ile benzer uluslararası hukuki kurguyla gerçekleştirilmiştir. Ermeni soykırımına dair bir kanıt bulunmuş olsaydı Malta, Nürnberg için de bir emsal olacaktı. AİHM ve uluslararası yargı kararları, parlamentoların siyasi kararları ile çarpıtılamayacak kadar katidir.
Malta yargılamasının “Ermeni soykırımı’ iddialarını bütünüyle çürüten hukuki sonuçları olduğu tartışmasızdır. Ama Malta Yargılamalarının neden cılız sesle dile getirildiği sıkça tartışılmalıdır.
“Malta Yargılaması tarihimizin önemli bir sayfasıdır. Ermeni soykırım iddialarını bütün boyutlarıyla boşa çıkaran hukukî ve tarihî sonuçları vardır. Ancak unuttuğumuz, bize unutturulmuş olan bir sayfadır bu.
1915’de olaylarının soykırım olduğuna ilişkin ulusal veya uluslararası hiçbir mahkeme kararı yoktur. Ama aksini, soykırım olarak tanımlanacak bir katliam yapılmadığını hükme bağlayan yargı kararı vardır. Savcılık soruşturması yargı sürecinin ilk aşaması olduğuna göre, Ermeni soykırımı olmadığını ortaya koyan bir yargı kararı elimizdedir. Bu karar, bizim “Malta sürgünleri” deyip geçtiğimiz, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın takipsizlikle sonuçlandırdığı Malta yargılamasıdır.” diyen Uluç Gürkan, her platformda uykudan uyandıran çalar saat misali yılmadan usanmadan, bizim unuttuğumuz, bize unutturulan Malta Yargılamalarını anlatmaktadır.
Kendi tarihimiz, benliğimiz ve millî bilincimiz noktasında hâlâ üç yüz altmış dört gün uyumaya devam mı?