Büyük tehlike: Cami ve kışlada siyaset

Birkaç yüzyıllık tarihimiz Türk Ordusu’nun ve dinin siyasette kullanılmasıyla neler yaşadığımızı yazar. Cumhuriyet ilanıyla birlikte ancak düzlüğe çıkılmıştır. Yapmak zor ama bozmak çok kolaydır. Eğer bu topraklarda sıkıntımız varsa daha dikkatli olmak vazgeçilmez mecburiyettir.


Paylaşın:

Cami ve kışla Türk kültürünün en önemli sembolleri. Buna okulu da ekleyebiliriz ancak bu yazıda ona girmeyeceğim. Elbette başka semboller de var. Ancak bu iki unsur milletin ve devletin hayatında en önemli sütunlar. Toplumun düzeni okulla beraber bu sütunlar üzerinde dengededir. Dolayısıyla üç sütundan birisindeki farklılaşma toplumun dengesini bozacak etkiye sahiptir. Eğitim de hayatın her alanında ve her anında zaten.

Camilerdeki siyaset

Bugün Türkiye’yi yönetenlerin camiye yükledikleri anlam çok farklı. Doğrudan toplumu istedikleri tarafa yönlendirme aracı gibi bakıyorlar. Hedeflenen “Menzil”in aracı hâline getirilen caminin de cemaati her geçen gün azalıyor. 

İnternette gezindiğimizde örnekler karşımıza çıkıyor. Mesela Suriye’de 34 Mehmetçiğimiz Rus füzesiyle şehit edildikten (27 Şubat 2020) bir hafta sonra Rusya’dan dönen Erdoğan, aynı gün, (6 Mart 2020 Cuma), Cuma namazı sonrasında, Çamlıca camisinin içinde, konuşmuştu. Konuşmasında Rusya ile yapılan ateşkesten bahsederek, “Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. 3 Ayların içerisinde yaptığımız, yapılan tüm ibadetleri Rabbim kabul eylesin … En sonunda masaya oturduk ve dün gece yarısı itibariyle ateşkes ilanında anlaştık … Temennimiz odur ki bu sürer ve böylece Müslümanın Müslümanla böyle bir savaşı yapması da bitmiş olur. Hepsinden öte tabii bu süreç içerisinde duaların kabulüyle bu neticeye vardık.” demişti. (Suriye’deki savaşın Müslümanlar arasında olduğunu duymaya pek alışık değiliz, değil mi?)

O dönemin üzerinden çok zaman geçti, unutulmuş olabilir. Otuz dört şehit ve bir de üstüne Moskova’daki kapıda bekletilme görüntüleri infial yaratmıştı. 

Camide sadece siyaset üzre de konuşulmadı. Mesela 21 Ocak 2022 Cuma namazı sonrasında, mihrapta, “Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Âdem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir.” sözleri duyuldu. Bu sözler çok ünlü bir sanatçının şarkı sözlerine ilişkindi.

Cami içindeki bu cümleler basın aracılığıyla kamuoyuna aktarıldı elbette. Söylenen yer cami, muhataplar Müslümanlar, söyleyen de toplumun sulh ve sükunundan sorumlu cumhurbaşkanıydı. Ama aynı zamanda AKP Genel Başkanıydı da.

Seçimde Kaybettiklerimiz başlıklı yazım “Türk Milletinin birliğine en büyük tehdit de Sultanahmet Camisinin avlusunda yapılan mitingle, seçim gecesi Cumhurbaşkanlığı’nın bahçesinde yapılan konuşma oldu. İkisinde de rakip adayın nezdinde Türk Milletinin diğer yarısı yuhalatıldı. Birincisinde dinimizi kaybettik, ikincisinde devletimizi.” sözleriyle bitiyordu.

Ama camideki ideolojik ve siyasi faaliyetler hiç hızını kesmeden devam ediyor.

Memur eğitimindeki ideoloji

Eğitim çok önemli. Aynı zamanda kutsal da. Çünkü insana hizmet ediliyor. Bilgili, donanımlı insan yetiştirilmesini anlatıyor. Türk çocuklarının özgür, düşünen ve aklını kullanabilen, ahlâklı bireyler olarak hayata hazırlanmasında hayati bir konumda bulunuyor. 

Eğitim hayat boyunca yenilenerek devam etmeli. İnsan her aşamada kendini eğitmeli. Devlet de çalışanlarını gelişmelere göre eğitmeli. Ama, devlette, işin içine ideolojik hedef ve yaklaşımlar girince eğitimdeki bu masumiyet yerini ayrışmalara bırakıyor. Bunun örneği Diyanet İşleri’nde görülüyor.

Diyanet’te, çalışanlarının eğitimi için bir Diyanet Akademisi kuruldu. Güzel elbette. Ancak bu sene ilk olan mezuniyet törenindeki konuşma eğitimin hedefindeki ideolojiyi ortaya koyuyor. Tabi, bu hedef aynı zamanda devletin görevlilerine talimatı gibi. Çünkü konuşma Cumhurbaşkanı tarafından ve Cumhurbaşkanlığı konferans salonunda yapılıyor. Yani konuşan devletin en üst temsilcisi, dinleyenler devletin memurları.

Konuşmada birkaç düğüm var. Birisi, “vatandaşlara sahih İslam anlayışını ve ehlisünneti anlatma … mücadelesinde yanınızda olacağım”daki “Sahih İslam” kavramında. Yani “Benim inandığım sahih İslam’dır.” anlayışında.

Bu anlayışa göre, İslam’ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık edilmektedir. Bu da “esasında dininin bizatihi kendisine husumettir.” Ancak hemen arkasından da “İnanıp inanmamak, yaşayıp yaşamamak elbette bir tercih meselesidir ama dinin emirlerine dil uzatmak başka bir konudur.” cümlesi geliyor. (Tırnak içindeki ifadeler de Erdoğan’ın konuşmasından.)

Şeriat İslam’ın değil Müslümanların koyduğu kuralların bütünüdür. Dolayısıyla bunu söylemek, dinin emirlerine dil uzatmak ya da dine husumet olabilir mi? Müslümanların yaşadığı ülkelerde kurallar değişiklik arz etmektedir. O halde din mi değişmektedir?

Türk kimliği ve din

Bir başka düğüm de Konuşmadaki, ‘İslamsız Türklük’ tanımını getirmek isteyenler vurgusunda. Müslüman olmayan Türk olamaz anlayışı hâkim. Hatta “bu topraklarla hiçbir illiyeti” yoktur diyerek net bir duvar da örülüyor. Şimdi, bir TC vatandaşı, “Ben Tanrı’ya inanmıyorum” dese ve bunu yüksek sesle dile getirse Türklükten ve vatandaşlıktan çıkmak için yeterli olabilecek bir suç mu işlemiş olacak?

Konuşmada Türklük için başka bir şart daha ifade ediliyor.  “İslam’ın gaza ruhunu taşımayan bir Türklük tanımı ve projesi, aslında Türk milletini müzeye kaldırma, folklorik bir öge hâline getirme teşebbüsleridir.” cümleleri var. Gaza,İslam dinini korumak veya yaymak amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yapılan kutsal savaş (TDK sözlük)” anlamına geliyor. Şimdi diyanetin memurları, Türklerin yaşadığı ülkede, yurt sathında gazaya mı çıktılar?

“Ülkemizde özellikle tek parti dönemiyle başlayan, daha sonra vesayet dönemlerinde artan kimliksizleştirme politikaları, bu toprakların nasıl vatan kılındığını bilmeyen, milletimizi millet yapan hasletlere bigâne olan, Türkiye’ye dair hiçbir tasavvuru, hiçbir hayali, hiçbir endişesi olmayan zihni ve kalbi sömürgeleştirilmiş bir güruh ortaya çıkarmıştır” cümlelerindeki kimliksizleştirme iddiası Cumhuriyetin kuruluşundaki Türk kimliğini hedef almaktadır.

Cumhurbaşkanı, Diyanet memurlarından İslam’ın hakikatlerinin egemen olmasının ancak din görevlilerinin gayretleriyle gerçekleşeceğini belirtiyor.  “Irkçılık, asabiye, mezhepçilik, tefrika, cehalet gibi sosyal marazları ortadan kaldırma ancak sizlerin emekleriyle mümkün olacaktır.” diyor. 

Buradaki asabiye milliyetçilik yerine kullanılıyor. Diyanet’in İslam Ansiklopedisi asabiyeti, “Topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu” diye tanımlıyor. Anlaşılan ittifak ortaklığı hassasiyeti milliyetçilik demeye engel oluyor ama eşanlamlısını kullanılmasında bir beis görülmüyor.

Anayasamız, 136’ıncı maddesinde çerçeveyi, “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” şeklinde çizmiştir.

Kışladaki iftar

Cumhurbaşkanı 18 Mart akşamı Ankara’da, 4. Kolordu’da askerlerimizle iftar yaptı.  Burada yaptığı konuşmada önemli sözler söyledi. Ordu’muzun bir biriminde söylenmiş olması da sözlerin ağırlığını artırdı. Cumhurbaşkanı, “Güçlü bir orduya sahip olmak bizim için tercihten öte bir mecburiyettir.” dedi. Çok doğru, ancak…

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tayin ve terfi yöntemi değişti. Daha önce belli dönemlerde yapılan tayin ve terfi yöntemi terk edildi. Artık cumhurbaşkanını uygun gördüğü zamanlarda yaptığı atama ya da görevden almalar devreye girdi.

Seçimlerde adayların seçim çalışmalarına katılan askerlerin fotoğrafları basında yer almaya başladı. Hepsi de sıradan bir hâle geldi.

Bunların yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada, “Millet olarak ilayı kelimetullah davamızı yücelttiğimiz sürece, bizi bu topraklardan kazıma planları hiçbir zaman son bulmayacak.” dedi. İlayı kelimetullah İslam Ansiklopedisi’nde, “İslâm dinini yayma ve Müslümanları dinî görevlerini yerine getirmeye çağırma” diye tanımlanıyor. 

Türk Milleti’nin böyle bir davası yoktur. Dolayısıyla Ordu’suna da böyle bir görev de verilmemiştir. Böyle bir davanın varlığının devletin en üst makamından dile getirilmesi de, “bizi bu topraklardan kazıma planları”nın hep yapılmasını ve devamlı yürürlükte kalmasına hizmet edecektir. Tedbirin alınması farklı, bunun dünyaya ilan edilmesi farklıdır.

Bu sofrada 20 – 30 yıl önce toplu iğne üretemiyorduk ama şimdi… ifadeleriyle dün ile bugünün karşılaştırması da yapılmıştır. Hiç kimse bize tabanca vermezken şimdi ürettiğimiz silahlar için sıraya giriyorlar denmiştir. Karşılaştırmanın kışlada olması konuşmanın rengini değiştirmektedir.

Bilinmelidir ki, birkaç yüzyıllık tarihimiz Türk Ordusu’nun ve dinin siyasette kullanılmasıyla neler yaşadığımızı yazar. Cumhuriyet ilanıyla birlikte ancak düzlüğe çıkılmıştır. Yapmak zor ama bozmak çok kolaydır. Eğer bu topraklarda sıkıntımız varsa daha dikkatli olmak vazgeçilmez mecburiyettir.

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar