Zorunlu Temel Eğitimde Yeni Düzenlemeler Yapılırken

16.8.1997 tarihinde kanun edilip, 18.08.1997 tarihinde resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4306 sayılı Kanun Türk Milli Eğitiminde önemli değişiklikler yapılıyordu. Beş yıllık zorunlu eğitim sekiz yıla çıkmak suretiyle halkın eğitim seviyesi yükselecek, ekonomi düzelecek, millet topyekûn kalkınacak, ilerleyecek ve Türkiye AB üyesi olacaktı. Artık ilkokul çocukları yaşlarına bakılmaksızın, sabah yataklarından kalkar kalkmaz, kaç kilometre ilerde başka bir […]


Paylaşın:

16.8.1997 tarihinde kanun edilip, 18.08.1997 tarihinde resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4306 sayılı Kanun Türk Milli Eğitiminde önemli değişiklikler yapılıyordu. Beş yıllık zorunlu eğitim sekiz yıla çıkmak suretiyle halkın eğitim seviyesi yükselecek, ekonomi düzelecek, millet topyekûn kalkınacak, ilerleyecek ve Türkiye AB üyesi olacaktı.

Artık ilkokul çocukları yaşlarına bakılmaksızın, sabah yataklarından kalkar kalkmaz, kaç kilometre ilerde başka bir köye giderek, okuyacaklardı. Buna “Taşımalı Eğitim” deniyordu.

Uygulamanın yaygın olarak başladığı iki bin yılı başlarında, kim, nasıl ve niçin taşıyacaktı? Türkiye’nin coğrafi ve iklim şartları buna uygun muydu? Bu konuşulmamıştı bile, aslında konuşmaya ihtiyaç da yoktu.

Birilerine göre, bu memlekette her türlü eğitime, okumaya karşı olan milliyetçi, muhafazakâr, başka deyişle “irticacı” bir kesim bundan rahatsızdı. Onlar rahatsızsa, yapılanlar doğruydu.

Aydınlar, yazarlar, gazeteciler ve TV tartışmacılarının alkışları arasında çıkan kanun çıktı ve uygulama ciddi anlamda değerlendirilip, eleştirilmeden yürürlüğe girdi,

Bunun çok ciddi problemlere sebep olacağını bilen eğitimcilerin bir kısmı da “28 Şubat süreci olarak bilinen “post-modern darbe” sebebiyle kapalı odalarda konuşsalar da, kimseye sesleri ulaşmamıştı.

Uygulamanın ilk başladığı 1998 kışında, kalorifersiz köy minibüsü ya dereyi geçerken suyun ortasında bozulup kaldı veya karlı bölgelerde buzda kayıp, yan yatınca çocukları donma tehlikesi atlatan anne babalar, çocukları ile yanlarına alabildikleri bazı eşyalarla ilk fırsatta, önce il veya ilçedeki yakınlarının evine göçmüştü. Peşinden de bulabildikleri kiralık bir eve yerleşerek, çocuklarını sağlık ve güvenlik içinde gözlerinin önünde okutmayı seçtiler.

Ülke genelinde yaygın olarak görülen bu uygulama, köylerin boşalması, şehirlerin biraz daha köylüleşmesine ek olarak, köylerde tarım ve hayvancılığın azalmasına sebep olmuştu.

Şu anda ithale dayalı tarım ürünleri ile et ve kurbanlığın da ithal mala kalmış olmasında taşımalı eğitimin olumsuz katkısı unutulmamalıdır.

Müfettişlik sebebiyle ülkemizi dolaşırken gittiğimiz köylerdeki sıkıntıyı, yanlışları ve gelecekte ödenecek faturaları görmeye başlayınca, Eylül 2002 tarihinde başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere devlet büyüklerine ve bazı siyasi parti başkanlarına “Türk sosyo – kültürel ve siyasal hayatında taşımalı eğitimin olumsuz etkileri” konulu bir mektup yazmıştık.

Türk sosyo-kültürel hayatının gelişmesi, sosyo – kültürel yapının yükselmesi ve demokratik kültürün yerleşmesinde öğretmenin, özellikle de köy öğretmeninin fevkalade önemli bir yeri olduğu, “taşımalı eğitim” düşünülürken bunun düşünülmediğine işaret edilmişti

1997 yılına kadar hemen her köye yol, okul ve ışık götürülmüştü. Coğrafi ve iklim özelliklerine bakılmadan köy okulu her zaman açık tutulmuş, tarım toplumu olan ülkemizde işin az olduğu aylarda bile öğretmenler, görevli oldukları köyde oturur hale gelmişti. Kahvede, köy meydanında, düğünde, dernekte, medeni, kültürel gelişme ve anlayışta, dünyaya bakışta öğretmenin etkisi ve katkısının hissedildiği, herkesin öğretmeni örnek insan saydığı anlatılmıştı.

Muhtarİmamöğretmen üçlüsünün öncülük ettiği Ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve diğer gelişmesindeki dengeye dikkat çekilmiş ve öğretmenin yeniden köye gönderilmesini istemiştim.

Aradan on dört yıl geçti. Bu süre içinde köylerde tarım, hayvancılık ve çocuk kalmadı.

Mısırdan sarımsağa kadar pek çok tarım ürünü yanında canlı hayvan ve kurbanlık ithali dâhil pek çok zararı fiilen görülmeye başlandı.

Şimdi kesintisiz eğitimden vaz geçilerek kesintili eğitime dönüleceği, 4+4+4=12 yıllık zorunlu eğitime geçileceği anlaşılmaktadır.

Medyada daha çok laikçi, ateizme yakın insanların iddiasına göre bu düzenleme İmam-Hatip okulları ile Kuran Kurslarına öğrenci göndermek amaçlı ve stratejik- politik bir düzenleme gibi gösterilmektedir.

Biz bu kanaati paylaşmadığımız gibi, doğru da bulmayız.  Bizim tahminlerimizin aksine bu iddiada bulunanlar haklı iseler, o konularda da hatırlatmamız gereken meseleler olduğuna dikkatlerinizi çekmek istiyoruz.

 

Eğitimin Eksik Yanlarında Hatırlanması Gerekenler

Ülkemizde “eğitim” sözünün yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığından emin değilim. Eğitim, daha çoköğretim anlamında kullanılıyor.

Yani yöneten de, öğreten de, eğiten de böyle bir yanlışı yaşıyor.

İlköğretim, adı üstünde ilk öğrenilecek şeyleri öğreten bir faaliyettir. İlk öğrenilecek olanın daokuma- yazma olduğunda kuşku yoktur. Daha sonra hayatın bütün kademelerinde öğrenilecek her şeyi de içine almaktadır.

Eğitim ise, insanın yaşayacağı hayat içinde ondan beklenen olumlu ve uyumlu davranışları kazanmasını sağlayan sosyal, kültürel, psikolojik, dinî, Ahlâkî ve diğer alanlarda ki davranış ve becerileri kazanması anlamında kullanılmaktadır.

Eğitim kelimesi kültürümüzde ve dilimizde yenidir, eskiden eğitim yerine, “Gazi Terbiye Mektebi”örneğinde olduğu gibi, “terbiye” kelimesi kullanılırdı. 

Şimdilerde ise, terbiye kelimesi, daha çok terbiye almamış şeklinde, ahlaksız anlamı için kullanılmaktadır.

Meslek kazandırmaya yönelik yüksek okul ve fakültelerin bir kısmında, ilahiyat fakültesi örneğinde olduğu gibi, eğitim verilmemiş olması, –kasıtlı değilse– bir zihin karışıklığının eseri karışıklığının eseri gibi anlaşılmaktadır.

İmam-Hatip lisesinde müzik, ilahiyat fakültesinde “dinî musiki” dersinde ”ezan okuma”yı öğretmeyen, yani ezan eğitimi vermeyen öğretim ne işe yaramaktadır?

Eskiden her minareden canlı insan sesi ile okunan ezanla il veya ilçe genelinde tek sesle merkezden okunan ezan aynı hazzı veriyor mu, dersiniz?

Öğretim, her çocuğa verilmesi gereken zorunlu bilgiler yanında, insana lazım olan insanca davranışlar, kuracağı işi veya mesleği ile ilgili eğitim de verilmelidir. Öğrenilen şeylerin uygulama ve tekrarlanarak yaşanılabilir hale geldiği hatırlandığında, yeni düzenlemelerde bu husus mutlaka yer almalı, bütün öğretim kurumlarında eğitim ağırlıklı olarak yer almalıdır.

Öncelikli mesele budur.

Özellikle ilköğretim çocuklarla birlikte anne-babaların da eğitimine ciddi katkılar sağlayabilir, hâle gelmelidir.

 

İmam-Hatip Liseleri Meselesi

İlk defa 1949-1950 öğretim yılında, CHP tarafından açılan İmam- Hatip Okulu; 4 yıllık ortaokula dayalı3 yıllık lise şeklindeydi. Hem orta, hem de lise kısmında okuldan mezun olacakların genel olarak İmam-Hatip olacakları düşünülerek müfredat programları ona göre geliştirilmişti.

İmam-Hatip olarak görev yapacakları köy, kasaba veya şehirlerde önderlik edecekleri toplumun ihtiyaçları göz önüne alınarak, son derece önemli olan “sağlık bilgisi”, “kanun bilgisi” gibi dersler yanında meslekleri icabı bilmeleri gereken Kur’an, Arapça, Farsça, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam gibi meslek derslerine ilave olarak ortaokul ve lise müfredatı aynen okutulurdu. Eğitimi gerekli olan konularda gerekenler yapılırdı.

İmam-Hatip Okulunu bitirenlerden ciddi bir kısmı lise sınavlarını da vererek farklı üniversitelere gidiyor, farklı alanlarda diploma alıyor, başarıları sebebiyle de toplumda itibarları ve sevgileri artıyordu.

Bu itibar ve sevgi sebebiyle okullar öğrencileri almaz hale geldikçe de siyaset İmam-Hatip okulu sayısını artırmak zorunda kalmıştı.

 

1969 yılına gelindiğinde masonik ve kendilerini ilerici sanan çevrelerce, İmam-Hatip mezunları kendi varlıklarına tehdit olarak görülmeye başladı.

Yanlış hatırlamıyorsam DPT projesi olarak İmam-Hatip Okulu mezunları “şu anda fiilen ne yapıyor” gibi bir proje çalışması yapılmıştı. Kimse kuşku duymasın diye de, İstanbul Yüksel İslam Enstitüsü İslam Tarihi Hocası Merhum Sabri Sözeri anket uygulaması için görevlendirilmiş, kendisine tek tek herkesin adresi verilmişti.

Bu satırların yazarı o tarihte tiyatro ile meşguldü ve Necip Fazıl tarafından yazılmış olan “Sultan Abdülhamid” adlı 3 perdelik bir melodramda, “Sultan”ı temsil ediyordu. Burdur ilindeki oyunu da seyreden Hocam, oyun sonrasında benimle de konuşmuş ve anket doldurmuştu.

İmam-Hatip mezunları aktörlük dâhil bilim, sanat, kamu yönetimi, tıp gibi farklı alanlarda yer almıştı. Bu fiili durum korkanların korkusunu daha fazla artırmış olacak ki, 12.Mart 1971 muhtırası sonrasında, İmam-Hatip Okulu tasfiye edilerek, orta kısmı olmayan, meslek dersleri ve eğitim kısmı azaltılmış bir İmam-Hatip Lisesi açılmıştı.

Verdiği diplomada ise, “İmam-Hatip ve Lise Diploması” yazıyordu.

Üzülerek ifade etmeliyim ki, başta İmam-Hatipler üzerinden siyaset yapanlar olmak üzere İmam-hatip okulu mezunları dernekleri, federasyonları, vakıf ve dernekler dahil hiç kimse bu yapıya itiraz etmemişti.

Nerede ise, her üniversitede ilahiyat fakültesinin açıldığı günümüzde İmam-Hatip Lisesine ihtiyaç olup olmadığı özellikle tartışılmalıdır.

 

Dinin Öğrenileceği Yer Okul

Cumhuriyet kurulduğunda, alınan bir takım tedbirlerin, yeni Cumhuriyet’in korunması amacına yönelik olduğu biliniyor. Bütün tedbirlere rağmen merhum Atatürk Nutuk’ta “Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmek zorundayız. Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da okuldur” [1] demektedir.

Devleti yönetenlerin, devletin açtığı okuldan rahatsız olmaları, bu okulları varlıkları veya kurumları adına tehdit saymalarını haklı gösterecek hiçbir ciddi dayanağı olamaz.

Demokratik, laik, hukuk devleti”, vatandaşlarının her türlü ihtiyacını karşılayacak tedbiri almaktan sorumludur. Din ve vicdan hürriyetinin temel insan haklarından olması da devlete yetki ve sorumluluk yüklüyor, olmalıdır.

Bu noktadan bakıldığında Türk Milletinin büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Her Müslüman’ın namaz kılacak kadar Kur’an okumayı öğrenmesi de dinin inkâr edilemez, vaz geçilemez emir ve inançları arasında yer almaktadır.

Bunun da okunup öğrenileceği yer, okul değil midir?

Kendileri Müslümanlardan saygı bekleyen ateist(din tanımazlar)lerin dindar insanlara saygı duymaları da gerekiyorsa –ki öyle olmalıdır– onlar da bu saygıyı öncelikle ve ısrarla duymalı ve bunu aksettirmelidir.

İmam-Hatip Okulu veya lisesi meselesi, aslında camiye imam ihtiyacından çok, insanların çocuklarının dini bilgi alması ve öldüklerinde hiç olmazsa Fatiha okumaları amaçlıdır. Devlet bu ihtiyacı mutlaka karşılamalıdır.

Bu gün bir kesimin rahatsız olduğu “Cemaat ve Tarikat” organizasyonları da, dindarların ihtiyaç duyduğu dini bilgi ve eğitiminin, çocuklarına meşru ve rahat bir şekilde verilememesinden kaynaklandığını da kabul etmeliyiz.

Tarikatların temel işlevinin yaygın eğitim olduğunu kaç kişimiz biliyor?

Hacı Bektaş Veli Dergâhı, dergâh olarak açılmış olsaydı, bugün Alevi meselesi olur muydu?

Alevilik meselesinin sorun haline gelmesinin kaynağı nasıl yasakla ilgiliyse, din eğitimi konusunun da kaynağı odur.

Herkesin bir birini iyi anlaması için bu örnek önemli olmalıdır.

Kuran Okuma İhtiyacı Kuran Kursuyla Karşılanır mı?

Kur’an okuma imkânının ortadan kalkması “gizli Kuran Kursu” diye şöhret olan, evinde çocukları ve/ya torunlarına Kur’an okutmak isteyen baba veya dedenin komşu çocuklarına da Kuran okutmaya çalışmasına verilen addı.

Bu metod olarak benimsenmesi Süleymancılık denilen bir anlayışı doğurmuştu.

Kur’an okullarda okutulamadığı dönemlerde, Kuran Kurslarının artması, Diyanet’in bunu bir prestij faaliyet olarak sahiplenmesi de bu ihtiyacı karşılayamadı.

Özellikle 28 Şubat sürecinde ilköğretim beşinci sınıfı bitirmeyenlerin cami kurslarına bile devamına imkân vermeyen uygulamalar, Kuran Kursu sayısının alabildiğine artmasına sebep oldu. Fakat bu defa da genç, okul çağındaki çocuklar yerine özellikle yaşlı hanımlar öğrenci profilinde çoğunluğu oluşturmaya başladılar.

Sosyalleşme ve sosyal gelişmeye katkı bakımından, çoğunluğu köyden gelmiş hanımlar olan bu yeni öğrenci profili açısından yararlı olduğu da kabul edilmelidir.

Ancak, bu tür kurslarla milletin Kur’an okuma ihtiyacını karşılama imkânı olmadığını herkes bilmektedir.

Hiç olmazsa gelecek nesillerimizin Kur’an-ı Kerimi hiç olmazsa namaz kılacak kadar olsun okumayı öğrenebilmesi için ilköğretimin kademelerinden birine seçmeli ders olarak konulması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bu memlekette yaşayan CaferiAleviŞafiiHanefi ve diğer kim varsa, Kur’an herkesin kitabıdır.

Her kes hiç olmazsa, anası, babası öldüğünde cenaze namazını kılmayı ve arkasından üç İhlas, birFatiha okumayı öğrenmeyi istemektedir.

Bu kadar mâsum bir talebin kabul görmesi, ülke nüfusunun çoğunluğunu mutlu edecektir. Bu gerçekleşirse, muhtemelen İmam-Hatip liselerine de ihtiyaç kalmayacak, Diyanet de ihtiyacının tamamını İlahiyat fakültelerinden karşılayacaktır.

Bakınız Şah İsmail Türk Milletinin yaşayan çoğunluğunun da sesi olarak ne diyor:

“Hatai’yim, Hakk’ı dilinden komaz

Daima ederiz biz Hakk’a niyaz

Yedi “Yasin” ile üç kere “ihlas”

Hak nasip eyleye öldüğüm zaman”

 

Türk Milliyetçileri 1978 yılından bu güne bu temel ihtiyacı görmüş ve dillendirmeye devam etmektedir.

Şimdi sıra benim de okuduğum İstanbul İmam-Hatip Okulu mezunu Başbakanımız’da, O’nun İmam-Hatip Okulu mezunu Milli Eğitim Bakanı’nın da.

Bizi mahcup etmeyecekleri umudu ile…

25 ocak 2012

Yazar

Abdülkadir Sezgin

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar