Yükleniyor...
16 Eylül 2018
Türkiye’de dille doğrudan ilgililer bile sıra sıra yanlışlıklar içindedir. Dil sevgisinden bahseden yok gibidir. Dilin nasıl sevileceğini bilen de azdan azdır. Şiirden, müzikten, bütün bir edebiyattan edinilecek hazzın bunu sağlayacağını konuşacak bir ortamı da bulamaz haldeyiz. Profesyonellerimizin hali içler acısıdır. Burada dil konuşmak sağıra seslenmek, dilsize konuş demekten farksızdır. Halbuki herhangibir özel eğitime gerek duyulmadan dili doğru ve güzel kullananlar olmalıydık. Anadili öyledir. Bu memlekette köylüsü, şehirlisi, okumuşu, okumamışıyla şu veya bu seviyede doğru ve güzel Türkçe konuşulurdu. Yazmak ayrı bahis, ama konuşulurdu.
Köyde, şehirde söz ustaları vardı. Ağızlarına bakardınız. Sadece Bal Mahmut gibi bir büyük isim değil, İstanbul’da binlercesi zevkımizi terbiye ederdi. Her yerde, hemen her köyde ve mahallede bu geleneğin uzantıları, renkli isimleri vardı. Anlatıcı, komik, mavracı, nükteci, şakacı, hoş sohbet, meclis-ârâ.. her türden öne çıkanlar olur ve hayatımızı süslerdi. Dilin dilcilerden öğrenilmesine, yetişmiş okullulardan duyularak bilinmesine ve sevilmesine ihtiyaç yoktu. Okul ancak kavramlar ve düşünceler ekler ve öyle zenginleştirirdi. Bu dediklerimiz okuldan önemliydi. Okul da onlara bakardı. Çünkü herkesin tercümanı olurlardı. Güldürürler, ağlatırlar, düşündürürler, sevdirirler ve her durumda severek öğretirlerdi. Anadan atadan, aileden, çevreden öğrenilenleri onlar inceltir ve güzelleştirirdi.
Şimdi, bu imkândan büyük ölçüde mahrumuz. Ne halk şairleri geze geze dilimizin bayrağını taşıyorlar, ne de diğer söz ustaları. Sözün değeri eskisi kadar yukarlarda gezinmiyor. Yazıya itibar biraz artar gibi görünüyor, fakat o da güzelden, iyiden, hatta doğrudan yana gelişiyor denemez. Sözün güzelini anlayan, isteyen ve arayan da azaldı. O dikkat de bundan ve daha başka sebeplerden dolayı bizi neredeyse terketti.
Bu saydıklarımız olmadığı için söz-sohbet bilmez olduk. O sohbetlerde neler neler öğrenilmezdi. Selam verip almaktan tutun da, geliş gidişten başlayarak, nerede ne yapılır, nasıl davranılır, nasıl söze girilir, kimin yanında ne söylenir, ne söylenmez, neyi nasıl söylemek lazım.. bunlar bir davranış paketi halinde öğrenilirdi. Vesselam, yol yordam rafa kalktı ve giderek aramızdan ayrıldı. Nereye kadar geldiğini düşünen ve tesbit edenlerimiz var. Bana sorarsanız, enkırmenlik denilen soytarılığa kadar geldi demek isterim. Enkırmen dediğiniz sohbet eder gibi haber sunandır. Elin gâvuru bunu hakkıyla yapar. Dili bozmaya, yanlışı kaaideleştirmeye girişmez, girişemez. Önce dilde inzibatı sağlayan akademiler, aydınlar, şairler, yazarlar, sonra kamuoyu müsaade etmez. Mukaddese öyle “ne olmuş yani..” edasıyla yaklaşanın tozunu attırırlar.
Enkırmenliği rahmetli Mehmet Ali Birant’la biz de aldık. Sohbet eder gibi sunmak şeklinde anlamalıydık. Öyle aldık ki, o tavırda bizden eser yoktu. Sanki 40 yıl dışarda yaşamış ve Türkçe’yi sonradan öğrenmiş gibi konuşması ve sunması yadırgansa da itiraz ve tenkıdler cılızdan cılız kaldı. Hem de bunu devlet televizyonunda yaptı. Bunun nasıl olabildiğini düşünmek lazımdır. Çünkü, 30 yıl önce TRT’de, bir program ve hele haber sunmak için çok ağır şartlar vardı. Mesela, mahallî aksanı tamamen atamamış olanlar her bakımdan iyi olsalar da kamera önüne alınmazdı. Birand’ın dili, duruşu, hareketleri her bakımdan arızalıydı. Ağız yapısı da düzgün değildi. Bu durumdaki bir kişi, o her şeyin dikkatle takib edildiği dönemde haber program sundu, iyi mi? “Program dışarda hazırlanıyor” bahanesiyle diksiyon şartını uygulamadılar. Hâlbuki dışardan sunucu alındığında bütün şartlar onlar için de geçerliydi. Pek çok örneği vardır.
O uygulama orada kalmadı tabii. Bozgunculuğa yatkın hayatımız o yanlışlığı piyasa tabiriyle “satın aldı”, zaman içinde benimsedi. Bir istisna sayılacak Birand uygulaması yıllar geçince kural haline geldi. Ali Kırca, Can Dündar ve birkaç kişi o bozgunda rol alırken, gitgide bütün alanı sardı. Hem de Birand’ı aratacak kadar ileri bir bozuculukla alan hâkimiyeti sağladı. Artık “bozabildiğin kadar boz” kuralı geçerlidir. Manzara bir deliler cangılını andırıyor: Bozmak prim yapar olunca herkes önce kendini bozuyor. Bildiklerini bir kenara atıyor. Çünkü bildiklerini yanlış kabul eden bir anlayış gelip başköşeye oturmuştur. Herkes bir türlü bozmaktadır.
Dili iyi telaffuz etmek bir aile ve çevre işidir ama meslek edinenler ve kamunun önüne çıkanlar için ileri bir eğitim de şarttır. Bizim TRT’de bu eğitimi titizlikle verirler. Yalnız, bu yeni zihniyet, o bilgileri, görgüleri bir imtihan sorusu gibi kabul eder ve kapının dışında geçerli sayılmaz haldedir. Tam tersini dayatır. “Dayatır” diyorum, çünkü bu bozgunculuk ancak silah zoruyla olur. “Silah zoru” da ekranda tutulmak veya tutulmamaktır. Bunun için yapılacak bellidir. Bozabildiğiniz kadar bozacaksınız. Cümle, anlam, vurgu ilk unutacağınız şeylerdir.
Şu anda bütün televizyonlarda, radyolarda bu bozgunculuk kuraldır. TRT’de doğru düzgün üç spiker kalmamıştır. Hepsi bildiklerini inkâr etmiş halde karşınızda Birand ekolünün ileri tahribat bölüğü gibi bir cümlede on hatayı nasıl yapabileceğini çalışmaktadır. On hata deyişimi abartılı bulacaklar olacaktır. Hayır, saydım da söylüyorum. Halbuki, TRT’de yarım saatlik bülten içinde üç hata yapan spikerin bir süre dinlendirildiğini daha önce yazmıştım. Nereden nereye gelindiğini görüyor musunuz?
Bizim enkırmen ve onları taklid eden muhabirlerin nasıl sohbet edileceği konusunda bir fikirleri yoktur. Anlatır gibi haber veremez ve sunamazlar. O geleneği bilmezler. Yukarda anlattıklarım çerçevesinde bilseler de bozacaklarını söylerseniz doğrudur. Evet, enkırmen’in ne sözden haberi vardır ne de sohbetten. Adı kadar bize yabancıdır. Bizi yabancılaştırmasına da ses çıkarmadık, çıkarmıyoruz.
Bu çizmeye çalıştığım manzaranın bize yaşattığı kayıpların nerelere vardığının farkında değiliz. Bütün medya organları bir dil bozgununa teslim olmuş durumda. Doğru ve güzel bildiğimiz ne varsa üstüne yürüyoruz. Bu vakte kadar yanlış yapmışız, atalarımız hepten yanlışmış, biz başka bir dil yapısı ve ses düzenine geçeceğiz telaşında gün yirmidört saat çabalıyoruz. Doğrulara savaş açtık. Kırım döküm yıkım devrindeyiz. Yüz kere tekrar etsem de söylemekten geri durmayacağım: Şayet bu savaşa katılmayan olursa ekranlarda, mikrofonlarda yer vermiyoruz. Bu kadar kendimizi tahribe hazırız.
Buna siz tam bir Ödip Kompleksi diyebilirsiniz. Toprağı bol olsun, Freud Amca bu örneği görse şaşardı. O, derinlerde gezinen bir davranışı açıklamaya çalışırken bunu tesbit etmişti. Bizim bu kadar alenî cedlerimizi beğenmememizi, inkâr etmemizi ve saldırmamızı görse kafası karışırdı. Bu kadarı da beklenmez. Haklıdır…