Yükleniyor...
(30.06 – 01.07/ 2010 tarihinde Karaşar Derneği tarafından Sincan Karaşar Kültür Merkezinde yapılan 1. Alevilik Bektaşilik Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğdir.)
KARDEŞLİĞİMİZİ VE SEVGİMİZİ GÜÇLENDİRMEK
Ülkemizin etrafında medya çıkan veya çıkartılan karışıklıklar, İslam ülkeleri arasında Şii-Sünni çatışması çıkması için yapılan küresel faaliyetlere ilave olarak iç politikanın boş, anlamsız, kısır, gayesiz ve “özür”lü tartışmaları Alevi meselesini gölgede bıraktı. Muharrem ayı ve Hz. Hüseyin’in Şahadet yıldönümü bile kendimize gelmemizi sağlamadı.
Başkaları ile “Diyalog” yapmak yerine kendi insanımız, din kardeşimiz, kan kardeşimiz olan Alevilerle sevgimizi ve kardeşliğimizi kuvvetlendirecek neler yapıyoruz?
Kendi koşumuz, akrabamız, dünürümüz, gelinimiz, damadımız olan insanlarla sevgi köprüleri kurmadan elin papazları ile diyalog kime hangi yararı sağlayacak?
Gelin o zaman bu meseleyi yeni baştan inceleyelim ve bize ait bir dert, bir mesele, bir sorun olan bu işi nasıl çözeriz, meselesini birlikte düşünelim.
Günümüzün en önemli sorunu “Alevilik” konusudur. Hatta günümüzün en büyük terör olaylarını düzenleyen PKK dahil, Devrimci Yol, TDP, TKPB, TKP/ML, MLKP-K, TİKKO, Kürdistan Aleviler Birliği ve benzeri örgütlerin üst yönetimi dahil, önemli sayılacak mensuplarının Alevi kökenli ateist (eski Marksist-Leninist)ler olduğu dikkate alındığında meselenin önemi daha iyi anlaşılabilir.
Alevilik konusu sosyal, kültürel, dini, hukuki, stratejik bir sorun olmakla birlikte özü itibariyle bir din sorunudur. İşin doğrusu en önemli din sorunu olduğu gibi, aynı zamanda bir şehirlileşme ve sosyal gelişme sorunudur.
Olayı bu şekilde görmeden ve anlamadan yapılacak çözüm önerilerinin başarı şansı olmayacaktır.
HACI BEKTAŞ VELİ YOLU
Selçuklu Devletinin yıkılış döneminde Hacı Bektaş Veli ve arkadaşlarının Anadolu’ya gelişi ile başlayan ve Osmanlı Devletinin kurulmaya başladığı yıllarda oluşan Hacı Bektaş Veli yolu, o devirlerde konar-göçer Türkmenler arasında KIZILBAŞ adı ile başlamış, XVI. Yüzyılın başlarında da aynı yolun şehirli kolu olan BEKTAŞİLİK kurulmuştur.
Bu gün yaygın olarak kullanılan ve kabul gören terim KIZILBAŞ kelimesi yerine, “Alevi” kelimesidir.
Aleviliğin yazılı kaynağı yoktur, “Alevilik şifahi kültürdür” iddiası yanlıştır. Hiçbir kaynak olmasaydı bile, sadece Yunus Emre’nin şiirlerinin elimizde olması bile bu yolun Hünkar Hacı Bektaş Veli zamanından bu tarafa varlığını ve kesintisiz yaşadığını başka delil aramaya gerek bırakmadan ispata yeterlidir.
Alevi halk, kendisini daha çok halk şairlerinin şiirleriyle anlatır. İnanç, yol, erkân nesi varsa onları şiir(nefes)le ifade etmektedir.
Alevi Şair olarak kabul edilen şairler içinde en önemlileri olarak; Yunus Emre, Şah İsmail Hatai, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Kul Himmet, XX. yüzyıl Türk Halk şairleri “Âşıklar” arasında da Aşık Davut Sulari, Aşık Hüdai, Aşık Selmani, Aşık Beyhani, Mahsuni Şerif, Hüseyin Çırakman ve elbette Aşık Veysel’i saymak gerekecektir.
Biz de kendisini Alevi sayan ve çoğunluğunun örgütlere bağlı olmadığı bilinen büyük Alevi kitlenin inanç, yol ve erkân anlayışını bu şairlerin şiirleriyle özet olarak anlatmak istiyoruz:
Yunus Emre:
“Şeriat, Tarikat yoldur varana
Hakikat, Marifet andan içeru”
Diyerek “4 Kapı” olarak anılan “yolu” anlatır ve
Evvel kapu şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, ışk hakikat içinde
Şeriat şîrîn olur, işidene hoş gelur
Ne kim dilerse kılur ol şeriat içinde
Tarikat can yoldaşı cân ile olur işi
Marifet gönül ile dün ü gün zârıyıla
Söylesem gelmez dile sırrı sıfat içinde
Hakikat ışkdur ıyan görsün ol şebih beyan
Hakikat donın giyen ağır hil’at içinde
Herkim şeriat bile hem okuya hem kıla
Ol gerek kim er ola dün-gün taat içinde
Ger taat kılmazısa üstâda varmazısa
Şer’iden olmazısa, adı lanet içinde
Bu dört menzildir utan ledün makamın tutan
Ol dört menzile yeten tamam murad içinde.
Pir Sultan Abdal:
“Muhammed dinidir bizim dinimiz,
Tarikat altında geçer yolumuz,
Hem Cibril-i Emin’dir rehberimiz
Biz müminiz, mürşidimiz Ali’dir”, derken,
Şah İsmail Hatai:
Şeriat öğrendim bin bir ad için
Hakikat öğrendim, aynı zat için
Marifet öğrendim bu sıfat için
Tarikata hizmet ettim ezelden
Diyerek Yunus’u tekrar eder ve “4 Kapı”yı anlatırken “Tarikat”a özel vurgu yapar.
Davut Sulari:
Davut Sular Canlar Canı
Mevlana Mahmut Hayranı
Mürşidim Veysel Karani
Evvel Allah, âhir Allah
Bendeyim Allah, Eyvallah
Dönemem Estağfirullah
İmanım “Amentü Billah”
Aşık Veysel’in dedikleri ise, en çok hatırlanan dizelerdir:
Aslım Türktür. Elhamdülillah Müslüman.
Şükür, “Amentü”ye etmişiz iman
Kalbime yaraşmaz şirk ile güman
Gönlümüz nur ile doludur kardeş
*
“Birleşiriz bir bayrağın altında,
Biz Türklerin ikilik yok aslında
Yanar tutuşuruz vatan aşkında
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız”
Aşık Veysel’in “Birlik Şiiri”ni bir şaheser olarak saymak gerekiyor:
BİRLİK ŞİİRİ
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbü’l âlemin’dir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Kur’an’a bak İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Bin bir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi
Yezit nedir ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası
Bu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevî Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir Hak’tan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası
VEYSEL sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası
Aşık Veysel
ALEVİ HALK VE ALEVİ ÖRGÜTLERİ
Ülkemizde yaşayan ve kendisini “Alevi” olarak tanımlayan halk aynen Aşık Veysel gibi, “Türküm, Müslümanım” demekte, kendisini “Türk Milleti’nin özü” olarak kabul etmektedir.
Alevi Örgütlerinin çoğunluğu ise, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında, Avrupa ülkelerinde dağınık ve örgütsüz kalan eski sosyalistlere -Almanya başta olmak üzere- AB ülkelerinde kurdurulan örgütlerin uzantısı olarak kurulmuş örgütler gibi görünmektedir.
Bu örgütleri kuranların tamamına yakını yıllar önce Alevilikle bağını koparmış, Sovyetlerin çöküşü ile yaşadıkları şoktan uyandıklarında kendilerini Alevi örgütü yöneticisi olarak gören Marksist ideolojiyi dünya görüşü olarak benimsemiş kimselerdir.
Bu sebeple de Alevilik konusu incelenip değerlendirilirken halk ile örgütlerin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir.
Bu yapılmadığında sorun anlaşılamaz ve/ya çözümlenemez.
ALEVİ OLMAYAN KESİMLERDE ALEVİLİK ALGILAMASI
Üzülerek ifade etmeliyiz ki, başta Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanları olmak üzere Alevi olmayan veya kendisini Alevi olarak adlandırmayan kesimde son derece olumsuz ve Aleviliği dışlayan yerleşmiş bir anlayış vardır.
Ülke nüfusunu oluşturan bu kesimde “Alevilik nasıl algılanıyor?” sorusuna cevap verilerek başlamak lazımdır.
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı yönetici ve çalışanları arasındaki algılamalar halkın da algılamalarına örnek olacağı için bu kurum çalışanları arasındaki algılama biçimlerini cümleler halinde sıralamak uygun olacaktır:
– Alevilik ayrı bir dindir.
– Alevilik sapık bir din anlayışıdır.
– Alevilik İslam dışıdır.
– Alevilik ateizmdir.
– Alevilik Müslümanlığın içindedir.
– Alevilik bir kültürdür.
– Alevilik bir alt kültürdür.
– Alevilik bir mezheptir.
– Alevilik diğer tarikatlar gibi bir tarikattır.
Tamamına yakını din eğitim ve öğretimi gören ve doğrudan din konusu ile meşgul olanlardaki algılama bile bu kadar yanlışlıklar, çelişkiler içermektedir.
İlahiyat fakültelerinde yapılmış master ve doktora çalışmalarında da “Alevilerin Şii/Caferi olduğu”na dair tezler olması bu şaşkınlığın eseri olmalıdır.
Toplumun Alevi olmayan katmanlarında da “kestiği yenmez”, “kendileriyle evlenilmez” şeklindeki algılamanın yaygın olduğu da bilinmektedir.
Din ile ciddi ilişkileri olup olmadığı tartışılan sanatçı, programcı gibi insanların rastgele söyledikleri “mumsöndü” sözleri bu alandaki anlamaların ne kadar yanlış olduğunu göstermesi bakımından önemli değil midir?
Belirtilen sebeplerle öncelikle Alevi olmayanların tamamının “Alevi algılama”larını düzeltecek “toplumun din konusunda doğru olarak aydınlatılması sorunu” bulunduğu kabul edilmelidir.
Bu kabul, sorunun çözülmesindeki temel sosyal yapıyı oluşturacaktır. Bu son derece önemlidir.
Alevilik konusunda öncelikle görüş birliğinin sağlanması gereken en önemli alan Diyanet İşleri Başkanlığı alanıdır.
Bu sağlanmadan Alevilik meselesi çözülemez. Çünkü din konusunda devletin ana hizmet birimi Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bu sıfatla sorunun çözüleceği yer de burasıdır.
ALEVİLİĞİN “KENDİNE ÖZGÜ DİN” OLARAK KABÛLÜ VE ALEVİLİK DERSLERİ
17.04.2002 tarihinde kendine özgü bir inanç olarak Berlin Eyaletinde kabul edildi. Almanca okutulmak şartı ile (din dersi yerine) “Alevilik Dersleri“ tarihte ilk defa okullara girdi.
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF), Almanya`daki Alevilerin inanç örgütü olarak kabul edildi.
Federasyon yöneticilerine göre, “İslamın içi de dışı da bizi yakar” görüşü temel bakıştır.
Baden Württemberg Eyaletinde en az üç şehirde Alevilik Dersleri 2006/2007 ders yılında, Kuzey Ren Vesfalya (NRW), Bavyera ve Hessen Eyaletlerinde ise, 2008/2009 ders yılında başladı.
Danimarka 25 Ekim 2007 tarihinde Aleviliği kendine özgü bir inanç, Alevi Birlikleri Federasyonu’(AABF) nu da Alevilerin inanç örgütü olarak tanıdı.
TÜRKİYE’DEN İSTENENLER
1960 – 65 arasında da ülkemizde Alevi problemi vardı. O zaman Aleviler (özellikle merhum Avukat Cemal Özbay, Sinasi Koç, Halil Öztoprak ve arkadaşları) “Aleviliğin hak mezhep olduğunun Diyanet tarafından tanınmasını” istiyorlardı.
“Alevi Çalıştayları” sonunda hazırlanan raporlardan birinde de “Diyanet’e Mezhepler Genel Müdürlüğü” kurulmasının çıkmış olması bu bakımdan son derece ilginçtir.
Günümüzde ise, Yıllık İlerleme Raporlarında, AB’nin azınlık dini olarak gösterilmesi, “Aleviler ve gayrı Müslimlerin dini özgürlükleri…” gibi ifadelerle gayrimüslimlerle birlikte anılması ve AB tavsiyesine uyularak ve/ya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile Aleviliğin bir din haline getirilme çabaları görülmektedir.
Hatta bunun 2014 yılına kadar gerçekleşeceği endişesi düşünen kafaları çatlatacak ve beyinleri kafatasından dışarıya fışkırtacak bir ıstıraba dönmektedir.
TARİKATLAR YASAKLANMADAN ÖNCEKİ DURUM
Tarikatlar, İslamın felsefi, medenî (şehirli) entelektüel düşünce boyutunu ifade eden İslam tasavvufunun uygulama alanıdır. Bu pencereden bakıldığında tarikatlar dinî bir kurum değil, yaygın eğitim kurumları idi.
3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’nin ilgası ve Diyanet işleri Reisliği ile Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulması hakkında kanunun Diyanet’le ilgili 5. Maddesinde “tekâyâ ve zevâya’nın idaresine şeyh ve sair müstahdeminin tayin ve azillerine Diyanet işleri Reisi memurdur” hükmü mevcuttu.
Bu uygulama tarikatların fiilen kapatıldığı 31. Aralık 1925 tarihine kadar uygulanmış ve Osmanlı döneminden kalan “Meclis-i Meşayih Nizamnamesi” (Şeyler Meclisi Tüzüğü ile 8 yönetmelik) de bu dönemde yürürlükte kalmış ve Cumhuriyet’in mevzuatı arasında yerini almıştır.
1868 tarihinde başlayan ve tarikatların kapandığı 31 Aralık 1925 tarihine kadar da uygulanmış ola bu mevzuat incelendiğinde aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkacaktadır:
1.Tarikat konusu, İslam tasavvufunun uygulama yerleri olmakla birlikte, tarikatlar dînî kurumlar değil, dünyevî kurumlardır.
2.Bu sebeple de tarikatlara ilişkin düzenleme yetkisi, şekli ve biçimi dahil, kamu düzenini sağlayan devlete ait bir görevdir. Şeyhlik ve Mürşitlik din tebliği (toplumu din konusunda aydınlatma görevi)ne ilişkin temel ilkeler, tarikatlar için de geçerli ilkelerdir.
3.Tarikatların öncelikle güvenlik, maliye ve din denetimi (dine ve tarikat kurallarına uygunluk denetimi) gibi üç temel denetime tabi olduğu görülecektir.
4. Şeyhler ve dervişlerin kayıtlarının tutulacağı ayrı ayrı defterler olacağından, kimin tarikat şeyhi veya üyesi (talip veya derviş) olduğu açıkça ve herkes tarafından bilinebilecektir.
5. Devlet kendisine müracaat ederek, elinde şeyhlik, Dedelik, Çelebilik, … gibi belgesi olan ve/ya şeyh olmak isteyenleri, öncelikle eğitime tabi tutarak, kendi alanlarında yetiştirme ve bunlar içerisinde bu işi yapabileceklere şeyhlik belgesi vererek, yahut şeyh olarak nerede görev yapacağını belirleyerek, tarikata girmek isteyenlerin beklentilerine doğru cevap verilmesini sağlamış olacaktır.
6. Alevilikten – Nakşîliğe hiçbir tarikatın siyaset yapmasına imkân bırakılmamış olacağından siyaset-tarikat ilişkisi kesilecek, ülke gerçekten laikleşmiş olacaktır.
TARİKATLAR EBEDİ OLARAK KAPATILMAMIŞTI
12 Eylül sonrasında yasaklanan siyasi partilerin serbest bırakılması sonrasında, DSP Genel Başkanı Merhum Bülent ECEVİT’le, Oran’daki evinde yaptığım görüşmede Sayın ECEVİT’in yaptığı açıklama birkaç kere muhtelif yayın organlarında da yayınlanmıştır.
Kendisiyle Alevilik konularını görüştüğümüz Sayın ECEVİT, CHP’den ilk milletvekili olduğunda, CHP Gurup Toplantılarının birinde yaptığı konuşmada,
“Tarikatların kapatılmasından sonra, aynı misyonu yerine getirmek üzere kurulan Halkevleri’nin etnografik malzeme, dil ve kültür üzerine, özellikle de türkü derlemelerinde başarılı olduğunu, fakat halkın yaygın eğitiminde başarılı olamadığını, tarikatların ise, yaygın eğitim kurumları olduğunu anlatarak, tarikatlar yeniden açılmalıdır” konusunu gündeme getirmiş, Genel Sekreter Merhum Kemal SATIR ve arkadaşları kürsüye (Sayın Ecevit’in üstüne) doğru yürümüşler. Merhum İsmet Paşa ortalığı yatıştırmakta zorlanmış.
Daha sonra Sayın ECEVİT’i odasına çağıran Merhum İsmet Paşa,
“ – Biz tarikatları ebedi olarak kapatmadık. Zamanı gelince açılacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, bizim arkadaşlarımız bile bunu henüz anlamamışlar” diye Sayın ECEVİT’in gönlünü almış.
Bu tarihi hatıra, kişisel ve toplumsal hak ve özgürlükler ile sosyo-kültürel gelişmeler Merhum İsmet Paşa’nın belirttiği zamanın geldiğini, hatta biraz da geçtiğini göstermektedir.
ALEVİLİK VE TÜRDEŞLERİ İLE İLGİLİ HUKUKİ DURUM
A. Alevilik ve türdeşleri için en önemli hukuk metni 30.11.1925 tarihli ve 677 sayılı “tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men ve ilgasına dair kanun”dur.
B. Tarikatları yasaklayan ilgili 677 sayılı kanunla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik ile bu unvan ve sıfatların kullanılması ile bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifası ve kıyafet giyilmesi yasaktır.
Yukarıda sayılan sıfat veya unvanlar bütün tarikatlarda kullanılan ortak sıfat veya unvan olmakla birlikte, “müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık ve halifelik” doğrudan Alevilik ve Bektaşilikle ilgilidir.
Çelebilik daha çok Mevlevi ve Alevilerce kullanılır. “Alevi Dede”lerinin Hacı Bektaş Pir Postu Vekili “Serçeşme” olarak kabul ettikleri “Çelebi” Hacı Bektaş Veli’nin soyuna mensup olanlar arasından Osmanlı döneminde “Ferman-ı Humayun” (kararname) ile “Mütevelli” olarak atanmış kimsedir.
“Mevlevilik”te de Çelebi, Mevlana’nın soyundan gelenler arasından aynı şekilde atanan kimse idi.
Bunların ataması tarikat şeyhi olarak değil, “Dergâh veya Tekke Mütevellisi” şeklinde olurdu.
Tarikatlarla ilgili yasak sonrasında, son atanmış çelebilerin “Hakk’a yürümesi” sonrasında aile içi seçimle veya yaşayan Çelebi’nin kendisinden sonrasını işaret etmesi ile belirlenmiştir.
C. Anayasanın 174. Maddesi ile anayasaya aykırılığı iddiasında bulunulamayacağı hükme bağlanmış 8 inkılâp kanunu ile ilgili metindir.
Bu madde genellikle yanlış olarak “değiştirilemez” şeklinde yorumlanmakta veya anlaşılmaktadır. Burada sayılan 8 kanundan bazılarında zaman içinde değişiklikler yapıldığı hatırlanmamaktadır.
D. 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu “ Atatürk İlke ve İnkılâplarının ve Laik Devlet Niteliğinin Korunması” üst başlıklı ve “Atatürk İlke ve İnkılâplarının Korunması” matlaplı 84. Maddesi:
“Madde 84- Siyasi partiler, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini korumak amacını güden “ sekiz inkılap kanunu sayıldıktan sonra,
“Hükümlerine aykırı amaç güdemezler ve faaliyette bulunamazlar” demektedir.
Alevi Çalıştaylarının etkin ve sorunu çözebilecek kökten çözümlere yönelememiş olmasının temel hukuki engeli de bu kanun maddesidir.
Bu hüküm sebebi ile Alevilik ve türdeşleri olan Tarikatlar probleminin çözümünü siyasi partiler veya doğrudan Bakan eliyle çözümü mümkün gözükmemektedir.
Çözüm bürokratik mekanizmanın uzlaşması ve önerisi ile yapılabilir, şeklinde düşünüyor ve bunun altını da, çizmek istiyorum.
HUKUKİ VE FİİLİ DURUM ARASINDA PARADOKSAL YAPI
Alevilik/Bektaşilik dahil bugün yaşadığımız problemlerin özü 677 sayılı kanunla gelmiş yasaktır. Kanun çoğunlukla uygulanmasa da problemin ana kaynağı bu yasak ve yasadır.
Açıkça itiraf etmeliyiz ki, 677 sayılı kanunla yasaklanmış olmasına rağmen, ülkemiz falcılar, büyücüler, gaipten haber verenler, gizli tarikatlar, ne bildikleri, ne kadar bildikleri belli olmayan şeyhler ve meczuplar ülkesi haline gelmiştir.
Aksini iddia etmek mümkün de değildir. Bazı kamu kurumları ile GSM kurumları, TV.ler ve Gazeteler fallar, büyüler yayınlamakta, bu kurumların profesyonel “astrolog”ları bulunmakta, Cd.lerle benzer şeyler hizmet(?!) olarak yapılıp satılmaktadır.
Müştereken kabul ettiğimiz ortak bir ahlâktan nerede ise bahsetme imkânımız kalmamıştır. İslam ahlâkı diyemiyoruz, irticacı diyorlar. Türk ahlâkı diyemiyorsunuz, ırkçı yaftası hazır bekliyor. Sadece ahlâk diyoruz. Dini, cinsiyeti, mensubiyeti belli olmayan; sadece nasıl yemek yenir, nasıl dans edilir, içki nasıl içiliri öğreten görgü kuralları “ahlâk” adıyla kalmış görünüyor.
Ayıp gitti, günah ortadan kalktı diyenler haksız da sayılmıyor.
Merhum Atatürk’ün “olmasın” diye, “olamaz” diye belirttiği kötülükler ortalığı siyaset ve ticaret adına kapladı. Bizim tarikat iyi tarikat havasında prim yapıyor.
Önümüzdeki seçimlerde de Alevisi, Bektaşisi, Kadirisi, Nakşisi, Halvetisi, Cerrahisi ile tarikatlar çok önemli rol oynayacak. Bu işteki rantla ilişkisi olanlar, sivil toplum örgütü imiş gibi davranmaya, gerektiğinde siyasi partiler dahil hükümet ve/ya devleti tehdit etmeye devam edeceklerdir.
Unutmayalım ki, dünyanın her yerinde “yasağa rağbet fazladır”. Rağbetin fazla olduğu yerde rantın da büyük olduğu unutulmamalıdır.
Mevcut paradoksal yapı dikkate alındığında ülkemizin “laiklik ilkesini kabul etmiş bir devlet” görüntüsü verip vermediği tartışmaya değer durumdadır.
Görsel medyada son bir yılda en çok tartışılan konular arasında “tarikat-cemaat-siyaset- ticaret ilişkileri”nin olması da bu paradoksal yapının en anlamlı delili olmalıdır.
Başka bir sebep olmasa bile sadece bu paradoksal yapının tasfiyesi için bile tarikat-siyaset ilişkisinin kesilmesi gerektiğini takdirlerinize sunmak istiyorum.
ÇÖZÜM VE LAİKLİK İLİŞKİSİ
Fiili durum ve tarikatla siyasi partiler arasındaki gayri resmi ilişkiler ve etkileşim sebebiyle tarikatlara ilişkin yasağın uygulanamadığı ve uygulanamaz durumda olduğunda kuşku yoktur.
Çözüm, türdeşlerin tamamını içine alan, âdil, objektif ve kamu düzenine zarar vermeyecek, aksine güçlendirecek biçimde olmalıdır.
Türdeşleri içinden sadece birinin cımbızla çekilip alınarak, sadece buna hak, özgürlük veya serbestlik verilmesi, anayasanın 10. Maddesinde ifadesini bulan, “hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralına aykırı olacaktır. Kaldı ki, aynı maddeye göre, “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar”.
Çözüm düşünülürken bu hüküm göz önünde bulundurulmak zorundadır.
Bilimsel olarak, 1925 yılında tarikatların yasaklanması ne kadar lüzumlu ve doğru idiyse, şimdi aynı gerekçelerle bunları devletin gözetim ve denetimine alarak, siyaset dışı bir alanda serbest hale getirmek o kadar zaruri ve gerekli hâle gelmiştir..
Mevcut durumda sosyal, kültürel, sosyo-kültürel hayat ile dinî hayat ve laikliği illegal tarikatların ve tarikatçıların baskısından, başka türlü kurtarma imkânı da kalmamış görünmektedir.
Tarikat kaynaklı zaman zaman medyada görülen ve millet vicdanını rahatsız eden görüntülerden ayrı olarak, çıkması muhtemel sosyal çatışmalar, bölünme tehditleri kamu düzeni ve sosyal barışı ciddi şekilde tehdit edecek potansiyel bir yapı ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Burada bahsedeceğimiz hukuki tedbirler aynı zamanda sosyolojik zaruri bir sonuç olarak değerlendirilmektedir.
Tarikatların tehdidi altında olduğunda şüphe bulunmayan laikliğin, gerçekten uygulanabilir hale getirilmesi de, tarikatların siyaset dışı alana çekilmesiyle mümkün olacaktır.
Başlangıcından itibaren İslam (Müslümanlık)ın devleti ele geçirme gibi bir amacının olmadığı topluma yeteri kadar anlatılmamış ve laiklik kelimesinin yabancı kökenli oluşu sebebiyle halk tarafından yeteri kadar anlaşılmamış olması zihin karışıklığına sebep olmuştur.
Din açısından devlet Azerbaycan Türkçesinde üç gurupta tasnif edilmektedir:
1.Dinî Devlet, din kuralları ile yönetilen devlet, Vatikan devleti örneği.
2.Dünyevi Devlet, dünyevi kurallarla (sosyal, kültürel veya ihtiyaçlara göre dünyevi kurallarla yönetilen) devlet Türkiye ve Azerbaycan örneği.
3. Ateist Devlet. Eski Sovyetler Birliği.
Bu tanımlamada yanlış ve zihin karışıklığına ihtimal bırakılmamıştır.
Eskiden tarikatların yasak olduğu ülke olarak Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan ve Türkiye sayılırdı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra eski Sovyet bölgesinde bu yasağın uygulandığı ülke kalmadığı gibi, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra da Suudi Arabistan’da da yasak kalkmış görünmektedir. Türkiye tarikat yasağı bulunan tek ülke durumunda kalmıştır.
Bütün dinlerde farklı mezhep ve tarikatlar vardır ve devletlerin gözetim, denetim ve/ya koruması altında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Şu anda ise, hemen hemen her mahallede birbirinden farklı birkaç tarikat ve bu tarikatlara bağlı vatandaşlarımızın bulunduğu bilinmektedir. Ancak bunlar, resmen tarikat olarak görünmediği, çoğunlukla dernek, vakıf, hatta şirket görümü altında ve çoğunlukla da sivil toplum örgütü görünümü ile faaliyet yapmakta ve itibar görmektedir. Yani hukuken kapalı, fiilen açık bir hayat…
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI NELER YAPMALIDIR?
“Diyanet İşleri Başkanlığı neler yapmalıdır”dan önceki soru, “niçin Diyanet İşleri Başkanlığı?” sorusudur.
Devlet bir takım strüktürlerin toplamından ibaret bir organizasyondur. Bu organizasyonda yetki ve sorumluluklar strüktürleri arasında belli sınırlarla ayrılmıştır.
Bu noktadan bakıldığında dinle ilgili konularda devletimizin temel (ana) organı Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
Alevilik konusu da öncelikle dinle ilgili bir konudur. Bu sebeple de sorunun ana merkezi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.
Ülkemiz laikliği kabul etmiş ve hazmetmiş bir ülkedir. Anayasanın 136. Maddesine göre de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bulunduğu alan aynı zamanda siyaset dışı alandır.
Bu iki özellik sebebiyle Alevilik konusu doğrudan Diyanet İşleri başkanlığı ile ilgili olmalıdır.
Ancak itiraf etmeliyiz ki, başında Bakan veya başbakan bulunan din kurumu gerçek anlamda siyaset dışı bir kurum değildir; bunun olması da mümkün görülmemektedir.
Bizim 1998 yılından itibaren yazdığımız yazılarda bu konuda önerdiğimiz YÜKSEK DİN KURUMU formülü dışında da başka öneri bulunmamaktadır.
Bize göre Yüksek Din Kurumu “Yeni Anayasa”da yer almalı ve Diyanet hiçbir siyasi merciye bağlı olmaksızın bu kuruma bağlanmalıdır.
Yüksek Din Kurumu, doktora yapmış ve kırk yaşını tamamlamış on iki kişiden oluşabilir. Türkiye’nin din politikalarını tespit, dinle ilgili uluslar arası ilişkileri düzenleme, Diyanet İşleri başkanlığı hizmetlerini denetleme, Bakan veya başbakan yardımcısının yaptığı diğer işleri yerine getirme ve Başkalık makamının boşalması durumunda, hükümete üç başkan adayı önerme gibi işleri yapmalıdır.
Bu konu, yeni anayasada da şu şekilde yer alabilir:
“Genel idare içinde, kamu tüzelkişiliğine sahip Yüksek Din Kurumuna bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir”.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk ve öncelikle yapacağı kendi personeli arasındaki görüş farklarını gidermeye yönelik faaliyetler olmalıdır. Bunun yapılacağı yer, 633 sayılı kanunda son yapılan değişiklikle yetkileri sınırlandırılmış olmasına rağmen, Din İşleri Yüksek Kurulu’dur.
Din İşleri Yüksek Kurulu kendi içinde yapacağı bilimsel toplantılarla, kendi içinde bir görüş birliği sağladıktan sonra, kurum içi çalışmalarla bu faaliyet devam etmelidir.
Kurum içi çalışmalar devam ederken, Diyanet İşleri Başkanlığı anılan kuruldaki çalışmalara devletin güvenlik ve istihbarat kurumlarının ilgili ve yetkilileriyle birlikte yapacağı toplantıların hazırlıklarını da yapmalıdır.
Bu ilgili kurumlarla birlikte yapılacak toplantılar sonuçlanıncaya kadar çalışmalar basına kapalı olmalıdır.
Basınla paylaşılması, halkın yaygın bilgilendirilmesi ilgili kurumlarla yapılacak toplantılarda tespit edilecek usul ve esaslar çerçevesinde yapılmalıdır.
Bu basına kapalı çalışmalarda hangi kanunlarda nasıl değişiklikler yapılması gerektiği, geçiş döneminde uygulanacak esaslar ve asıl çözüm uygulamalarının hayata geçirileceği dönemler en ince noktalarına kadar planlanmalı, boşluk bırakılmamalıdır.
Yapılacak şey, tarikatları Diyanet’in tabi olduğu siyaset dışı alana çekerek, devletin gözetim ve denetimi altında serbest yaygın dinî eğitim kurumu olarak kabul etmektir.
Bu husus gerçekleştirilirken, getirilen serbestliğe rağmen izinsiz tarikatçılık yapanlara ilişkin ceza caydıracak kadar artırılmalıdır.
Tekke, Dergâh (Cem Evi), Zaviye ve cami ve mescitler, 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunda olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yönetilmeli; Çelebi, Dedebaba ve Şeyhlerin atama, nakil ve/ya görevden alınmaları Diyanet işleri Başkanlığınca yapılmalıdır.
Kapatılan mekânlardan kamuya ait binalar eski maliklerine Tekke, Zaviye, Dergâh olarak iade edilmeli; mesela müze olan Hacı Bektaş Veli Dergâhı yasak öncesi olduğu şekilde mütevellisi (Çelebi) eliyle, hizmetleri de Dedebaba tarafından yönetilmelidir.
Bunu yapmak için 677 sayılı kanunda gerçekleştirilecek değişiklikle birlikte Diyanet işleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğüne bir Tarikatlar Dairesi Başkanlığı eklenmelidir.
Ayrıca, tarikatlarla ilgili 677 sayılı kanunda yapılacak değişikliklerle siyaset yasağının kalkması hemen devreye girmekle beraber, serbestliğin nasıl uygulanacağı, bu konuda tüzük ve/ya diğer yönetmeliklerin hazırlanması, tarikatlarla ilgili taleplerin, şeyh olmak isteyenlerin mevcut bilgi ve belgelerinin derlenmesi, gerektiğinde bunlara verilecek eğitimlerin muhtevası, şekli, metodu gibi hususların tespiti ve benzeri işler için üç yıldan fazla olmamak üzere bir geçiş dönemine ihtiyaç olacaktır.
(Gerektiğinde bu süre Bakanlar Kurulu veya idare tarafından bir yıl süreyle uzatılabilmelidir, bu uzatma iki defadan fazla da yapılmamalıdır).
Her tarikatın farklı kollarının birinci adamları veya vekillerinin katılacağı bir “Şeyhler Kurulu” yönetmelik ve benzeri idari hazırlıkların taslaklarını incelemeli, uygulamaya yönelik hükümlerde idareye yardımcı olmalıdır.
Böyle bir yapı hem Diyanet’e güç katacak, hem alınacak kararların uygulanmasında ciddi kolaylıklar sağlayacaktır.
Katılımcı bir anlayışla oluşturulacak bir heyet tarikatlararası çatışmaları asgariye indireceği gibi, demokrasi ve öz yönetim açısından böyle bir kurul yararlı olacaktır.
Bu çözüm, millî, devlete, Cumhuriyete ve Atatürkçü düşünceye de, ekonomiye de, kalkınmaya da, ülkenin dünya devleti olmasına da güç katacak, çevre ülkelerindeki aleyhte faaliyetleri sona erdireceği gibi, onları bize bağlı hale de getirecektir.
677 sayılı kanunda yapılacak bu değişiklikte, falcılık, büyücülük, gaibden haber vermenin yasaklığı korunmalı, yasağa rağmen bu işleri yapacak olanları caydıracak biçimde cezalar artırılmalıdır.
Siyasi faaliyette bulundukları yapılacak soruşturma ile tespit edilen Şeyh, Baba, Dede, Halifebaba, Çelebi, Dedebaba, vs.nin icazetlerinin iptal edileceği ve yerlerine yenilerinin atanacağı kanunda yer almalıdır.
Dergâhlar, sahiplerine iade edilmeden yapılacak her iş yanlış olacaktır, bunu unutmayınız.