Yükleniyor...
Gölgem size benden yakın
Unutmayın beni sakın.
Pek az uslu, fazla kaçık,
Doğru sözlü alnı açık,
…
Şükran ile size bağlı,
Ruhu: şair, çocuk çağlı,
Bütün ömrü bir yığın hiç,
Çırağınız Enis Behiç.
1921’de Ahmet Hikmet Müftüoğlu’na kendisinden bir hatıra olsun diye verdiği fotoğrafının arkasına işte böyle yazmış şair Enis Behiç Koryürek. Birlikte çalışmışlar Budapeşte Başşehbenderliğinde. Tarih 1916… Başşehbender A. Hikmet, muavini Enis Behiç Koryürek.
1941 yılında, Dr. Fethi Tevetoğlu’yla yaptıkları sohbet sırasında Enis Behiç, Ahmet Hikmet için “… ‘yüreğimdeki kor’u ben rahmetli Ahmet Hikmet’ten aldım.” der ve ona olan sevgisini şöyle anlatır:
“Bu isme herkesin bir alâkası, bir hürmeti ve sevgisi vardır. Fakat benim ona karşı rabıtam bunlardan daha derin daha yakındır. Çünkü ben memuriyet hayatımda, hususî hayatımda ve nihayet edebî heyecanlarımda ona o kadar candan bağlıydım ki bugün onun matemini öz oğlu olsam yine böyle duyardım.”
Enis Behiç bu konuda yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü Ahmet Hikmet’in ölümünün ardından onun matemini duyacak hiç çocuğu olmamıştır. Fakat Ahmet Hikmet’in yasını tutan yüzlerce, binlerce Türk milliyetçisi vardır.
Gelin isterseniz sondan başa doğru bir yolculuk yapalım… Bir on dokuz mayıs gecesinde, İstanbul’dayız… Malumunuz Türk milliyetçileri için on dokuz mayıs çok anlamlı bir tarihin başlangıcıdır. Ve fakat 1927’nin 19 Mayıs’ında pek de öyle olmamıştır. Çünkü 57 yıllık ömrünü Türkçülük uğruna adayan, Haristan Gülistan, Gönül Hanım ve Çağlayanlar gibi güzel eserlere imza atan Ahmet Hikmet Bey, o gece dönüşü olmayan bir sefere çıkmıştır.
Cenazesi 21 Mayıs Cumartesi günü onu seven ve sayan gençlerin omuzlarında Maçka Mezarlığı’na getirilmiş ve büyük Türkçünün vasiyetine uyularak, ilk eşi rahmetli Suad Hanım’ın kabri yanına gömülmüştür.
Mezarının başında onu uğurlamaya gelenler hep aynı düşüncede birleşmişlerdir: “Bu vatan toprağı, bir yüce vatan evladını daha koynuna alarak bizler için bir kere daha kutsileşmiştir.” Çünkü Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Türk milletinin karasevdasıyla yanıp tutuşan aynı zamanda, Türk Milliyetçiliğini, Türkçülük Ülküsü’nü yüreklerde yakan, alınlarda parlatan bir öncüdür.
O günün akşamı saat onda İstanbul Türk Ocağı tarafından radyo yayını ile bütün dünyaya Müftüoğlu’nun vefatını duyuran bir konuşma yayımlanmış ve İstanbul Türk Ocaklıları olarak bütün Türkleri üzecek bir büyük acıklı haber vermekle elemliyiz denmiştir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Üniversite kürsüsünde ve Galatasaray Lisesi’nde edebiyat dersleri okutan değerli bir yetiştirici olduğu belirtilmiş, üstün kişiliğinden ve mesleğindeki başarılardan söz edilmiş, yıllar önce Peşte Başkonsolosu olarak görev yaptığı sırada Macarlar tarafından nasıl büyük bir sevgi ve saygı gördüğü anlatılmıştır.
Bu saygı ve sevgi Peşte Şehbenderimiz Ahmet Hikmet’e o kadar hoş bir şekilde gösterilmiş ki ister istemez acaba diyorum bugünkü elçilerimiz, konsoloslarımız da görev yaptıkları yerlerde böyle güzel tablolarla karşılaşıyorlar mı?
Fethi Tevetoğlu’nun hazırladığı “Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmet Hikmet” adlı eserde bu tablo şöyle nakledilir: (s.105) “Üniversite gençlerinden oluşan bir mûsikî topluluğu, dün akşam Türkiye Başkonsolosu Ahmet Hikmet Bey’in onuruna Konsolosluk binası önünde bir sokak konseri düzenlemiştir. Ahmet Hikmet Bey bir konuşma yaparak teşekkürlerini bildirmiş ve Macar gençleri tarafından gösterilen bu ilgi ve sevginin yalnız kendisini değil, bütün Turanlı kardeşlerini de duygulandıracağını söylemiştir.”
Türk- Macar dostluğunun gelişmesine ciddi katkılarda bulunan Müftüoğlu’nun Birinci Dünya Savaşı sırasında, görev yaptığı yıllarda, Macarlarla Türklerin aynı ırktan geldiklerine dair görüşlerin yaygınlık kazandığı hatta Peşte’de bir Turan Cemiyeti kurulduğu ve bu cemiyetin 1913 yılında Turan adında bir dergi çıkarmaya başladığı da unutulmamalıdır.[1]
Bunların dışında Fethi Tevetoğlu’nun aynı eserinde, Ahmet Hikmet’in faaliyetlerinden birkaçı şöyle belirtilmiş: (s.104-109)
Geçmişte Macaristan’da valilik yapan Türk Paşalarının yazışmaların yayımlanmasında; Budapeşte’de Türkçe öğreten dershanelerin açılmasında; Vigszinhaz adlı Komedi Tiyatrosu’nda Türkçe eserlerin oynanmasında, Peşte’de yeni bir cami yaptırılmasında, Macar Millet Meclisinin İslam dinini kanun nazarında resmî dinlerden biri olarak tanımasında hep onun katkısı olmuştur. Bunların dışında yardımcısı Enis Behiç Koryürek’le birlikte Budin’in fethine katılıp Budin kalesi önünde savaşırken 1541’de şehit düşen ve Budin’e defnedilen Bektaşi dervişi Gülbaba’nın türbesinin bir Türk mabedi ve müzesi hâline getirilmesinde büyük hizmeti vardır…
Evet, işte böyle bir Başşehbenderdir Ahmet Hikmet. Mensubu olmaktan gurur duyduğu milletinin dilini, tarihini, kültürünü hem kendi vatanında hem başka coğrafyalarda en iyi ve en güzel şekilde anlatmaya gayret eden büyük bir yazardır, şairdir, öğretmendir, diplomattır Ahmet Hikmet…
Bu duygular ve düşünceler Ahmet Hikmet’te ilk gençlik yıllarında başlar. Galatasaray’da son sınıf öğrencisiyken vatan şairi Namık Kemal’in ölümü üzerine yazdığı mersiye onun vatan ve millet yolunda parlayan bir yıldız olacağının habercisiydi…
Ardından memuriyet yılları 1889’da Dışişleri Bakanlığı’na giren ve bu sırada Takvim-i Vakayi’de tercümanlık ederek, kitapçıklar bastırarak basın hayatına katılan Ahmet Hikmet, bir süre sonra Marsilya’da, Pire’de, Poti’de ve Kırım’daki elçiliklerimizde görev yapar. Bilhassa Pire’de, Kafkasya’da Poti’de, Kırım’da Kerç’te Türk’ün kaybettiği topraklarda esaret türkülerini dinlerken içinde kabarıp taşan duygular onu İstanbul’a dönüşünde Türk Derneği, Türk Ocağı, Türk Yurdu gibi derneklerde ve dergilerde Türkçülük idealini yaymakla meşgûl eder…
Balkan Harbi’nden sonra aynı duygu ve idealle 1912’de Peşte’tedir. Burada görev yaparken yazdığı hikâyeleri yıllar sonra 1922’de Çağlayanlar kitabında okuyucularıyla buluşturacaktır. Çağlayanlar ki ummanlara koşan nehirler gibi coşkulu, zirvelerde dolaşan ak pak bulutlar kadar heyecanlı, her daim tazeliğini koruyan koca bir çınar gibi geleceğe uzanacak bir eserdir.
Yurdumuzda İstiklâl Mücâdelemizi henüz tamamlanmadığımız bir dönemde, 1922’nin martında yazdığı bu eserin girişinde Ahmet Hikmet, Türkeli Zeybeklerine seslenmektedir:
“Bu kitabı düşünerek sizin için yazdım. Belâ gecelerinde, yaşım sızarak yüreğim sızlayarak yazdım.
…Cihan Tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar hiçbir millet, kendi vatanına sahip olmaya hak kazanamaz. Bu vatan ya senindir ya kimsenin.
… Ey Zeybek! Bu destanın yapraklarını hançerinle yırt ve hançerini onun kalbinin üstünde bırak. Bundan sonra silahının siperi bir kitap olsun.”
Çağlayanlar sadece bir kitap mıydı yoksa Balkanlardan, Trablusgarp’ tan, Kafkaslardan gerisin geriye çekilerek sığındığı son limanda, Anadolu’da yok edilmek istenilen büyük bir milletin şanlı mazisinden parlak bir gelecek çıkarma sevdası mıydı?
Bu kader ve keder kitabının sahibi, kendisi gibi Türk milletinin kara sevdalısı olan şair arkadaşı Mehmet Emin Yurdakul’a, 14 Aralık 1914’te Peşte’den gönderdiği mektubunda pek yakında yayımlanacak olan Çağlayanları müjdeliyordu:
“Ey büyük ve tatlı şair,
Bu sizi pek seven kardeşinizi unutmayarak gönderdiğiniz Türk Sazı’nı, Ey Türk Uyan’ı aldım. Teşekkürler ederim. Türk Sazı’nın tellerini ırkımızın damarlarından mı seçtiniz? Her mısraı onları köklerinden titretiyor. Bazı akşamlar gâh Saz’ınızı ve gâh Ey Türk Uyan’ınızı Tuna’ya karşı okuyorum ve sanıyorum ki kanları, kemikleri bu topraklara serpilen yüz binlerce Türklerin ruhları penceremin önüne geliyorlar. Sizin sazınızın nağmelerini dinliyorlar, anlıyorlar ve ağlıyorlar. Siz binlerce senelik bu koca milletin ruhuna hitap eden biricik şairsiniz. Sözleriniz, fikirleriniz ana sözü gibi sâf ve müşfiktir, onun için bir nine hitabı gibi cana işliyor.
Türk Sazı’ndan bahsedecek değilim, onun her sayfası, her mısraı en büyük saraylardan, en mütevazı kulübelere kadar bütün Türk muhitinde dünya durdukça okunacak ve ezberlenecektir. Ancak “Ey Türk Uyan” bence birkaç orduya bedeldir.
…
Yakında ben de Çağlayanlar’ımla size demsaz (arkadaş) olmak küstahlığında bulunmak arzu ediyorum. Benim masallarım, sizin şiirleriniz karşısında ne kansız, ne uyutucu kalacak. Fakat gönül isterdi ki Çağlayanlar‘ın yanında otursun da Türk, sazını ağlatsın, çınlatsın. Bâki hürmetler ile mübarek ellerinizi öper ve teveccühünüzün devamını dilerim, kardeşim.”
Hemen hemen kendisiyle aynı yaşta olan şair dostunun ellerini öpecek kadar zarif ve mütevazı bir insan olan Ahmet Hikmet, ne var ki bu inceliğini edebiyatımızın bir başka ünlü şairine, Rübâb-ı Şikeste’nin şairine, pek de gösteremez: Sebebi de çok ilginçtir:
Ahmet Hikmet’in ağabeyi ile evli olan Tevfik Fikret’in kız kardeşi Sıdıka Hanımın ölümü üzerine Fikret, bu ölümden eniştesini mes’ul tutar ve büyük bir kızgınlıkla “Hemşirem İçin” başlıklı bir manzume yazar ve “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer,”diyerek Müftüoğlu ailesine epeyce hakaret yağdırır. En can alıcı mısralar da şunlardır:
Zarif-u akil idin; düşmesen bu aileye,
Kalırdı, belki, kadınlıkta bir büyük yâdın,
Yaşardı, belki onun gölgesinde ahfadın.
Sen inmedin, seni indirdiler o mezbeleye.
Bunun üzerine o kibar, o nazik, o kolay kolay kimseyi kırmayan, incitmeyen Müftüoğlu, çok sert ve hakaret dolu bir mektupla Fikret’e cevap verir. Mektup şu cümlelerle bitmektedir:
“İyilikler, güzellikler varken, kötülükler, çirkinliklerle uğraşmayı şu mahdut hayat için beyhude addederim. Benim felsefem, etrafımda senin gibi nefretler ika’ ederek değil, hürmetler ibda’ eyleyerek yaşamaktır, ölmektir. Sen ne kimseyi seversin, ne kimse seni sevebilir. Sen bir ucube-i-hilkatsin.
Seni mahkeme-i-vicdan-ı-umuma havale ederim. Allah belânı versin!”[2]
Hâlbuki Ahmet Hikmet Müftüoğlu kadınlarımızın değerini bilen onların bir toplum için ne derece önemli rol oynadığını kabul eden asil bir Türk erkeğidir. Mutlaka okunması gereken “Kadın Oyuncak Değildir” adlı monologda onun imzası vardır.
Hele, “Ey tatlı kokulu kır menekşesi! Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldız! Ey Ayşe kız!” diyerek seslendiği Çağlayanlar’ında yer alan Ayşe Kızla Vato hikâyesi yok mu, başlı başına muhteşem bir eserdir âdeta.
Ya şu sözlere ne dersiniz:
Meçhulâtı keşfeden âlimlerin, gönülleri titreten şairlerin, muharebeler kazanan kumandanların, dünyalara hükmeden hükümdarların… gönüllerinin en derin köşelerinde bir sır, bir his vardır. İtiraf olunamayan o sır, bir kadına yaranmak hissidir.
Kadınlar yarım iş yapmayı, itidal üzere hareket etmeği bilemezler. Onlar, maddi ve manevi fedakârlığı şu rumuzda ararlar: “Hep veya hiç!” İşte ben kadınların bu kusuruna tapınırım![3]
İşte bu “hep ya da hiç” diyenlerden biri de Ahmet Hikmet’in 25 yıl evli kaldığı eşi Suad Hanımdır. Onun için yazdığı şiirlerinden birini Leyla Hanım Hicaz şarkı olarak bestelenmiştir:
Esirindir benim gönlüm
Güzel gözlüm güzel gözlüm
Şirin seslim, latif sözlüm
Güzel gözlüm güzel gözlüm
Kadınlarına değer veren toplumların yüceleceğini bilen Ahmet Hikmet, gençlerimizin eğitimi konusunda da çok değerli fikirler ortaya koymuştur. “Millî Terbiye” başlıklı yazısı şöyle başlar:
“Millî terbiyesiz ne fertler ve ne de cemiyet teşekkül edebilir. Fertleri düzgün bir terbiye gören hükümetin idare usulünde korkunun yerini sevgi, zorun ve sertliğin yerini ilim ve mantık alır.” [4]
Bugünün eğitimcilerine ve yöneticilerine özellikle tavsiye edilir. Sağlıcakla kalın!
[1] Saatler, Ruhlar ve Kediler, Beşir AYVAZOĞLU, Kapı Yay. İst. 2015. s. 93
[2] Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Fethi TEVETOGLU, Kültür- Turizm Bakanlığı Yay. Ank. 1986 s.70
[3] a.g.e s.160 Fethi TEVETOGLU
[4] a.g.e s.172