Rejimlere rengini veren asıl etken, yönetimde kullanılan insan gücünün niteliği ve halka karşı duyarlılık derecesidir. Demokratik düzenlerde, yönetim sisteminin kullandığı insan kaynağının, liyakatli, yaratıcı, girişimci, üretken ve ahlaklı insanlardan meydana gelmesi beklenir. Oysa, günümüzde çoğu yönetim sistemi, liyakatli ve halka yakınlık duyan insanlar yerine, daha çok tepe yöneticiye ideolojik ya da kişisel çıkarlar doğrultusunda bağlılık gösterecek kişilerle çalışıyor. Bu toplumlar, demokrasiyle anılmış olsalar bile, büyük ölçüde otokrasi formatında yönetiliyor.
Bu tür popülist demokrasilerde yapılan seçimlerde birtakım hileler yapıldığına ilişkin iddialar ortaya atılıyor. Yine, hileli seçim iddialarının olduğu toplumlar, aynı zamanda çok fazla yolsuzluklarla anılıyor. Toplumun üretken ve dar gelirli çalışan kesimi genel gidişattan büyük ölçüde rahatsızlık duyuyor. Buna karşılık, fazla bir katma değer yaratmadan yüksek ücret ve imkanlara sahip yönetici sınıf ile siyasal yandaşlık üzerinden kolay yoldan servet elde edenler oldukça hoşnut görünüyor. Bu arada, ideolojik takıntısı olan topluluklar ile sosyal yardımlarla yaşamaya bağımlı hâle getirilen bir kesim ise sessiz kalıyor.
Toplumların kapsamlı sosyal değişmeleri ile yönetim anlayışları arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu görülüyor. Bu konudaki en önemli örneklerden birisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nin egemen yönetim uygulaması, saraya bağlılık esasına dayanan ‘patrimonyal bürokrasi’ iken, Türkiye Cumhuriyet’inin yönetim tarzı Weber’ci anlamda ‘modern bürokrasi’ olmuştur. Bu değişim, Türk yönetim düşüncesine, çalışanların liyakatine ve verimliliğine odaklanan rasyonel bir yenilik getirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk yönetim düşüncesinde yaptığı bu devrim sayesinde ülke, döneminin en başarılı yönetim sistemine ve yöneticilerine kavuşmuştur.
Atatürk’ün Türk yönetim düşüncesine getirdiği bu anlayışta, yöneticilerin kendilerinden çok, görevin kendisine ve toplumsal süreçlere odaklanması beklenir. Yönetim sisteminde yer alanların, öncelikle millî devletin/milletin memuru olma bilinciyle görev yapmaları sağlanmıştır. Ancak, Atatürk sonrasında ihtilalci-darbeci takımı ile solcu-sağcı popülist siyasetçiler yüzünden, Türk yönetim düşüncesinde sapma biçiminde ciddi değişimler yaşanmaya başlamıştır.
Kapsamlı iktidar değişimlerine bağlı olarak yönetim ilişkilerinde meydana gelen çarpıcı değişmelerden bir örnek de Yugoslavya Devrimi sonrasında yaşanmıştır. Yugoslavya örneğinde, devrim öncesi halktan kopuk, kendi çıkarlarını daha fazla önceleyen yönetim ilişkileri değişmemiş, buna karşılık eski yönetici takımının yerine yeni bir yönetici sınıf ortaya çıkmıştır. Milovan Djilas, devrim sonrasında kendisinin de içinde yer aldığı ‘Yeni Yugoslavya’ yönetimine ilişkin gözlemlerini, 1957’de ‘Yeni Sınıf’ adlı kitabıyla paylaştı. Djilas, ‘Yeni Yugoslavya’ yönetimiyle toplumun hayat şartlarında fazla bir değişmenin olmadığını, önceki rejimin kapitalist ve toprak ağalarının imtiyazlı durumunun yerine yeni rejimin üst düzey yönetici sınıfının geçtiğini gösterdi (1).
Türk kamu yönetiminde personel rejimi, yapısal olarak Max Weber’in liyakat esasına dayalı rasyonel bürokratik yaklaşımına göre düzenlenmişti. Bu sistemde, devlet memurluğu bir meslektir. Yasalara uyulduğu ve görevler etkili bir biçimde yapıldığı süre içinde kamu görevliliği devam eder. İktidarlar gelip geçicidir ve devlet memurluğu emekli oluncaya kadar sürdürülür.
Belirli hukuki güvenceler ve düzen içinde devletin yürütme organının tepesinde, halk tarafından seçilen siyaset kökenli yöneticiler bulunmakla birlikte, öteki çalışanlar devletin tarafsız çalışanlarıdır. Bu durumda, ‘devlet’ aygıtı ile ‘hükümet’ birbirinden ayrılır ve ‘millî devlet’ dokusu siyaset yoluyla yıpranmaz. Ayrıca, iktidar değişmiş olsa bile kamu personelinin ana omurgasında fazla bir değişme olmaz. Bu sistemin en önemli yönü, siyasal iktidarın hukuki düzeni zorlayacak kararlar almasına ve uygulamasına, tarafsız kamu görevlileri aracılığıyla çok ciddi bir sınırlılık getirilmiş olmasıdır. Yeni hükümet olan siyasal iktidar, yalnızca anayasal düzen ve ahlaki ölçüler kapsamındaki talepleriyle ilgili çalışmalar yapmak zorunda kalır.
Devletin zaafa düşmemesi ve dış müdahalelere açık bir hâle gelmemesi bakımından, özellikle yargı, asker, diplomasi ve üniversite gibi kurumların siyasallaşmaması gerekir. Devletin bağımsızlığı ve toplumun gönenci için kamu görevlilerinin tamamen hukuk ve ahlak ölçüsünde hareket etmeleri oldukça önemlidir. Kamu adına görev yapan insanların, siyasal iktidarın bir elemanıymış gibi siyasallaşma sürecine girmesi, her şeyden önce millî devletin siyasal iktidar düzeyine indirgenmesi anlamına gelir. Bu durum, devletin ciddiyetini ortadan kaldırırken toplumsal bütünlüğe büyük bir darbe indirir.
Popülist demokrasilerde uzun süre iktidar olan hükümet uygulamaları gösteriyor ki devletin bir kısım liyakatsiz elemanları, zaman içinde siyasal iktidarın bir parçası hâline geliyor. Sürekli iktidar olmanın avantajıyla kendilerinden önceki dönemlerde göreve başlamış olanların emekliye ayrılması sonrasında, çoğunlukla liyakatine bakılmaksızın doğrudan siyasal eğilimine göre eleman alma yönüne gidiliyor. Kamu yönetiminin geçmiş uygulamalarına ilişkin öfke ve kıskançlık gibi duygularla dolu olan ya da öteden beri derin bir statü açlığı bulunan özellikle taşralı kişiler, çok hızlı bir biçimde ‘devletin’ çalışanı olmak yerine, ‘iktidarın’ bir parçası olma biçiminde kişisel çıkarlarına yöneliyor. Ayrıca, siyasal iktidarların demokratik döngülerle değişmediğini gören ve tarafsız olması gereken bürokratlar zaman içinde giderek siyasal iktidarın birer yandaşı olma eğilimi gösteriyor.
Aşırı siyasallaşan devlet çalışanlarıyla ilgili en yaygın gözlem, yetkili ve etkili kamu görevlerine talip olanların, siyasal mekanizmaya son derce bağlılık göstereceği izlenimi veren bir çaba içinde bulunmasıdır. Aslında, anayasal düzen kapsamında her türden devlet memurunun, ‘kanunsuz emre’ karşı direnme hakkının bulunmasına rağmen, tarafsız olunmayınca çok rahat bir biçimde hukuk dışına çıkılabiliyor.
Her siyasal iktidar, açık ya da örtülü amaçlarına ulaşma konusunda programını, çoğunlukla birlikte çalışmayı seçtiği yöneticiler üzerinden yürütmeye çalışır. Hukuki ve ahlaki sınırlar içinde kalmak kaydıyla siyasal ve toplumsal taleplerin seçilen ya da atanan yöneticiler aracılığıyla gerçekleştirilmesi son derece demokratik bir haktır. Ancak, popülist demokrasilerde, halktan ve toplumsal taleplerden büyük ölçüde kopmuş olan siyasal iktidarların, kendi kişisel ikballerine ve örtülü amaçlarına daha fazla yöneldikleri görülüyor. Bu aşamada, hemen bütün popülist demokrasilerde siyasetçiler, farklı inançlara sahip olsalar bile kendi inançlarının temel öğretilerinden çok, o inancın söylem ve simgeleri üzerinden siyasal popülizmi sürekli canlı tutmaya çalışıyorlar. Bu görüntü altında, çok ciddi hukuk dışı uygulamalar yapılıp yolsuzluk iddialarının üzeri çok kolayca örtülebiliyor.
Toplumsal bilincin gelişmediği ya da siyasal demokrasinin bir ganimet sistemi gibi görüldüğü toplumlarda, özellikle kamu yöneticilikleri, daha çok bu konumun sağladığı maddi çıkarlar ve statü amacıyla isteniyor. Bu konumların ‘akçeli’ görevler olması, bozuk bir düzende yolsuzluklara uygun ortam hazırlıyor. Yargı bağımsızlığı olmayan ülkelerde, yolsuzlukların çok daha fazla yoğun olması ve birçok üst düzey kamu görevliliğinin bir ganimet anlayışı içinde dağıtılması rastgele bir uygulama değildir.
Yönetim bilimciler, çalışanların vasıf düzeyinin artışı ve katma değeri yüksek sektörlerin çoğalması gibi etkenlerden dolayı bürokratik yönetimlerin artık yetersizliğine işaret ederek, yerine katılımcı yönetim anlayışının geçmesi gerektiğini savunurlar. Bürokrasi, özellikle vasıflı insan kaynağının, girişimcilik, yaratıcılık ve yenilik gibi yönlerinin açığa çıkmasına ket vurması bakımından yetersiz kalıyordu. Ayrıca, bürokratik yönetimin birçok patolojik yönünün bulunması nedeniyle- haklı olarak- yoğun bir eleştiriye tabi tutuluyordu. Ancak, popülist demokrasilerde yönetim yapılarının, liyakatsiz ve tutkulu yöneticilerin elinde ülkeyi kaotik bir duruma düşürüp çok sayıda yolsuzluklara saplanıyor olması, yüzyıllık bürokrasiyi bile mumla aranır hâle getirdi.
Gelecekte katılımcı yönetim uygulamalarına sağlam bir alt yapı oluşturması bakımından mevcut popülist yönetimlere, yeniden bilim ve hukuku önceleyen bürokrasi yöntemiyle çekidüzen vermek zorunluluk gibi görünüyor. Bu bağlamda, yargı, diplomasi, güvenlik güçleri ve akademik kurumlar gibi alanlarda çalışan kamu görevlilerinin liyakat ve tarafsızlığı, millî devletin ve millî egemenliğin en önemli güvencesidir.
https://www.britannica.com/biography/Milovan-Djilas (Erişim Tarihi: 29.09.2025)
Nükleer serpinti, nükleer santral kazasında kontrolsüz olarak salınan radyoaktif maddelerin hava yoluyla çevreye dağılmasıdır. Bu… Devamını Oku
Kolektif hafıza, manipülasyona bir hayli açık bir alandır ve toplumun temelini sarsmak isteyenler tarafından durmaksızın… Devamını Oku
Türkiye’nin resmî olarak nükleer silah programı yoktur. İncirlik Hava Üssü'nde tahminen yirmi–elli civarında ABD B61… Devamını Oku
Bir atom bombası patladığında ortaya çıkan etkiler genellikle beş ana kategoride incelenir. Patlamanın merkezinden yayılan… Devamını Oku
Araçlar trafik kurallarını unutmuş; torpili olan çakarlı, çarpmaya müsaadeli, kaldırıma park edebilmeli, kırmızı ışıkta geçebilmeli.… Devamını Oku
Bu tehditler, sadece güncel politik krizlerin yüzeysel tezahürleri değil, aynı zamanda insan doğasının derinliklerine inen,… Devamını Oku