Yükleniyor...
İbrahim Kafesoğlu tarafından yazılan
bu makale 1977 yılında Töre dergisinin
78. sayısında yayımlanmıştır.
“Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, milliyet mefkûresini inhilâle sâî olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hâdisat ve müşahedat, bütün insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere, rağmen, yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’âl ve harekatımızla gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulamayan milletlerin başka milletlere av olur.” Mustafa Kemal Atatürk
Asil milletimizin Ata’sı büyük Türk’ün hatırasını derin saygı hisleriyle anarken, O’nun gerçek hüviyetini ve ortaya koyduğu Atatürkçülük ideolojisini bir kere daha gözden geçirmenin zaruretine inanıyoruz. Fâni hayata gözlerini yumduğundan beri hakkında söylenenler ve yazılanlar o kadar çok, o kadar çeşitli, o kadar çelişmelidir ki, bunların bilhassa son yıllarda meydana getirdiği kaosta O’nu ve düşüncelerini teşhis etmek âdeta imkânsızlaşmış gibidir ve bundan dolayı, koca bir milletin maddi-manevi gücünde bayraklaşan Ata’nın ulu şahsiyetini ve ideolojisini türlü maksatlara alet olmaktan korumak bir mecburiyet hâlini almıştır.
Yaptıkları ve yaşamakta devam eden fikirleriyle Atatürk hakikatte kimsenin meçhulü olmaması gereken tarihî bir varlıktır. Askerî dehayı olgun siyaset ve devlet adamlığı vasıflarıyla nefsinde toplamak suretiyle dünyanın en seçkin simalarından biri olarak yükselen Atatürk o müstesna şahsiyettir ki, bütün icraatını milletine borçlu bulunduğunu söylemekten, her biri insan üstü bir kudret ifadesi olan başarılarını Türk toplumuna mal etmekten hudutsuz bir zevk duymuştur. Bu nokta, Türklüğe ne kadar içten bir muhabbetle bağlı olduğu bilinen Ata’nın en belirli özelliğini verir. Son imparatorluğumuzun buhranlı senelerinde Trablusgarp’da, Çanakkale’de, Suriye’de, vatan müdafaasının gerektirdiği her yerde askerlik şanımızı karartmamak; milletimizi tarihten silmeği hedef tutan Mondros mütarekesinin haysiyet kırıcı hükümleri karşısında, bu defa Türk milletini zilletten kurtarmak için, ortaya atılan Atatürk’ün Türk’e ve Türklüğe saygı hislerinin coşkunluğu, mensup bulunduğu camiayı yakından ve pek iyi tanımış olmasından doğuyordu. Askerlik vazifesi dolayısıyla yurdun bir sınırından diğerine koşarken yan yana, omuz omuza çarpıştığı Mehmetçik’te Türk’ün istiklâl ve hürriyet aşkını, kahramanlığını, ruh asaletini, insanî duygularla bezeli moral yapısını görmüş ve onun savaş meydanlarında yenilmeğe, düşman önünde silâhı terk etmeye tahammülü olmayan mücadeleci, yüksek karakterine inanmıştır. Fakat Atatürk’teki millet sevgisi yalnız cephelerde edinilen tecrübelerin mahsulü değildi. Atatürk geniş bir tarih kültürüne sahipti.
I. Cihan Savaşının sonunda herkesin ümitsizliğe kapıldığı ve başta hükümet ricâli olmak üzere zayıf düşünceli ileri aydınların galip devletlerden yaşama müsaadesi dilenmekten başka çıkar yol bulamadıkları bir devirde, O’nun hürriyet ve istiklâl bayrağını açarak mücadeleye atılmasında; halkla yaptığı konuşmalar ve ilk Büyük Millet Meclisi kürsüsünden irad ettiği nutuklarda açıkça görüldüğü üzere, zaferlerle destanlaşan binlerce yıllık millî tarih şuurunun büyük etkisi olmuştu. Bir milletin kurtarılışında millî gayelere yönelmenin tek şart olduğunu fiilen ispat eden Atatürk, incelemeğe değer bir psikoloji hâdisesi olarak, daha o zaman büyüklük ve parlaklığını sezdiği Türk tarih ve kültürünün ciddiyetle işlenmesi meselesini sonraki kültür çalışmalarının merkezi hâline getirmişti. Atatürk, hiç şüphe yok, koyu bir Milletçi ve kendisinden evvel Türklüğün yüceltilmesi konusunda ileri sürülmüş bulunan fikir ve nazariyelerin reel taraflarını bizzat gerçekleştiren aksiyon adamı sıfatıyla da büyük Türkçü idi.
Milliyetçi, Türkçü, laik ve halkçı Atatürk idari rejim sahasında şüphesiz cumhuriyetçi olacaktı. Çünkü milletin manevi-siyasi yönlerden kalkınmasını hedef edinen politik ve kültürel faaliyetlerinin tabii sonucu bu idi. Atatürk, asırlarca yalnız ana topraklarda değil, yabancı ülkelerde de sayısız devletler kurup hukuk nizamı tesis etmek suretiyle her zaman siyasi olgunluğunu ispat eden Türk milletinin şimdi de kendi-kendisini idareye muktedir olduğuna tamamıyla kani bulunuyordu. Bundan dolayı milletin hükümranlık hakkına müdahale etmeği aklımdan geçirmemiş, büyük şahsiyetinin askerî zaferlerle taçlandığı bir sırada etrafındaki yardakçı grupların telkine çalıştıkları monarşiye veya teokratik sisteme iltifat etmemiş, fakat iyiliklerinin diyetini milletten cebren alan hodbin bir tiran olmaktansa, millî hâkimiyet idaresinin gelişmesine hizmet eden bir fert olarak kalmayı en üstün şereflerden biri saymıştı.
Bizde gerçek demokrasiye doğru kuvvetli bir adım teşkil eden cumhuriyet rejiminin kurucusu Atatürk’ün iktisat alanında devletçi oluşuna hayret edilmemek gerekir. O, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, harp meydanlarında kazandığımız İstiklâl mücadelesinin ancak ekonomide yabancı baskısından kurtularak millî iktisadi kalkındırmakla tamamlanabileceğini, Türkiye’nin dünya siyaset muvazenesinde hürmete şayan bir yer tutmasının iktisadî istiklâle bağlı bulunduğunu defalarca söylemişti. Diğer taraftan mütehassısların ifadesine göre, “Millî şahsiyetlerini kazanarak gelişme durumunda olan cemiyetlerde devletçilik milli iktisadın zarureti” idi. Uzun ve fasılasız harpler yüzünden yıpranmış, fakir ve harap memleketimizde iktisadi liberalizmin tatbikat sahası bulması müşkül olduğundan bu yol seçilmişti. Nitekim gittikçe gelişen Türkiye ekonomisinin liberalizme doğru kayma şartlarının tahakkuku bu politika sayesinde imkân içine girmiştir.
Atatürk’ün milliyetçi, cumhuriyetçi, laik, halkçı ve devletçi doktrininin, “Türk toplumunu milliyetçilik esasında modernleştirmek” diye özetlenebilen gayesine süratle ulaşması için sosyal ve hukukî sahada değişiklikler yapmak lüzumu Atatürk inkılâpçılığının gerekçesini teşkil eder. Bu inkılâpçılık mazi ile ilgili ne varsa hepsini devirmek gibi tesadüfi ve yıkıcı icraat hırsıyla alakalı olmayıp, Türk içtimai heyetinin ıslahı zarurî taraflarına gayeye uygun şekilde yeni nizam vermekten ibarettir. Esasen bu ihtiyacı karşılama durumudur ki inkılâpların muvaffakiyetinde başlıca âmil olmuştur. Fakat asıl müessir şüphesiz liderin mümtaz şahsiyeti idi. Atatürk, Anafartalar’da düşmanı kovarken, Filistin cephesinde cüz’î kuvvetini 85 bin kişilik hasım çemberinden çekip kurtarırken, Afyonkarahisar’da istilâcıyı “vatanın harîm-i ismetinde” boğarken şahidi olduğumuz üzere, en yakın tehlikeyi bütün gücü ile karşılayan, büyük kudretini tek mesele üzerinde teksif edebilen ve ilk hedefe bir kasırga heybetiyle atılan adamdı. Fikirleri vazıh ve kesin, hareketleri daima sağduyu ölçüsünde idi. O’nun nutuklarında, sohbetlerinde hattâ yazı üslubunda karakteristik olan bu ölçülü katilik ile aklı selimden doğan vuzuh Türk inkılâplarının aksaksız yürümesini sağlamış; her reform, kendisini takip edecek bir seri inkılâpların normal sebebi mahiyetini kazanmış, böylece yeni değişiklikler içtimaî hayatta tabiî ve meşrû kabul edilmiştir. Gerçekten milliyetçilik yanında halkçı olmamak, halkçılık yanında cumhuriyetçi olmamak, cumhuriyetçiliğin yanında laik olmamak kabil değildi; laik olunca da teokrasinin sultası ile birlikte müesseselerine de veda etmek gerekirdi. Okulun yanında Mecellenin mevcudiyetine, eşitlik prensipleri yanında da kadının yarım insan sayılmasına artık imkân kalmamıştı. Bu suretledir ki, Atatürk Türk milletini manevi-millî istiklâl çerçevesinde çağdaşlaşma yoluna sokmuş oldu.
Görülüyor ki, Atatürkçülük siyasi, içtimaî kültürel yönleriyle bir bütündür ve buna göre, bir gerçek Atatürkçü milliyetçidir, fakat enternasyonalist, kültür düşmanı değil; halkçıdır, fakat kitle istismarcısı değil; cumhuriyetçidir, fakat parlamenter idareye karşı değil, laiktir, fakat din aleyhtarı değil; inkılâpçıdır, fakat devirici değil.
Büyük Ata’nın ölümünün 39. yıldönümü vesilesiyle birçok şeyler yazılacak, söylenecek ve muhakkak, türlü teranelerle mâhut kaos daha da kesifleştirilecek ve üstelik, ideoloji bütünlüğü içten içe tahrip edilirken, Atatürk’ün korunduğu ve Atatürkçülüğün geliştirilmesine çabalandığı ileri sürülecektir. Ancak şu kriter artık elimizdedir; bir iddiacı eğer milliyetçilik ve Türk kültürü düşmanlığı yapıyorsa, halk kütlelerini tahrike kalkıyorsa, din ve mezhep istismarcılığına yelteniyorsa, totaliterliğe özeniyor, deviricilikte ısrar ediyorsa, o, ne Atatürk sevgisine sahiptir, ne de Atatürkçüdür. Böyleleri millete karşı direnmeğe kalkan hafif akıllı zavallılardır. Unutmamalı ki bugün milletin sinesinde Büyük Ata’nın ışıklı izinde yürüyen milyonlarca genç vardır. Milyonlarca genç ki, Atatürk’ün ideoloji yolu ile toplumda canlandırdığı kadim Türk ruhî dinamizminin vakarı içinde sessiz, fakat emin adımlarla mesut geleceğe doğru ilerlemektedir.
Atatürk Türk milletine adanmış bir ruh ve dimağdı. Nur içinde yatsın.