Yükleniyor...
“Dün mavi bir kuş geldi penceremin eşiğinde durdu, ötmeye başladı. Kuşdiliyle diyordu ki Türkan’ın yanından geliyorum. Bahçede İkbal’le beraber oynuyordu. Oyuncakları, bebekleri yoktu. Kendi kendine bir türkü söylüyordu. Bu türküyü ezberledim. İşte şudur, diyerek bu sözleri söyledi:
Bugün pencerenin önüneydik hep
Bekledik postadan ablam gelecek
Ablam boynu bükük döndü postadan
Dedi “Vapur, yarın akşam gelecek!”
Annemin gözleri doldu, dedim: “Bak,
Kuş diyor, babandan selam gelecek!”
Bir kâğıt olarak okudum, dedim:
“Ağlama, gül anne! Babam gelecek!”
Sererek seccade bir namaz kıldım,
Diyorlar ki namaz kılsam, gelecek!
Yüce Tanrı! Çabuk babamı gönder
O gelince eve bayram gelecek.
Kuş bana Hürriyet’in, Fatma’nın türkülerini de söyledi; fakat hepsini yazmağa kâğıtta yer yok. Daima kuşlarla, çiçeklerle size dâir konuşuyorum. Yıldızlardan, aydan sizi soruyorum. Rüzgârlardan, bulutlardan selâmınızı bekliyorum. Ben de bunların hepsiyle size selâmlar gönderiyorum. Bilmem dillerinden anlıyor musunuz?”[1]
Yüz yıl önce yazılan bu mektup sürgündeki şiir ve fikir adamı Ziya Gökalp’ındır. Kızları, 16 yaşındaki Seniha, 10 yaşındaki Hürriyet ve 11 aylık Türkan Hanımlara, 10 Kasım 1919’da Malta- Polverista’dan gönderilmiştir.
30 Ekim 1918’de imzalan Mondros ateşkes anlaşmasının, gerçi bu bir anlaşma değil, Osmanlı Devletinin kayıtsız şartsız teslim olma belgesiydi, ardından 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi, 28 Ocak 1919’da ise Ziya Gökalp İstanbul Üniversitesinde, müderrisler odasında arkadaşlarıyla bir meseleyi tartıştıkları sırada tutuklanıp Bekirağa Bölüğüne götürüldü. Türkçü fikirler taşıdığı ve Ermeni tehcirinde rolü olduğu gerekçesiyle Divan-ı Harpte yargılandı. Dört ay kadar süren tutukluluktan sonra, toplam 145 kişiyle birlikte önce Limni adasına, sonra da İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürüldü.
İki yılı aşan bu sürgün hayatı, 16 Mart 1921’de Londra Konferansı’nda varılan anlaşma gereğince, Anadolu’daki İngiliz esirleri ile Malta’daki Türklerin değiştirilmesi sonucunda 19 Mayıs 192I’de sona erdi.
Yusuf Ziya Ortaç, Portreler adlı kitabında Gökalp’tan bahsederken, “ … Onu Birinci Dünya Savaşının başından Mütarekenin başına kadar üç ayrı yerde gördüm: Evinde, İttihat ve Terakki Merkezinde, Bekirağa bölüğünde…
Gökalp, önceleri Cerrahpaşa’da, arka pencereleri geniş maviliklere bakan küçük, ahşap bir evde oturuyordu: Yer, çıplak tahta, pencereler patiska perde, eşya bir eski sedir, çarpık bacaklı üç sandalye…
O, arkasında ince çizgili bir entari, çıplak ayaklarında mercan terlikler, gelir, saatlerce, Türk mitolojisini anlatır, yarınki Türk operasını hayal eder, bize yepyeni, bambaşka ufuklar açardı.”
Yusuf Ziya Ortaç onun için aynı kitapta şöyle diyordu: “Ziya Gökalp, parayı tanımadan yaşadı, tanımadan öldü. Evinin kışlık odununu bile arkadaşları alırlardı. (…) Diyarbakırlı Ziya Gökalp, şarklı kılığı içinde garplı ilim kafasını taşıyan tek adamımızdı.”[2]
Bu büyük düşünürümüz, 1922 yılında Diyarbakır’da çıkarttığı Küçük Mecmua’da “İlme Doğru” başlıklı yazısında “Çağdaş bir millet, müspet ilimlerle düşünen varlık demektir. Felsefenin, müspet ilimlerle zıt olmamak mecburiyetinde bulunması, onu ilimlerle sıkı bağlılık halinde bulundurur. O halde çağdaş bir millet, düşünmeye veda etmek istemiyorsa mutlaka müspet ilimlere doğru gitmesi lazımdır.” diyerek istiklâlini henüz kazanmış bir millete ve genç Türk devletine tutulması gereken yolu, gidilecek hedefi yani bir çeşit bilimin “Kızıl Elma”sını gösteriyordu.
1914’te yazdığı “Kızıl Elma” adlı eserinin “Masallar” bölümünde ise şiir diliyle Kızıl Elma’yı şöyle tarif ediyordu:
“Kızıl Elma” yok mu? Elbette vardır;
Fakat onun semti başka diyardır.
Zemini mefkûre, seması hayal…
Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal.”
Ziya Gökalp, şimdilik masal, diye belirttiği bu milli mefkûreye yani milli ülküye erişmenin hiç de güç olmadığını kendi dünyasında o kadar çok test etmişti ki gençlik yıllarının bunalımlı dönemini atlattıktan sonra bir kez bile ümitsizliğe düşmemiş, bedbin ve pısırık bir hayatı tercih etmemişti. Bir yazısında “Benim ruhum hava ile dolu bir şişeye benzer. Bu şişe hiçbir zaman hayat kaynağı olan oksijenden mahrum kalmaz. Bu şişenin içindeki havayı bir tulumba ile istediğiniz kadar boşaltmaya çalışınız, yine içinde biraz olsun oksijen kalır. Ruhumun kanına can veren manevi oksijen de ümit’tir .” diyerek kendinde var olan aşkı, heyecanı böyle dile getiriyordu.
Sürgüne gönderilirken bindirildikleri Prenses İna Vapur’undan kızlarına yazdığı 27 Mayıs 1919 tarihli mektupta da aynı rahatlıkla “Vapura bindik. Gidiyoruz. Hiç merak etmeyiniz. Gideceğim yerde ben sıkılmayacağım. Ayrılık çok devam edemez, muvakkattır (geçicidir).“ diyordu.
Ümidini ve mücadele azmini yitirmeden doğru bildiklerini yaşamaya ve yaşatmaya kararlı olan Gökalp, Limni’den ve Malta’dan ailesine yazdığı mektuplarla tutsaklık günlerinin getirdiği hasret ve yalnızlığı paramparça etmeyi başardığı gibi eşini ve çocuklarını da ruhumuzun manevi oksijeni dediği “ümit”le çepeçevre kuşatıyordu.
Ahmet Emin Yalman Malta’daki arkadaşı için, “Malta’da Ziya Gökalp kadar serbestlik duyan esir yoktu.” derken, büyük düşünürümüz “Vaktim hep ilimle geçiyor. Günler saat gibi, haftalar gün gibi olmuş. Vakitler âdeta kanatlanmış.”[3] diyordu.
Eşi Vecihe Hanım’a 5 Nisan 1920’de mazinin mutluluk şarkılarını terennüm ederek yazdığı mektupta “Demek istiyorum ki, ben şimdi Ergenekon’dayım. Hakiki hayatım size kavuşunca başlayacak. Felâket insana geçmiş saadetlerin kıymetini anlatıyor.” diyerek içinde bulunduğu olumsuz havayı ortadan kaldırmaya çalışsa da zaman zaman kendinin ve memleketin düştüğü bu garip durumdan sıkılarak çocuklarını da derdine ortak ediyordu:
15 Ocak 1920 tarihli mektubunda “Hürriyet insanın en değerli servetidir. Hele, hürriyeti elinden alınmış olan insan, bir baba ise bu servetin değeri daha çok artar. Çünkü “esarete düşmüş bir baba, kanatsız bir kuş gibidir. Daima yuvasını, eşini, yavrularını düşünür; fakat uçup gidemez. Zalimler onu kanatsız bırakmışlar. Yani hürriyetini elinden almışlar. Hâlbuki hürriyetin yardımcısı olarak iki peri vardır: Hakikatle mefkûre… Nihayet galebe (zafer) bunlarındır.”[4] derken bunalımdan çıkışın yolunu da gösteriyordu. “Akıl aldanabilir, iman aldanmaz. İman da insana mefkûreden gelir. Akarsu haram götürmez derler. Bunun gibi, coşkun milletler de zulme razı olamazlar. Durgun bir su nasıl kokar bozulursa, durgun bir millet de onun gibi zulme boyun eğebilir. Türk milleti de durgun zamanında çok zulme boyun eğdi; fakat bugün artık mefkûre ile coşkun bir hâle gelmiştir.”[5]
Gökalp’a göre “mefkûre”, yaratıcı bir kudretti. Seniha Hanım’a yazdığı 17 Mayıs 1920 tarihli mektubunda, insanları kurtaracak gücün “mefkûre” olduğunu söyleyerek yine onun sayesinde her memleketin cennete döneceğine, milletlerin kendi cennetlerinde hür ve mutlu yaşayacaklarına; kin, haset ve husumetin sona ereceğine inanmaktaydı.
Bu inançla,
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.”
Derken büyük düşünüyordu.
Gökalp’ın ortaya koyduğu bu büyük hedefin izinden gidenler, Türk milliyetçileri, ülkücüler, derneklerde, ocaklarda onun Kızıl Elma, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak; Türk Töresi, Türkçülüğün Esasları gibi eserlerini büyük bir heyecanla okudular. Okudukça kendilerine emanet edilen Türkiye Cumhuriyeti Devletini hemen hemen her alanda yüceltmeye ve geliştirmeye karar verdiler. Verdikleri bu önemli kararı gerçekleştirmek için önlerine çıkan bütün engellerini aşarak korkusuzca yürüdüler, hem de “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diyerek yürüdüler.
Gökalp’ın Limni’den, Malta’dan yazdığı mektupları okurken satırların arasında farkında olmadan kendimizden de birtakım izler bulmaktayız.
Çünkü o, aslında bu mektupları (572 mektubu), sadece sevgili eşi Vecihe Hanım’a, kızları Seniha, Hürriyet ve Türkan’a yazmadı; bu memleketin dört bir bucağında yaşayan nice sevgili eşlere, nice annelere, nice genç kızlara, nice genç erkeklere de yazdı.
Ve aslında o, yazdığı nice şiirlerle, nice makalelerle bizim düşünce ve kültür dünyamızı da yeniden şekillendirdi.
Ondan feyz ve hız alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, onun ifadesiyle “Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir çökme tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olunca” “benim fikir babam Ziya Gökalp’tır” diyerek ona hak ettiği değeri vermekten kaçınmadı.
Bu yüzden Gökalp, yeni Türk devletinin fikir abidesi olarak tarihe geçti. Baksanıza bugün hâlâ birtakım sıkıntılarımızı aşmak için onun eserlerine müracaat ediyor, onun ortaya koyduğu düşüncelerle muhataplarımıza gereken cevabı vermeye çalışıyoruz.
Mesela, bugünlerde Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı “Ben Türküm ama Türkçü değilim.” diye seslenirken biz hemen 1923’te yazılan Türkçülüğün Esasları kitabına koşuyor ve Türkçülük konusunu yeniden okumaya başlıyoruz. Türkçülük nedir? diye soranlara Gökalp, “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.” diyerek o kadar net, o kadar açık bir cevap vermektedir ki bu cümleden başka bir anlam çıkarmak kesinlikle mümkün değildir; ama gel gör ki baht utansın! Bu durum, şairin “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dediği gibi katmerli bir beladır.
Neyse en iyisi yine mektuplara dönelim diyecektim ama bu sefer de Gökalp’ın yazdıklarından ziyade damadı Ali Nüzhet Göksel’in hazırladığı Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları adlı kitabın ilk sayfasındaki alt yazılı bir Ziya Gökalp fotoğrafı benim dikkatimi çekip içimde fırtınalar kopardı. Fotoğrafının altında yer alan tarihe takılıp kaldım. Altyazı şöyleydi: “Malta’da 12 Ocak 1920’de çekilen ve İstanbul’a gönderilen bir fotoğraf” Peki, bu tarihin neyine takılıp kalmıştım? Bu tarihin 1920’sine değil, bana ömrüm boyunca hep kederi hatırlatacak olan Ocak’ın 12’sine takılıp kalmıştım. Peki, ne olmuştu 12 Ocak’ta?
Hani yukarıda Türk milliyetçileri Gökalp’ın kitaplarını okuyarak Türk milletini ve Türk devletini yükseltmeye karar verdiler demiştim ya, işte o karar verenlerden, o ülkücülerden biri de Gökalp gibi öğretmenlik yapan Yavuz Özkaya’ydı.
“Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin /Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten” diyerek bu memleketin çocuklarını geleceğe hazırlamaya çalışıyor; onları vatan, millet sevgisiyle yetiştiriyordu. Lakin o karanlık gün, o hüznün tarihi olan 12 Ocak 1979 Cuma günü, okuluna giderken kurulan pusuda, emperyalistlerin uşaklığını yapanlar tarafından vurulup şehit edilmişti, Yavuz Özkaya.
İşte o günden beri bu tarih, bir mıh gibi içimde mekân tuttu.
Bir fikir ve mefkûre adamı Ziya Gökalp’ın mektuplarının arasında dolaşırken karşıma çıkan bu tarih bana, ister istemez bir dönemin idealistlerini hatırlattı. Bugün, nedendir bilmem ama bu ideali geleceğe taşımak için yola çıkanların mesuliyetinin büyüklüğünü düşündükçe tarihin derinliklerinden gelen “Ey Türk, titre ve kendine dön!” sesiyle irkiliyorum.
Sonra dudaklarımdan şu mısralar dökülüyor:
Ya sabır ver dayanayım,
Ya kuvvet ver haykırayım.
Ne söyleyim, ne diyeyim
Kederliyim, kederliyim
Bin asırlık bir dertteyim…
Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere, sağlıcakla kalın!
[1] F. Abdullah TANSEL “Ziya Gökalp Külliyatı-II Limni ve Malta Mektupları”, TTK Yayınları, 1989. Ankara.
[2] Yusuf Ziya ORTAÇ, Portreler, Akbaba Yayınevi,1963, s.108-111
[3] Vecihe Hanım’a, Eskiverdala, 18 Aralık 1919
[4] Türkân Hanım’a, Polverista, 8 Temmuz 1920
[5] Vecihe Hanım’a, Polverista, 13 Aralık 1920