Yükleniyor...
Maksat belli değilse metodu tartışmak abestir. Merkezî disiplin mi demokrasi mi sorusunun cevabı da ancak bir soru olabilir: Ne için? Ordu ile harbe mi gidiyorsunuz, yoksa siyasi bir parti mi kuruyorsunuz?
Türkçülüğe başlangıç yıllarımızda İzmir’de her toplantıyı Atsız Beğ’in “Otuz Ağustos ve Türk Ordusu” yazısının okunması ile açardık. Yıldırım Görgen’in atıf yaptığı Mete’nin ordusundaki disiplini hakkında ifadeler o yazıda geçer. 1969 kongresinden sonra Ötüken’e yazdığım bir yazının başlığı da “Kurt Kaya elini çöz!” idi.
Altmışlı yıllar ihtilal yıllarıdır. Allahtan Türkler binlerce yıllık devlet geleneğine sahip olduklarından teşebbüs sayısı kadar darbe olmadı. Fakat yeniçeri geleneğimiz ve İttihatçılık geleneğimiz de vardı. 27 Mayıs’tan sonra iki başarısız hareket ve 9 ve 12 Mart 1971… Orada kaldı. 12 Eylül 1980 tarihine kadar. Biz, gözümüzü açıp kendimizi o atmosferde bulmuştuk ve o sebepledir ki Mete’nin ordusuyla başlayıp Kurt Kaya ile devam ediyorduk.
İzmir gibi bir taşraya 1944 davasında ismi geçenlerden birinin gelmesi büyük hadiseydi. Yine 1960’ların başında, yanlış hatırlamıyorsam Zeki Sofuoğlu Ağabey gelmişti. Hemen ziyaretine koştuk. Hoppala, kulaklarımıza inanamadık… Bize uzun uzun demokrasinin faziletini anlattı. İtiraz etmedik ama itiraf edeyim ki pek de hoşlanmamıştık. Mete’nin ordusu da, Kurt Kaya’nın elini bir saniye düşünmeden çözmesi de, muhakkak ki demokrasiden daha cazip motiflerdi.
Sonra demokrasiyi keşfettik
O yıllar yetişme yıllarımızdı, yetiştirme yıllarımız değil. Yönetme sorumluluğunu yüklendiğimiz dönem hiç değil. Bol bol okuma, birkaç yazı, birkaç yumruklaşma, hepsi o…
Sonra 1968 ve ötesi gelince gerek gençliğin mücadelesinde gerekse parti mücadelesinde stratejinin merkezden, fakat taktiğin mutlaka uygulanacağı noktadan çıkması gerektiğini öğrendik. Merkezin, genel strateji tesbiti ve bunun iletilmesi hâricinde yapması gereken tek şey vardı: Mücadeleyi verenlere destek olmak. Bu desteğin birinci unsuru da eğitimdi. İkincisi de medyadan hava desteği olabilir ki bu, İnternet karşısında eski öneminin altında bir yerdedir.
Yönetim bilimi
Yıllar sonra yönetim biliminde bu halin teorisini buldum. Bürokrasi ve endüstrinin ilk organizasyonları kurulurken insanların elindeki yegâne teşkilât modeli ordu idi. Önce bürokrasi, sonra da endüstri ordu yapısında teşkilâtlandı. Bir piramit, tepede bir başkomutan ve aşağı doğru sürüp giden bir emir-kumanda zinciri. Çağdaş yönetim biliminde bu organizasyon tipi, teorisyeni Taylor’un adıyla anılıyor ve alabildiğine eleştiriliyor.
Kötü yönetilen kurumlarda Taylor’un piramidi bile sakatlanır. Piramitte, şu kurallar vardır: Herkesin bir amiri olur. Amir atlanarak bir üst ile temas yasaktır. Amir de sadece bir altındaki ile temas eder. Aslarını atlayıp onların aslarıyla temas kurmaz. Sakat yönetimde “seçimli merkeziyetçilik” denilen karikatüre benzer bir yapı vardır. Amirler aslarını atlamama ilkesini çiğnerler. Hatta asların kendi altlarındaki yöneticileri belirleme yetkisini de ellerinden alırlar. Sonunda herkesin tek tek en tepedeki ile temas kurduğu çarpık yapı oluşur. Buna da illa isim vermek isterseniz, “simit organizasyonu” deyiniz. Kötü yönetimler bu yapıyı teşvik ederler. Merkezdeki büyük lider, herkesin kendisine müracaatından keyif alır; hattâ her kademeye “casuslar “ yerleştirir. Yönetim biliminden habersiz olduğu için de bu yapının kendisine has olduğunu zanneder.
Eğitim: Harita ve pusula
Sonra ordu dışındaki teşkilâtlanmalarda kurallarına uyulsa bile, piramidal yönetim tarzı ve emir-kumanda zincirinin verimsizliği keşfedildi. Siyasî parti ve gençlik teşkilâtlanmaları, normal zamanlarda, muharebe maksadı taşımaz. Gençliğin yerel kuruluşlarını, meselâ falan okulun veya ilçenin ocak teşkilatını veya parti teşkilatını düşünürken eğer askerî teşbihe devam edeceksek, yapıyı ordu teşkilatına değil, komando birliğine benzetmek daha doğrudur. Komando birliği ikide birde merkezden veya üstünden emir almaz, almaya da çalışmaz. Elinde bir harita, bir pusula ve bir hedef vardır. Gider, hedefi işgal eder. Siyaset ve fikir hareketi de böyledir. Harita ve pusula yerine fikir ve strateji vardır. Bunlar eğitimle verilmiştir, verilmektedir ve verilmesi hiç bitmez, hiç durmaz. Hedef bellidir. Bir coğrafyanın işgali değil ama bulundukları yerdeki insanların akıllarının ve gönüllerinin kazanılması. Merkeze tek görev düşer: Destek olmak ve haritayla ve pusulayı eksik etmemek, yani eğitimi.
Kötü yönetimler bir birine benzer
Yoksa her birime en az bir casus yerleştirmek değil. Bizimkileri boş ver, falanca popülermiş, onu transfer edelim fırsatçılığı değil. Hele hele sürekli bir “benden mi değil mi?” seçme sınavı hiç değil. Çünkü siz adamsanız sizinkiler zaten sizdendir. Sizden değillerse “acaba hatam ne?” diye sorma vaktidir.
Kötü yönetimler paranoiddir. Organizasyondaki insanların aklından geçmeyen komplo teorileri ve isyan senaryoları kurarlar. Adam gibi yönetmek yerine bu hastalıklı düşüncelerle uğraştıkları için sonunda komplo teorileri de isyan senaryoları da gerçek olur. Buna “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” diyoruz.
Katı merkezî disiplin askerlikte baha biçilmez bir erdem. Fakat siyasette… İyi ihtimalle verimsizleştiricidir. Ağırlaştırıcıdır. Felç edicidir. Kötü ihtimalle ahlâkı sıfırlayan bir unsurdur.
Ya fikir ve merkezî disiplin? Sanat ve merkezî disiplin? Bunlar su ve yağ gibi, asla birbiriyle iç içe geçemeyecek, biri varsa diğerinin yaşayamayacağı, asla karışmaması gereken şeyler.
Fikir, sanat ve emir-komuta bir arada bulunmaz
Benim yakından tanıdığım 1980 öncesi MHP, diğer partilerle kıyas edildiğinde en demokratik teşkilat yapısına sahipti. Her birim kendini yetkili ve sorumlu görürdü. Özellikle kendi çevresine karşı. Merkezden gelen stratejiyi de dikkatle dinler, anlar, uygular; bir aksaklık veya akla yatmayan bir nokta sezerse çekinmeden geri besleme verir, açıklama talep ederdi. Darbeden önce tırmandığı büyük gücün belki en önemli sebebi de bu yapıydı. Bu hükmün, 1980 öncesi MHP merkezinin demokratik yapısının ayrıntılı olarak incelenmesi gerekir. Fakat aynı yılların sonuna doğru, kavga sertleştikçe, gençlik teşkilâtları piramit yapıya kaydı. Tayyar Aksoy’un (sizin onu kalem ismiyle, romancı Alper Aksoy olarak tanımanız muhtemeldir) o günlere ait bir hikâyesi ile bitireyim.
Teşkilât, edebiyatı da zapt-ü rapt altına almaya karar vermiştir. Merkezde bir sanat-edebiyat birimi kurulur ve başına bir reis getirilir. İlk toplantılardan birinde Aksoy ile reis arasında aşağıdaki konuşma geçer (Aksoy, o tarihte Töre’nin açtığı yarışma sonunda Dündar Taşer Roman Armağanı’nı kazanmıştı ve reis nezdinde de belli bir itibara sahipti):
Aksoy: Dağcı’nın kitaplarını neden bizim cenah basmaz da solun eline bırakırlar?
(Kitapları Varlık basıyordu.)
Reis: Cengiz Dağcı hangi yurtta kalıyor?
Aksoy (muzipliğinin zirvesinde): Konya Yurdu’nda.
Reis: Konya Yurdu mümkün değil, olamaz.
Aksoy: Niçin olamaz?
Reis: Ben o yurdun müdürüyüm. Yurtta olsa mutlaka hatırlardım.
Aksoy: Romancılar içine kapanık olurlar, pek öne çıkmazlar, onun için dikkat çekmemiştir.
Ertesi gün Reis, Aksoy’u tekrar aramış ve kayıtlardan da araştırdığını, Cengiz Dağcı’nın kesinlikle Konya Yurdu’nda kalmadığını bildirmiştir. Bilmiyorum, merkezdeki edebiyat birimi başkanı Cengiz Dağcı’yı ne zaman öğrendi. Öğrendi mi…
* * *
Dikkatle bakarsanız çevrenizde, siyasette de, sanat ve edebiyatta da, demokrasinin gereksizliğini, bu alanlarda bile emir kumandanın ve disiplinin yüceliğini savunanlar da vardır. Fakat bu “fikir adamları”, bu fikirleri savunurken, algılarının bir köşesinde, kendilerinin her zaman piramidin tepesinde yer tutacaklarını hayal ederler. Bu hayal gerçekleşmediği anda da disiplin falan buharlaşır, isyan başlar.