Yükleniyor...
Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük… Kim kimin mirasçısıdır?
Osmanlıcı kim? Namık Kemal!
İslamcı kim? Mehmet Akif!
Türkçü kim? Ziya Gökalp!
Zor soru değil mi? Aslında hayır. Hiç zor değil Biz hem Namık Kemal’in hem Akif’in, hem Gökalp’in mirasçılarıyız. Osmanlı kendine bağlı gayri-Müslim ülkeleri hâlâ elinde tutarken devleti tutmak isteyenler “Osmanlıcı” idi, Namık Kemal gibi. Buraları elden çıkıp ilimiz Türkler ve diğer Müslümanların ülkesinden ibaret hâle gelince Akif ve başkaları İslamcıdır. Müslüman grupların bağlılığının o kadar samimî olmadığına inananlar bu noktada İslamcılığı terk etmeğe başladı. Fakat İslamcılığı son terk edenler de yine Türklerdir. Nihaî çöküşle birlikte geride sadece aslî unsur, kurucu unsur, yani Türk kaldı. Bir zamanlar Osmanlıcı, İslamcı olan bu büyük insanlar, çöküşten sonra bizdendir, bizim tıpkımızdır. Namık Kemal ruhuyla, Akif hem kafası hem gönlüyle. Bugün Türk diyemeyen gayrı-Türklerin, “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal!” mısraını yazabileceğini düşünür müsünüz?
Peki dinbazlar kimin mirasçısı? “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” dediği için Âkif’i tekfir eden dinbazlar? Musikî günahtır, sema da semah da küfürdür diyen sapıklar? İşte onlar Kadızadeliler’in, Haricilerin, Yezidlerin ahfadıdır…
Dinbazı tarif eden özellikler akla ve gönle değil cebe ve cehalete aittir.
Türkçülüğün mihenk taşı: Türkçü kimdir? Kim Türkçüdür?
Mihenk taşı, elinizdeki cevherin altın olup olmadığını, eğer altınsa ayarını ölçer. Acaba Türkçülüğün mihenk taşı ne ola?
Sağ ve sol sapmalar içinde yaşarken böyle bir mihenk taşına ihtiyacımız var. Aslında ümmeti, onda da aslını bilmedikleri, yanlış bildikleri bir ümmeti kastedip, “millet, millet, milletimiz, bu millet, aziz millet, necip millet” diyen hilebazların- dinbazların karşısında böyle bir mihenk taşı gerekli.
Türkçü, Türk tarihinin tamamını; yükselişleriyle, çöküşleriyle, zaferleriyle, hezimetleriyle ve her devriyle “Benim tarihim” diye benimseyen kişidir. Galibiyet ve başarılardan gurur duymakla kalmaz, mağlubiyet ve başarısızlıkların hüznünü de, acısını da hisseder. Yahya Kemal’in tabiriyle, “acıların tadı” onun damağındadır. Şuurunu hem zaferler hem de yenilgilerden inşa eder.
Hiyong-nu da benim, Hun da, (Gök)Türk de, Karahanlı da, Selçukî de, Babür, Memluk (Ed-devleti Türkiyye), Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti de benim. Varna, Kosova da benim Balkan hezimeti ve Viyana bozgunu da benim.
Atsız ve Yahya Kemal
11 Aralık’ta ölüm yıldönümünde andığımız Atsız Beğ ne diyor:
“Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden birisi de, gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerektir.
Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiçbir erdem doğmaz. Çocuklar, kendi edebiyatlarını, tarihlerini okurken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarlar, beğenirler, tenkid ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazan bütün o okunan cilt cilt kitaplardan, akıllarda hiç bir şey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen de, esasen odur.”
Atsız Beğ, bir câhilin yazdığı ders kitabında, “O aralık Abdülmecid tahta geçmişti. Bu, her Osmanlı padişahı gibi gafil ve biçare bir adamdı.” sözlerine cevap niteliğinde uzun bir makale yazmış ve bütün Osmanlı padişahlarını tek tek ele alıp her biri için o adama sormuştu: Bu mu gafil ve biçare?
Yahya Kemal de şu satırlarla Atsız Beğ’in siyasî tarih için söylediklerini edebiyat için tekrarlar gibidir:
“Kalbi olanların dili yok; dili olanların kalbi yok Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyle, ölümleriyle, mâtemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlariyle, isyanlariyle, ümidleriyle, emelleriyle, hârikalarıyle o kadar feyyaz bir devirdir. Büyük millet şerefli zamanlarındaki lisanını Yunus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzulî, Bakî gibi, Nef’î ve Nedîm gibi, saz şairleri gibi öz oğullarına emanet etmişti… O şâirler öldüler. Milletten emanet aldıkları lisânı keşke berâber götürselerdi, götürmediler; kâtiplere terkettiler.”
Yahya Kemal sadece bir devir, yaşadığı devir için bunları söylüyor ama dedikleri Türk’ün bütün geçmişi için doğrudur.
Dinbazlar ne der?
Peki dinbazlar ve diğer câhiller ne yapıyor?
Onların dünyası siyah-beyazdır. Hiç gri ton yoktur. Osmanlı iyiyse Cumhuriyet kötüdür. Ve Osmanlı’nın her şeyi iyi, Cumhuriyet’in her şeyi kötüdür. Millî Mücadele yoktur. Balkan Harbi, Doksanüç Harbi de yoktur. Varsa bile onlarda bizi gizli güçler mağlup etmiştir. Hatta daha iyisi, biz aslında mağlup olmamış, mağlup gibi gösterilmişizdir. Bunlar ve buna benzer çocukça fikirler.
Türk tarihinin en güçlü ve en uzun süren yapısıdır Osmanlı. Üç kıtada, yedi milyon kilometre karede Türkçe konuşan, konuşturandır Osmanlı.
Fakat Viyana önünde de bozulandır, Balkan Harplerinde “mülhezim” olandır Osmanlı.
Piri Reis’in bugün hâlâ görenleri şaşırtan, uzaylılar, uzay araçlarından bakıp da mı çizdi bunu dedirten haritasını yapacak teknik ve bilim birikimidir Osmanlı.
Fakat Pirî Reis’in haritasını yayıp üzerinde yemek yiyen de, haritanın yarısını kaybeden de Osmanlı’dır. Harita ancak Cumhuriyet döneminde ve yabancı bir bilim adamı tarafından bulundu.
Gemileri karadan yürüten Osmanlıdır. (İstanbul’un fethinde gemiler karadan yürümemiştir diyenler var. Bilmiyorum. Olsun, Akdeniz’de, Cerbe’de Turgut Reis yürütmüştü ya.)
Fakat Portekiz’in, İspanya’nın, Hollanda ve İngiltere’nin açık deniz seferlerine bir türlü uyanamayıp dünyayı onlara terk eden de Osmanlı’dır.
Devletlerimiz ve büyüklerimiz
İşte Türkçülüğün mihenk taşı budur. Türk’ün geçmişinin tamamına, sevabı ve günahı ile “benim” diyendir.
Peki, bu düşüncelere insanları sayarak başladık. Onlara karşı tutumumuz nedir? Yavuz mu Şah İsmail mi? Atsız mı Türkeş mi? Enver Paşa mı, Atatürk mü? Namık Kemal mi, Akif mi, Gökalp mı?
Burada da Türkçü, Türk hanedanlarına ve devletlerine karşı takındığı tavrı tekrarlar. Yukarıda saydığımız Türk “illeri”nden birini reddetmek Türk tarihini parçalamaktır, tahrip etmektir. Türk büyüklerini reddetmek de öyle. Hele aşağılamak, şüphesiz edepsizliktir. Fakat bu, yanlış yaptılarsa onları görmezden geliriz demek değildir. Aşağılamak ayıptır. Körü körüne, her yaptığı doğrudur demek de ayıptır. Bilim adına ayıptır. Bilim adına ayıp olanı yapmak ve yaymak da Türklük adına, gelecek nesiller adına da yararlı olanı gizlemektir. Tekrar edelim: “Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiçbir erdem doğmaz.”
Tıpkı tarihimiz gibi geçmişteki büyüklerimiz de bize doğrularıyla olduğu kadar yanlışlarıyla da ders verir. Herhalde doğruları yanlışlarından çoktur ki biz onlara “büyüklerimiz” diyoruz. Ama doğru yaparken de yanlış yaparken de onlar bizim büyüklerimizdi! Yanlışlarını tevil etmeye gerek yoktur. Yanlışlara yanlış deriz. Fakat onları doğruları için, çalışmaları ve fedakârlıkları için sevmeğe ve onlarla iftihar etmeğe de devam ederiz. Yanlışları yanlış diye tanıdıktan sonra, her birinin doğrularını derleyip, üst üste koyup, yolumuza devam ederiz. Biz geçmişin üzerinde yükseliriz. Çünkü—Newton’un dediği gibi—devlerin omuzlarına çıkıp oradan baktığımız için daha uzağı görürüz. Biz, o devlerden de uzağı görürüz; çünkü onların geçmişlerinde kendileri yoktur.
Türkçülük tarihinde meselâ bir Gökalp bize, bilimin ışığında yürümeyi öğretti. Yusuf Akçura, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün verdiği ders de budur. Atatürk, en ümitsiz zamanda bile davranıp kalkmayı ve ümidi hiç yitirmemeyi öğretti. Atsız bize dürüst olmayı, dost-doğru olmayı, muhalif olmayı öğretti dersem tam doğru olmuyor: Öğretmedi, bunları tek tek ve bizzat yaparak gösterdi. Zamanın sarsılmaz sanılan diktatör iktidarına karşı direnerek öğretti. Nihayet Türkeş, siyasî faaliyetin, siyasî hareketin fikrimizi yurt sathına yayma gücünü öğretti. Her birinin hataları var mıydı? Muhakkak vardı biz onların sevaplarıyla yükselip güçlendik, hatalarını da bir daha tekrarlamamak için iyice öğrendik.
Sosyalist miyiz, kapitalist mi?
Devletler ve insanlardan sonra ideolojilere gelelim. Devletçi mi olalım özel sektörcü mü? Sosyalist mi olalım liberal mi?
Türkçülük sıradan bir ideoloji değildir. Bir duygu, bir tarihi miras, bir kültür ve şiddetli bir Türklük aşkıdır. Bütün bunların da bir sistem hâline getirilmişidir. Türkçülüğün tek kabulü ve metodu bilimdir. Bilimle diğer ideolojiler arasında bir fark, fakat öldürücü bir fark vardır: İdeolojiler her yere burunlarını sokmak isterler. Toptancıdırlar, totaliterdirler. Bilimin sınırları bellidir ve bilim bu sınırları bilir.
Bunu söyledikten sonra sorularımızı tekrar edelim: Devletçi mi özel sektörcü mü; sosyalist mi, liberal mi? Tıpkı tarihteki devletlerimizde olduğu gibi, tıpkı insanlarımızda olduğu gibi, bunların da iyi taraflarından olduğu kadar kötü taraflarından da ders alırız. İyi tarafları adapte eder, kötü tarafları bırakırız. Her iki cinsi de, iyisini de kötüsünü de niçinleriyle birlikte iyice öğreniriz ki onların hatalarına düşmeyelim.
Hürriyetçiliğin, özel sektörcülüğün milletleri tarihte nasıl kalkındırdığını da görürüz, insanları nasıl sömürüp köleleştirdiğini de. Sosyalizmin düştüğü derin çukurları, devletçiliğin yol açtığı hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk rezaletlerini de görürüz; sanayinin başlamasında ve büyümesindeki ihtimamını ve destekleyici rolünü de. Piyasanın gizli eline hürmetimiz vardır ama bu elin bazen felç olup krizlere ve çöküşleri engelleyemediğini de biliriz. Çok şükür, biz, bunlardan illâ biri veya diğeri olmak zorunda değiliz. Bunlardan biri veya diğeri belli bir konuda öbüründen üstün olabilir. Bu üstünlük zamana göre, şartlara göre de değişebilir.
Biz, bize bu etiketlerden biri takılsın diye değil, Türklüğe faydalı olalım diye yola çıktık. Biz ne oyuz, ne öbürüyüz. Bizim saplantılarımız değil değerlerimiz vardır. Biz Türkçüyüz. Her hareketimizde hedefimiz Türk milletinin çıkarıdır, refahıdır, değerleriyle birlikte bekasıdır. Bu hedefe varmak için hangi yönde yürüyeceğimizi de bize bilim söyler.