Yükleniyor...
M. Hayati Özkaya
Geçenlerde, uzun zamandır görüşmediğim bir öğrencimle çağımızın iletişim vasıtaları sayesinde önce yazıştık, sonra telefonlaştık.
Bildiğiniz öğretmen öğrenci muhabbeti: İş, aş, eş… Bizim Adem, “İstanbul’da yaşıyorum, posta dağıtıcısıyım.” deyince hemen
AYARSIZ’da yayınlanan “Bak Postacı Geliyor” adlı yazımın reklamını yapıverdim. “Oku, okut!” gibisinden öğretmen edalı reklamlar… Ardından da “E ne de olsa bu serlehva seni de ilgilendiriyor, PTT’yi de dedim, gülüştük.
İşin şakası bir tarafa, yazmak ve okumak konusunda insanoğlu büyük bir sorumluk taşımaktadır. Bakınız Şinasi, Tercümanı Ahval’de yayınlanan (9 Teşrinievvel 1277, 22 Ekim 1860) Mukaddime’sini şöyle bitiriyordu:
Değil mi Tanrı’nın ihsânı akl-ü kalb-ü lisan,
Bu lûtfu etmelidir fikr-ü şükr-ü zikr insan.
(Akıl, gönül ve dil Tanrı’nın insanlara lûtfu değil midir? “İnsanlar Tanrı’nın bu lûtfunu düşünmeli, ona şükretmeli ve şükrünü ifade etmelidir.)
Evet, Tanrı’nın bu büyük lütfunu kullananlardan biri de XVI. yüzyılda ülkemizdeki düzeni incelemek için memleketimize gönderilen[1] Alman sefiri Ogile Chiselin Busbeq’dir. Bu Alman sefir, XVI. yüzyılın sonlarına doğru misafirimiz olmuş ve gördüklerini insan aklının en güzel icadı olan yazıyı devreye sokarak uzun uzun anlatmış. Bu rapor suretli uzun mektupta insanı hayretlere sürükleyen izlenimler, ifadeler var. Mesela:
“… Edirne‘de bir gün kaldık. Oradan İstanbul’a doğru, seyahatimizin son safhası başladı, artık İstanbul’a yaklaşmıştık. Buradan geçtiğimiz zaman her tarafta narsis, sümbül ve lale gibi birçok çiçeklere rast geldik… Türkler çiçeğe pek düşkündürler ve pek garip olmakla beraber bir güzel çiçek için birçok akçe vermekten çekinmezler… Gayet az yerler. Yemek keyfine o kadar az düşkündürler ki sofralarında biraz ekmek, tuz ve soğan bulunursa ve yoğurt da yerlerse artık başka bir şey aramazlar…”
Busbeq’in mektubunda benim dikkatimi çeken muhtemelen sizin de dikkatiniz çekecek olan ve bugünlerde hepimizi bir hayli meşgul eden bir başka nokta da: Osmanlının devlet yönetiminde “Varsa hünerin, vardır baş üstünde yerin” ilkesini bir güzel icra etmesi. Yani işini iyi, güzel, layıkıyla yapana verilen değer veya ehline işi teslim etmenin gereği… Busbeq, bu durumu da Kanuni Sultan Süleyman’ın başkanlığında yapılan vezir ve paşaların katıldığı kendisinin de davet edildiği bir toplantıdan yola çıkarak şöyle anlatır:
“Bu koca mecliste hiçbir adam yoktur ki haiz olduğu (elinde bulundurduğu) mevki ve rütbeyi kendi şahsi liyakat ve cesaretine borçlu olmasın. Hiç kimse ‘sırf falanın neslinden gelmiş olmak dolayısıyla’ diğerlerinden mümtaz bir mevkie çıkamaz. Her adama üzerindeki vazife ve memuriyete göre hürmet edilir. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevki vardır. Herkese, bizzat sultan vazife ve memuriyetlerini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe ehemmiyet verir ne de boş rica ve davalara! Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadi düşünür… Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselemezler, ehemmiyetsiz ve hakir bir halde kalırlar. Türklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının hâkim bir ırk haline gelmelerinin ve her gün hükümetlerinin hudutlarını genişletmelerini hikmeti bundandır.”
Ve mektup devam edip gidiyor. Alman sefir gördüklerini bir bir anlatıyor. Ben de okuduklarımdan hareketle dünden bugüne sessiz sedasız bir yolculuğa çıkıyor ve kendi dünyamızdaki bu sosyal, kültürel değişimin – felaketin desem daha doğru olur herhalde – nelere sebep olduğunu, yükseliş ve çöküş dönemlerimize ait karşılaştırmalı haritalar üzerinden, açık seçik okuyorum. Gerçi bu durumu benden önce, Cihangir mahlasıyla şiirler yazan 26. Padişahımız Üçüncü Mustafa çoktan görmüş hatta bir şiirinde şöyle yazmış ya:
“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele
Devleti çerh-i denî verdi kamu müptezele
Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele”
(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor; alçak felek, devleti aşağılık adamlara teslim etti. Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor ve artık işimiz Allah’ın merhametine kaldı.)
Eh, dünümüz ve günümüz böyle karanlık ve kasvetli olunca ister istemez ben de “Peki yarınımız nasıl olacak?” diyerek kukumav kuşu gibi bir köşede oturup düşünmeye başlıyorum. Ancak bir süre sonra kös kös oturmaktan canım fena halde sıkılınca kendi kendime “Aman sen de!” deyip Orhan Veli’nin o çok meşhur dizelerine sığınıyorum:
“Düşünme
Arzu et sade
Bak, böcekler de öyle yapıyor!”
Evet, bir böcek gibi sorunsuz ve sorumsuz yaşamayı arzu etmek sözde, belki kolaydır ama hayatta ne kadar geçerlidir onu pek bilmiyorum, bilmediğim için de şairin bu sözlerine burun kıvırıp bizi oyuna getirmeye çalışan mısralarına sadece gülümsüyorum.
Orhan Veli bu, Velinin oğlu ve Nahit Gelenbevi’ye âşık bir şair. “Ben Orhan Veli” diye başlayan şiirinde
“Bir de sevgilim vardır, pek muteber/ İsmini söyleyemem/ Edebiyat tarihçisi bulsun”
diyerek her ne kadar sevdalısı olduğu güzeli el alemden saklamaya çalışsa da pek başarılı olamaz. Çünkü “Bak Postacı Geliyor…” şarkısını söyleye söyleye yazdığı tarihsiz ve talihsiz bir mektubunda – ki kendisi de bir zamanlar PTT’de çalışmıştır.- o muamma güzelin ismini zikredip yakayı ele verir. Hem de öyle “bir böcek gibi” filan değil; dertli, düşünceli bir sevgili olarak…
“Nahit,[2]
Bir haftadan fazla oluyor. Sana bir mektup yazmıştım. Bugüne kadar cevap alacağımı umuyordum. Yoksa bana susarak mı mukabele ediyorsun. Böyle ise çok müteessir olacağım. Çünkü senin mektuplarına ne kadar ihtiyacım olduğunu zannederim söylemiştim.
Ankara’ya gelmemin bazı şartlara bağlı olduğunu yazmakla acaba seni müşkül vaziyette mi bıraktım. Belki de bunun için yazmadın.
Ama ne lüzum var? Benim Ankara’ya gelmem zaruret değil ya. Ben burada kalırsam senin bana olan dostluğun devam edemez mi? Dostluğu arkadaşlık manasında almıyorum. Evvelden beri mevcut olan şekilde bir dostluk.
Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum. Bir müddet de böylesine tahammül edeyim. Bu bir türlü düzelmeyen bedbin hava, biliyorum, seni artık bıktırdı. Ama ne yapayım. Değişemiyorum. Bu zayıf irade ile hayattan zevk alabilmek ancak mucizelerle kabil olacak.
Ben asker iken bir mektup yazmıştın. Orada ‘Mucizeler beklemeye hakkımız yok mu?’ diyordun. Zaten kala kala bir o hakkımız kaldı galiba. Bu üzüntülerden yorulur da belki günün birinde isyan eder, böyle bir mucizeyi kolaylaştırabiliriz.
Bu mektubumu aldığın vakit, her halde cevap ver Nahit. Birkaç şey olsun söyle. İstersen bana darıl. Eskisi gibi sitemlerde bulun. Sesini duymuş gibi olayım. Senden cevap almadıkça hiçbir şey yazmayacağım. Daha doğrusu yazamayacağım. Çünkü içimdekilerden başka hayatım yok. Ne anlatayım. Biliyorsun, bir seneden beri şiir yazmıyorum. Son günlerde bir tane yazdım. Sana onu da gönderiyorum. Fakat bunu okurken halime raptetmeye kalkma. Şiir şu: Adını henüz koymadım
Garibim
Ne bir güzel var avutacak gönlümü
Bu şehirde,
Ne de bir tanıdık çehre;
Bir tren sesi duymayagöreyim,
İki gözüm,
İki çeşme.
Söylediğim gibi, mektubunu bekliyorum Nahit. Sevgi ile gözlerinden öperim.
Orhan Veli” [3]
Adam kara sevdaya tutulunca elbette iki gözü iki çeşme olacak. Tıpkı Asaf Halet Çelebi’nin “He” sinde olduğu gibi. Şiir şöyle:
HE
vurma kazmayı
ferhaaat
he’nin iki gözü iki çeşme
aaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhat
ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhaaat
Biliyorsunuz, Ferhat ile Şirin meşhur efsanenin birbirine kavuşamayan iki kahramanı. He’ye gelince: He, şairin ilk şiir kitabıdır.(1942)Bu kitapta başta İslâm tasavvufu olmak üzere Hint ve diğer Doğu kültür, din ve medeniyetleriyle bütün bir insanlık tarihinin izlerini taşıyan oldukça değişik ifade ve söyleyiş biçimleri yer alır: Bunlardan biri, sesli harflerin sahneye çıkışıdır. Sanki Asaf Halet, Doğu’dan Batı’ya uzanan bu mısralarında bir yerlere veya birilerine bir şeyler duyurmak istercesine seslenir:
Mesela,
Beddua şiirinde:
bahtiyâaar /
Sandukalar’da canlar içinde bir can var / canlar içindeki / câaan
Lamelif’te el’amââân /
Nûrusiyah’ta “ama ben niçin hâlâ nurusiyaha ağlarım / nurusiyâaah / nurusiyâaahhh” derken şair öyle bir “ah” çeker ki alfabemizdeki sesli harflerin birincisi olan “a” taaa, can evinden vurulmuş gibi olur…
Aslında vurulan “a” değildir şairin kendisidir. Seslilerin sesini ayyuka çıkartan Asaf Halet Çelebi 41 yıllık ömrünün sonunu ve dostlarının vefasızlığını bilircesine “ah” çekiyormuş da biz edebiyat meraklıları bu imaleleri şiirlerinin ritmik dokusunu belirlemek ve şiirinde müzikalite oluşturmak için yaptığını zannediyormuşuz. Oysa rahmetli Erol Güngör, A. Buğra takma adını kullandığı bir yazısında şairin ölümün ardından dökülen gözyaşlarının sahte olduğunu yazmış ve şunları aktarmış[4]:
“Edebiyat hayatına oldukça olgun bir çağında girdi. Çekemeyenlerin hep ‘genç şair’ dedikleri Asaf Halet, o zamanki genç şairlerin en yaşlısı idi. Yeni nesil edebiyatını bu yaşın ve bilginin verdiği kuvvet ve cesaretle savundu. Bu mücadelede herkese karşı olmanın verdiği yalnızlık duygusu onu, sahifelerini açan her dergide yazmaya zorlamıştı. Böylece fikir ve kanaatleriyle hiçbir zaman bağdaşmadığı insanlarla beraber bulundu.”
Evet, “genç şair” 16 Ekim 1958’de Beylerbeyi Camii’nde ikindi vakti eş dosttan oluşan küçük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Küplüce Mezarlığı’nda toprağa verilirken sanki birdenbire yok oluvermişti, o meşhur şiirindeki Cüneyd’i bizlere bırakarak:
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Hay Allah, bir gizemli şiirle nerden nereye ulaştık! Halbuki Adem’den yola çıkmış, Busbeq’in bize hatırlattığı liyakattan, ehliyetten söz ederken Orhan Veli’nin “iki gözüm, iki çeşme”siyle kendimizden geçmiştik ki birden Cüneyd yok oluverdi. Cüneyd yok olunca da, yazı burada bitiverdi.
Bir başka “Bak Postacı Geliyor” yazısından buluşmak üzere sağlıcakla kalın…
—————
[1] Ogile Chiselin BUSBEQ (1521- 1592) (Çev. Hüseyin Cahit YALÇIN) Türk Dili Mektup Özel Sayısı Ank. 1974 s. 452-453
[2] Nahit Gelenbevi (1909- 2002) Edebiyat öğretmeni. İki evlilik arasında Orhan Veli ile bir ilişki yaşadı. Onun şiirlerinin ilk okuyucusu oldu. Bu ilişki, 1950 yılında şairin ölümü ile son buldu.
[3] Haluk Kalafat, Orhan Veli’den “Sonuncu Aşkına” Mektuplar, İstanbul – BİANET Haber Merkezi, 15 Şubat 2014
[4] Beşir Ayvazoğlu, He’nin İki Gözü İki Çeşme, Kapı Yayınları, İstanbul 2014, s.29