Yükleniyor...
Doğumu Nesebi ve Künyesi
Asıl adı: Numân bin Sabit’tir. Künyesi: Numân bin Sabit bin El-Numân Zota veya Zevta’dır.
Ehli sünnetin dört büyük imamının birincisi. İmam-ı Azam Ebu Hanife, Hicri, 80’de Kufe’de doğdu. Babası Numan ve Dedesi Zevta tüccardı.
Ebu Hanife künyesinin meşhur olmasının sebebi hakkında eski kaynaklarda yeterli bir açıklama yoktur. Ancak “Hanif” kelimesinin müennesi olan “Hanife” kelimesine nispetle bu künyenin, İslam’a tam gönül vermiş” âbid bir kimse” olması veya Iraklılar arasında “Hanife” denilen bir “divit” veya “yazı hokkası” (zamanın kalem takımı)nı devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu da kaynaklarda kayıtlıdır.
(Hanife isminde bir kızı olduğu,” Hanife’nin babası” olarak bu künyeyle anıldığını söylenmişse de bu doğru değildir). Kendisinin Hanife isimli bir kızı yoktur.
Dedesi Zota’nın ve babası Sabit’in de Hz. Halife Ali ile görüştüğü, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını aldığı rivayet edilir.
Arapça kaynakların, Horasan’ın ileri gelenlerinden şeklinde bahsettikleri yer
bu gün birden çok devlet kurulmuş olan büyük bir coğrafyayı ifade etmektedir. Ebu Hanife’in Dedesi Zota veya Zevta (Arapça yazılışına göre iki türlü de okunur) Buhara’lıdır. Bunda kuşku yoktur.
Muhammed Ebu Zehra’nın kitabından tercüme edilerek Diyanet İşleri Başkanlığınca “Ebu Hanife” adıyla yayınlanmış kitapta Arapça’daki “Arap olmayan” anlamında kullanılan “Acem” kelimesinin ülkemizdeki anlamıyla tercüme edilerek “Farslı”[1] olarak tercüme edilmesi kasıt yoksa bile affedilmeyecek bir yanlış olmalıdır.
Kaldı ki Muhammed Ebu Zehra’nın da kaynakları arasında yer alan İbni Hacer El heysemi’nin kitabını tercüme dip notlar ekleyerek yayınlamış olan Ahmet Karadut tercüme ettiği kitaptaki “Acem” kelimesine takılmamış ve başka kaynakları da araştırarak, Ebu Hanife’nin Buhara’nın eskiden var olduğu halde, tarihi sebeplerle yaşayış yeri olmaktan çıkmış Kabil Kasabası’ndan olduğu bilgisini vermektedir[2].
Yaşadığımız dönemde Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan da Müslümanlara “hangi mezhepten” oldukları sorulduğunda,
“- Hanefi’yim, Çünkü Ebu Hanife de Türk’tür” cevabı alınmaktadır. Mekke’de yaşayan “Seyyid-i Sâdât”a mensup (ehlibeyt)e mensup kişilerle konuşulurken, “Ebu Hanife’nin Türk u ve Türklerin Mezhep İmamı olduğu” ifade edilmektedir.
Yahudilerde ve Araplarda dünyada iki milletin yaşadığı algısı vardır. Yahudilere göre, 1.Yahudiler, 2. Yahudi olmayanlardır. Araplar ise aynı anlayışı; 1. Araplar, 2.Arap olmayanlar (Acemler)dir.
Ebu Hanife’nin Dedesi Zota’nın Kûfe’ye nasıl geldiği konusunda açık bir ifade kitaplarda yer almamaktadır. Ancak bazı kitaplar, Horasan’ın fethi sonrasında harp esirleri arasında gelmiş olabileceğini kaydetmekle birlikte, zengin bir kumaş tüccarı olduğunu da yazmaktadırlar.
Esirler arasında ise, esirlerin malları da ellerinden alındığına göre, serbest bırakıldıktan sonra bir esir veya köle, yabancı bir ülkede, birden bire nasıl tüccar olabilir?
Kendi isteğiyle İslam halifesi, “Allah’ın Arslanı Hz. Ali”’nin başkentine gelerek ve orada ticaretine devam etmiş olması akla daha uygun gelmektedir.
Kaldı ki, Ebu Zehra da kitaplarında, Zota ile Hz. Ali arasında bir dostluktan, ikramlaşmadan ve Kûfe’de Zota tarafından masrafları karşılanarak Nevruz şenlikleri yaptırıldığından ve sütlü bir tatlının da Hz. Ali’ye de ikram edildiğinden de bahsetmektedir[3].
Yine aynı kaynakta, Zota’nın uzunca bir süre çocuğunun olmadığı, çocuğunun olması için Hz. Ali’ye giderek kendisine dua etmesinin rica edildiği ve oğlu Sabit’in bu duadan sonra olduğu bilgisine de yer verilmektedir.
Yine M. Ebu Zehra anlatıyor:
“Ebu Hanife’nin içinde doğup büyüdüğü aile, Kûfe’de ticaretle uğraşan ailelerden biridir. Ailesi, ipekli kumaş ticaretiyle meşgul olduğu içinonu da ticarete teşvik ediyordu. Kendisi de ailesi gibi, ticarete karşı büyük bir kabiliyete sahip olmakla beraber, ayrıca ilim ve aklî araştırmalara yönelen bir zekâ ve kafaya sahipti.
Dedesi ve babası, Hz. Ali’ye olan bağlılıkları sebebiyle dört yanı nuru ile aydınlatan yeni dinî İslamı anlamak için daima bir şevk duyardı.
Ebu Hanife Kufe’de doğmuş, orada büyümüş ve yaşamıştır ki, bu şehir Irak’ın ikinci büyük şehri idi[4]”…
Eğitimi ve Hocaları
Ebu Hanife, küçük yaşta Kuran’ı ezberlemiş ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrenmiştir. Gençlik yıllarında sahabeden Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’yı, Sehl bin Saide’yi ve en son hicri 102’de Mekke’de vefat eden Ebu’t Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüş, bunlardan hadis dinlemiş olduğundan tabiinden sayılır.
Ebu Hanife, kelam, iman, itikad ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrenmiştir. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh öğrenimine başlamış, Hammad’ın derslerine on sekiz yıl devam etmiştir.
Ebu hanife sık sık Mekke ve Medine’de çoğu tabiinden olan alimlerle görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i Beyt‘ten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i Aliyye‘den olan Cafer-i Sadık‘tan aldı. Sahabeden İbn-i Abbâs’ın ilmini Mekke fakihi Atâ bin Ebu Rebah’tan ve İkrime’den, Halife Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. İbn-i Mesud ve Hz.Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü tabiinden öğrendiği biliniyor.
İlme Bağlılığı Saygısı ve Tarafsızlığı
Ebu Hanife irade hürriyetin kabul eder ve buna son derece önem verir. İlimde aklın reddedilemeyecek önemi yanında ilahi emirlerin değerini bilir. Bunun için de kendi düşünce ve ilim anlayışında akıl- iman dengesini korur. Allah’ın yarattığı insanı aziz bilir. Hak ve adalete önem verirdi.
Talebesi Züfer’den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: “Ebu Hanife’nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife’nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf’a hitaben:
“- Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim” dedi[5].”
Yine onun:
“- Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır” dediği; “Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?” diye sorulunca da: “Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır” şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir[6].
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır.
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife’nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der:
“- Resulullah (s.a.s.)’in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)’in söylediği gibi olduğuna şehad etederiz[7].”
Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.
Ebu Hanife, “Hadis’e muhalefet” ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek:
“- Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı” demiştir[8].
Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: “Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife’nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu’s-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu’s-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife’yle konuşarak:
“- Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir” dediler.
Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi:
“- Ben önce Allah’ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım.”
Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife’ye:
“Sen alimlerin efendisin” dediler[9].”
Ebu Hanife’nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.
Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife, Kur’an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı’ el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir.
Ebu Mutı’ ona: “- Şayet senin görüşün Ebu Bekir’in görüşüne zıt düşerse ne yaparsın?” diye sordu.
O da:
“- Bu takdirde onun görüşünü alıp, kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber’in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim[10].”
Ebu Hanife’nin Ebu Hureyre’yle birlikte bazı sahabileri müstesna tutmuş olması, onlardan rivayet almadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Ebu Hanife’nin Ebu Hureyre’den nakledilen hadislerle kıyası terk ettiği meşhurdur. Zaten kendi de bu sahabilerden nakledilen rivayetleri değil, onların kendi kişisel görüşlerini müstesna tutmaktadır.
Ebu Hanife’nin Ehlibeyt’e Mensup Olanlarla ilişkileri
Ebu Hanife, 6. İmam olarak tanınan Cafer-i Sadık’la yakın ilişkileri yanında, O’nun Babası İmam Bakır’la da sohbetlerinin olduğunu, “Müslümanların Ulusu Cafer-i Sadık ve İslam Kardeşliği” başlıklı yazımızda nakletmiştik.
Ebu Hanife, ömrünün 52 yılını Emeviler, kalan 18 yılını da Abbasiler devrinde geçirdi. Emevilerin güçlü devirlriyle gerileme ve yıkılış dönemlerine tanıklık ettikten sonra Abbasi Devletinin ilk yılarını da yaşadı.
O, ne ayaklanmalara, ne de ihtilalcilere katılmıştır. Fakat öyle anlaşılıyor ki, İmam-ıAzam’ın gönlü Emevilere karşı ayaklanan Hz. Ali evlatlarından yanaydı. İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık’la yakınlıkları ve görüş benzerlikleri de bundandı.
Rivayetler arasında, Zeyd bin Ali Zeynelâbidin’in, Kûfe’de Hişam bin Abdülmelik’e karşı isyan bayrağı açtığında Ebu Hanife şöyle demiş:
“- Zeyd’in bu çıkışı, Rasulullah’ın Bedir günündeki çıkışına benziyor”.
Bu sözünden sonra, “madem öyle savaşa niçin katılmadın?” sorusuna şu cevabı veriyor:
“- Beni ondan alıkoyan halkın yanımdaki emanetleridir. Bu emanetleri İbni Ebi Leyla’ya bırakmak istedim, kabul etmedi. Savaşta ölür ve bunca emanetin altında kalırım diye korktum”.
İmam Zeyd’e ciddi sayılacak miktarda maddi destek verdiği ve şahsen katılamadığı için affını isteyen mektup yazdığı da kaynaklarda mevcuttur.
Emevilere de Abbasilere karşı da direndi
Emeviler de Abbasiler de Ebu Hanife’ye resmi görev teklifinde bulundular. Her iki dönemde de görev almayı, ilmi ve şahsiyeti gereği kabul etmedi. Her iki idarenin de kendisine baskı yaparak Ehlibeyt mensup olanlar aleyhine yapılacak işlerin vebalini kendisine yüklemek için görev teklif etmiş olduklarını düşünerek reddetmiştir.
Ebu Hanife’nin, Abbasi Sultanı, Ebu Cafer el-Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir.
Abbasi Sultanı’nın teklifini niçin kabul etmediğini soranlara söylediği ise son derece önemlidir:
“- “Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem[11]“.
Vefatı
Ebu Hanife’nin ölüm tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin H. 150 yılıdır.
Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü, aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği kayıtlıdır.
Ebu Hanife’nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi:
“- Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür” diyor. Bağdadi’den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu’l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu’l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife’nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: “Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur’un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur’un yanından kalktı.
Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: “Senin gönderdiğin yere” cevabını verdi ve oradan ayrıldı.
Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü”, diyenler de vardır.
Talebeleri
İlm-i Kelâm mütehassısları yetiştirdi. Başta gelen talebeleri; Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani (her ikisi İmâmeyn, yani iki imam olarak da anılır), Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir.
Ebu Hanife’nin derslerinde çözülen fiilî ve nazarî fıkhî meselelerin sayısının altıyüzbini aştığı rivayet edilir. İmam-ı Matüridi, ondan gelen kelam bilgilerini kitaplaştırmıştır.
Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır.
Eserleri
İmamı Azam Ebu Hanife’nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed’in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır.
Ebu Hanife’nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1.el-Fıkhu’l-Ekber
2.el-Fıkhu’l-Ebsat
3.Osman el-Betti’ye
4.Risale
5.Osman el-Betti’ye diğer bir risale
6.el-Vasıyye
7.el-Vasıyye (oğlu Hammad’a)
8.el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti’ye)
9.el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf’a)
10.Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf’un rivayetiyle)
Önemli Not: Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı coğrafyası ile Ortaasya ve Kafkaslarda yaşayan Sünni Türklerin tamamı ile ülkemizdeki Alevi, Bektaşi, Çingene ve Abdal adıyla anılanlar da fıkıh uygulamalarında Hanefi Mezhebine mensuptur.
[1] O. Keskioğlu, Ebu Hanife,23-24, 227 ve devamı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları Nu:97; 2. Baskı 1997,Ankara
[2] Ahmet Karadut, İmam-ı Azam Hayatı ve Fıkh-ı Ekber Şerhi, 1998/ Ankara
[3]. Ebu Zehra, İslamda Fıkhi Mehepler Tarihi, (terc. Abdülkadir Şener),207-208, 1978/istanbul
[4] Adıgeçen eser, 208
[5] İbnu Muin, Tarih, II, 607; Bağdadi, Tarih, XIII, 402
[6] Bağdadi, Tarih, XIII: 352
[7] Ebu Hanife, el-Alim 27
[8] İbnu Abdi’l-Berr, el-İntika, 144
[9] Şa’rani, Mizan, C. 1, sh. 53
[10] Şa’rani, Mizan, C. 1, sh. 53
[11] M.Ebu Zehra, İslamda Fıkhi Mezhepler Tarihi, 231