24.03.2025

Etrâk-ı bî idrâk

Türklere, Osmanlı döneminin farklı zamanlarında ve farklı kişilerce ‘Êtrâk-ı bî idrâk’ yani İdrâksiz Türkler’ ve benzeri olumsuz sıfatlar atfedildiği ile ilgili alıntı cümleler kayıtlarda mevcut.


Bir sosyal medya grubunda paylaşılan ve Osmanlıların Türklere ‘Êtrâk-ı bî idrâk’ yani ‘İdrâksiz Türkler’ sıfatını yakıştırdığıyla ilgili alıntı bir yazı üzerine kısaca yazdıklarımı bir bütünlük içinde gözden geçirmenin gerekli olduğunu düşündüm.

Bazı tarihsel süreçlerle ilgili kanaat ifade etmek, yazarak düşünmek için elbette tarihçi olmak gerekmez ama düzgün bir tarih bilincine sahip olmak gerekir diye düşünürüm.

Yazıdaki, Türklere, Osmanlı döneminin farklı zamanlarında ve farklı kişilerce ‘Êtrâk-ı bî idrâk’ yani İdrâksiz Türkler’ ve benzeri olumsuz sıfatlar atfedildiği ile ilgili alıntı cümleler kayıtlarda mevcut. Ancak bu bir tarihsel, sosyolojik ve kültürel gerçeklik tespiti olamaz. Herkes her gün belli bir konuyla ilgili bir şeyler yazar veya söyler ama bunlar asıl gerçeklik bütününün ne kadarını oluşturur veya genel bir kanaat olarak alınabilir mi?

Günümüzde siyasetçilerin biribirleri hakkında söylediklerinden 50 – 100 yıl sonrasına kanaat olarak kalacaklar neler olabilir? Bazı siyasetçilerin değişik vesilelerle birbirleri hakkında söyledikleri, bir diyaloğ veya senaryo metni haline getirilse bunları 50-100 yıl sonra okuyan birisinin ‘’… bunların yöneticileri, önderleri böyleydi; toplum, Türk milleti de böyle veya böyleydi!’’ ifadelerini kanaat olarak belirtmesi ne kadar doğru olabilirdi?

‘Êtrâk-ı bî idrâk’ yani İdrâksiz Türkler’ ifadeleriyle ilgili düşünürken, Türk kelimesinin o zamanlarda Müslüman anlamında kullanıldığını, Osmanlı coğrafyasının Avrupa kısmında Müslümanlara Türk denildiğini ve tüm Avrupa toplumlarında hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar müslümanlara Türk denildiğini de hatırda tutmak lazım. Ayrıca bu ifadeleri kullananların bazıları da Türk demekle Müslüman olanları kastetmiştir.

Bu tabirlere benzer ifadelerin bazıları bir olay üzerine söylenmiş. Bazı ifadeler Osmanlı dönemindeki bazı kişilerin kanaati. Bazıları bir kızgınlık, öfke zamanında ya da hayal kırıklığı zamanlarında ifade edilmiş; yani isyanlar (celali) ve başkaldırı zamanlarında söylenmiş. Bu dönemden kalan birçok şiir hâlâ dillerdedir (Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu). Bazıları bazı Türk boylarının, Türkmenlerin yerleşik hayata geçmemesi ve konar-göçer yaşam tarzı sebebiyle etrafla, yerleşik halkla ve onların mülklerine zarar vermeleri ve kavgalı olması sebebiyle söylenmişlerdir. Bazıları bazı Türk boylarına mensup toplulukların vergi vermeyi reddetmeleri ve sorun çıkarmaları üzerine söylenmiştir. Bazıları da yöneten yönetilen bağlamında ve o dönemin yaygın görüşüyle ifade edilmişlerdir.

Şah İsmal’in etrafının nerdeyse tamamen Türk boylardan oluşması Osmanlı’nın bu Türk boy ve topluluklarına karşı olumsuz tavır almalarının temel sebeplerinden biridir. Bunları potansiyel tehlike görmüşler; aşağılama ve itibarsızlaştırma yönünden devlet erkanı, din adamları ve şairlerce bunlara bazı olumsuz sıfatlar kullanılmıştır.

İşin tuhaf gelebilecek ama aslında bir toplumda tarih boyunca olagelmiş bir yanı da Türklere idraksiz Türk nitelemesini yapanların çoğu da Türklerdi. Yerleşik düzendeki, kısmen kent kültürüne ve okuma-yazma niteliklerine sahip Türkler, konar-göçer Türkmenlere karşı da benzeri sıfatlar kullanmışlardır.

Günümüzde de bazı yörelerimizdeki insanlarımızın diğer yöre insanlarıyla ilgili olumlu-olumsuz sözlü kültürde kullandıkları nitelemeler gibi. Bunları örneklemeye gerek yoktur, her yetişkin insanımız bu niteleme, benzetme ifadelerinden çoğunu hatırlayıverir.

Antakya Lisesinde okuduğum yıllarda, Adana veya Kozan’dan Tufanbeyli’ye gitmek için otobüs, minübüs duraklarında, Tufanbeyli’den ‘Avşar’ olarak biraz istihzai ve küçümseyici dille bahsedildiğini duyunca rahatsız olduğum günler hatırımdadır. Çukurova şehirli, mamur ve zengindi, verimli toprakları vardı ve kuzey ilçelerinden halk yaz-kış Çukurova’ya tarım işçisi olarak giderlerdi. Sonraki yıllarda ise Çukurovalılar yazın Tufanbeyli’ye yaylamaya gelirlerdi. Tufanbeylililer ova insanına ‘marazlı’ (hastalıklı) derlerdi. Çünkü suları ılık, yeraltı suyuna yakın, havası sıcak ve sivrisinek yurduydu. Çukurovalılar da Tufanbeyli’ye dağlı, Avşar derlerdi. Her ne kadar ilk gençlik yıllarımda bu ifadelerden aşırı olarak etkilensem de halk tarafından benimsenmiş, kabullenilmiş ve öylesine kullanılan yakıştırmalar veya ifadelerdi ve kimse benim hissettiklerimi hissetmeden söylerlerdi.

En naif, masum olan ifade ‘İstanbul’da İstanbullu kalmadı, Anadolu’nun her yerinden gelen insanlarla doldu ve o eski İstanbul kayboldu’ gibi hayıflanmalar halen kullanılmaktadır.  İstanbul Türkçesi, İstanbul beyefendisi, gerçek bir İstanbul hanımefendisi tabirlerini duymamış olanımız yoktur. Bu ifadelerde ne anlatılmak isteniyorsa onun bir veya birkaç tık ötesi de ‘Êtrâk-ı bî idrâk’ ifadesi veya benzeri ifadelerdir.

Kısaca bu ifadelerle değerlendirme ve kanaatte biraz gerçeklik var. Ancak konunun tamamı ve bütünlüğü içinde değerlendirilince bir kanaat olarak ifade etmek doğru değildir. Bu durumun sebebi kısmen bu Türk boyları ise çok daha fazlası Selçuklu ve Osmanlı yönetiminin kendisidir. Bir anlamda yerleşik kültür ile göçebe kültürün çatışması ve geçimsizliği de denebilir. Yani Selçuklu ve özellikle Osmanlı yönetimi ve yönetim anlayışıdır.

Ancak en önemlisi özellikle Osmanlı, İstanbul’un alınmasından sonra devlette dil bilen, okuyup yazması olan ve kent kültürüne sahip yabancıları istihdam  etti. Bunlar bedenen sağlam, aklen ve fikren seçilmiş insanlardı. Yani nitelikliydiler. Osmanlı İstanbul alındıktan sonra ayrıca emperyal (ama emperyalist olmayan) bir Dünya Devleti (cihanşumül) ve Devlet-i Aliyye oldu. Çok daha geniş bir siyaset anlayışı içinde Türk boylarının bu anlayışa uyumsuzlukları söz konusu olunca yönetici veya ulemadan bazıları böyle sıfatlar kullandılar. Türk boylarının bazıları konar göçer bir hayat yaşıyorlar, hayvanları için otlaktan otlağa, yazlık ve kışlık alanlar içinde hareket halindeydiler. Bunların geçimi ve hayat tarzı; buna bağlı kültürleri böyle oluşmuştu.

Diğer yandan Selçuklu ve daha ziyade Osmanlılarca yabancıların devlette belli görevlere getirilmesinin sosyal, ekonomik ve özellikle siyasal maliyeti çok düşüktü. Yani fırsat maliyeti düşüktü (political opportunity cost). Ermeni ve Rumlar yerleşik olmalarının doğal sonucu olarak meslek sahibiydiler. Askere de alınmadıklarından zenaat ve sanatta iyi durumdaydılar ve bu işlere Türk boyları arasında fazlaca itibar edilmiyordu; küçümseniyordu. Yakın tarihlere kadar ülkenin bazı meslekleri de azınlıklardaydı ve ancak asker ocağında Anadolu insanına bazı meslek eğitimleri verilerek bu oran arttırıldı.

Ayrıca, Osmanlılar eğemenliği kendinden olanlarla paylaşmak istemedi. Kız alıp vermedi. Çünkü günün birinde bunlar saltanatta söz ve hak sahibi olabilirlerdi.

Osmanlı devleti özellikle İstanbul’un alınmasından ve başkent olmasından sonra Roma’nın da varisi olduğu anlayışını benimsedi. İmparatorluk olduktan sonra asli unsur olan Türk’ü fazla öne çıkarmamaya başladı. Bunun sebebini diğer etnik grupları devlete ısındırmak, onları rencide atmeden kazanmak psiko-sosyal ve siyaset anlayışında aramak gerekir. Bir anlamda asli unsurun imparatorluğun bekasında devlete asla bir tehlike olamayacakları inancıyla Türk boylarını, Türkmenleri biraz gözardı etmişlerdir. Çoğu dönemlerde de bu gruplar ‘kol kırılır yen içinde kalır’ durumunda kalmışlardır.

Diğer bir sebep Selçuklu ve Osmanlı yabancılardan asker (Kapıkulu ve yeniçeriler), bürokrat, sanayici vs ihtiyacını karşılayınca ‘Türk’le uğraşmadı. Gayrı müslimlerden devşirdiği çocuk ve gençleri eğiterek bunlar arasından kabiliyetli olanları devletin işleyişinde görevlendirdi, hatta vezir (bakan) ve komutan bile yaptı. Yabancı kökenli bu insan kaynakları Enderun’da eğitilirken de Türkçe ve İslamiyet temelli bir eğitim sisteminden geçiyorlardı. Yani Türk ve müslüman oluyorlardı. Vezirler ve komutanların, eyalet valileri, il valileri ve daha küçük idari birimlerde görev alanların çoğu Türk kökenliydiler. O dönemlerde aslında soydan ziyade din ve daha sonraları mezhep daha öne çıkan kriterlerdi.

Selçuklular döneminde daha çok Fars, Rum, Ermeni daha az olarak da Arap asıllılar yönetimde yer aldılar ama yine sayı ve etkinlik olarak Türk soylular çoğunluktaydı. Selçuklu döneminde hakim diller Farsça ve Arapça idiler. Özellikle Farsça edebiyat, kültür, devlet diliydi; Arapça din diliydi ama Türkçe sarayda ve halk arasında asıl konuşma diliydi.

Bu devletlerde esasen okuma yazma oranı çok düşüktü ve okuma yazma bilmek bir prestijli durumdu. Bu ise ancak yerleşik kültürdeki varlıklı ailelerin, ya da bazı dergahların sahip olabileceği imkandı.

Osmanlı da zorunlu ihtiyaçlarını Enderundan ve yabancılardan karşılayınca Türk gruplara  okuma, yazma öğretmeyi bir siyasi ve kültür programı olarak görmedi. Böyle bir çaba içinde olmadı. Ama o zaman tüm Dünya benzeri durumdaydı. Matbaanın bulunması ve dinde reform hareketlerinden sonra Avrupa halklarında okuma yazma artmaya başladı. Osmanlı Türk unsurlara yaygın bir siyaset uygulaması olarak zenaat ve sanat öğretmedi. Üretim öğretmedi. Ona bilim öğretmedi. Hatta din bile öğretmedi. Din ulema, alimler sınıfına özgü bir uzmanlık alanı olarak görüldü. Asi saydığı Türk alevi, şiilerin bir kısmı kendi gelenek ve kültürleriyle kendilerini geliştirebildiler. Kapalı bir sosyolojide, kapalı bir kültür çevresinde özellikle sözlü kültürle değerlerini korudular ve hatta (şiirde) geliştirdiler.

Bir diğer yön de o çağlarda tüm Dünyada olduğu gibi yönetenler, yönetilenlere tepeden bakarlar, kendilerini üstün görürler ve halkı aşağılarlardı. Bu her ne kadar İslamiyet anlayışıyla uyuşmasa da toplumda fiilen benimsenmiş, kabullenilmiş bir görüştü. Osmanlılar döneminde de kendiler de Türk olan yönetici tabakası; kırsalda, konar göçer Türkmenlere karşı böyle bir bakışa sahiptiler.

Benzeri anlayışla bir toplumun diğer bir topluma da benzeri yakıştırmalar yaptığı yine tarihsel ve günümüz sosyo-kültürel gerçeklerindendir. Kürd-i bi merd (namert Kürt), lazi-ı kaz (kaz akıllı Laz), rus-u menhus (uğursuz Rus), engurus-i binamus ) namussuz Macar) tabirleri de kullanılmıştır. Fransızlar, Almanlar ve İngilizler birbirlerine bloody… ifadelerini kullanmışlardır (bloody French, …German,…English: bağlamına göre kansız, kanı bozuk veya kanlı anlamında). Araplara ‘Kavm-i Necip’ veya ‘Nim Seyyid’ denmesi ile Ermenilere ‘Millet-i Sadıka’ denmesi de yukarıdaki sıfatların tersi bir anlayışı ifade eden ama aynı bakış açısından birileri olumlu diğerleri olumsuz yakıştırmalar. Bu toplumlarla ilgili olarak aynı veya benzeri sıfatları kullanmanın hiçbir bilimsel, akli, ahlakı ve siyasi gerçekliği yoktur ama halk sözlü kültüründe değişerek varlığını sürdürür.

Tarihteki olgu, olay, nesne ve özneleri okurken, değerlendirirken ve yorumlarken tarihe bakış açısının önemini bir daha hatırlamakta yarar var. Tarihe o günün şatları içinde bakmak (prospektif) ve bu günden bakmak (retrospektif) yerine göre izlenen bir anlayış olsa da dikkatli olmak kaçınılmaz bir zorunluluk. O günün şatları içinde bakmak ve bu güne yansımalarını, izlerini tartışmak ise bence doğru olanıdır.

Belli ki Atatürk bunları çok geniş bir çerçevede, ayrıntılı olarak ve iyi düşünmüş. Çünkü bunlar soy, ırk özellikleri değil. Kültür özelliği. Sosyal özellikler. Atatürk bu ‘Türk’ü motive ederek ondaki kabiliyeti, zenginliği ortaya çıkardı. Bu asırlarca gözardı edilmiş toplumdan yepyeni, dinamik bir toplum ve millet çıkardı. Ancak bir önemli hususun altını çizmekte fayda var: Cumhuriyetin kuruluş yılları öncesinde, kuruluş yıllarında ve İkinci Dünya savaşı yıllarına kadar hâkim medeniyet olan Avrupa / Batı medeniyetinde millet kavramı yükselişteydi. İki Dünya savaşı arasında Avrupa’da diktatörlükler dönemiydi ve üstün ırk kavramları ve anlayışı hakimdi. Atatürk ve arkadaşları, cumhuriyet aydınları da bu görüşten etkilendiler ve Türk kelimesine biraz da bu anlayıştan etkilenerek anlamlar ve değerler atfettiler. Bu anlayışın toplumsal ve kültürel yansımaları günümüzde bile izlenebilmektedir. Bir yere kadar da milletlerin varlığı ve bekası bakımından gerekli motivasyonlardır.

Bazı fikri ve ideolojik akımlar da benzeri anlam ve değerleri yüceltmeyi siyasi bir yol olarak uygulamışlardır. Yeni ortaya çıkan devletlerde böylesi düşünceler ve semboller sıkça kullanılır. Kendi değerleri, kahramanları ve bunlar adına yapılmış soyut (şiir, müzik, tiyatra..) ve somut (mimari yapılar, heykeller, resimler, şehir yapıları…) eserler teşvik edilmiştir. Endonezya’da çalıştığım yıllarda, ufak-tefek yapılı Cava insanının devasa boyutta, adaleli, sportif heykellerle sembolize edilmesi de aynı anlayışın ürünleridir.

Macaristan ve Finlandiya’da ve bu ülkelerin insanlarıyla şurda burda sohbetlerimde ‘Türklerle akraba olduklarını’ söylemem genellikle hoş karşılanmamıştı. Çünkü kendileri olmaya kendi ulusal kimlik ve kişilikleriyle anılmak gibi bir arzu içindeydiler. Benzeri durum diğer Türk cumhuriyetlerine mensup insanlar arasında da vardır. Kazak, Türkmen, Özbek, Kırgız, Tacik olarak anılmak, tanınmak istemeleri gibi.

Diğer yandan toplulukların, toplumların ve milletlerin kolayca tanımlanamasalar da birer özgün sosyo-kültürel yapıları, karakterleri vardır. Birbirlerine daha çok benzerler.

Günümüzde Osmanlıyı öven, yücelten de düşmanlık ve aşağılama çabasında olanlar da var. Uzun bir geçmişe sahip Türk’ün tarihinde bu çevreler örnekler de bulabilirler. Kahramanlarımız da hainlerimiz de çok. Ancak geçmişi değerlendirirken bazı istisnai örnekler tamamın çok az da olsa bir parçası olamazlar. Bir de Türk’e düşmanlık niyetiyle ve bilinçli olarak bazı istisnai örnekleri köpürtenler ve çoğaltanlar da var. Zaten hiç eksik olmadılar ama Türk tarihsel yürüyüşünü sürdüregeldi.

Özetle bunlar bizim tarihi gerçeklerimiz ve hepsi bizden ve biziz. Kızsak da sevsek de. Bu günden geriye bakarken övünecek de üzülecek de, hayıflanacak da çok şeyimiz var. Uzun bir geçmişin iyi-kötü tortuları da çok oluyor. Bu bile başlıbaşına bir değerdir.

Konunun bir diğer boyutunu da bir kişilik üzerinden değerlendirmek konuya yaklaşımda yararlı olabilir.

Mimar Sinan’ın Türk olmadığı söylenir… Nazarımda Sinan’ın soyunun ne olduğunun hiç önemi yoktur. Onu çıkaran kültür, güç Türk’tür. Ona o imkan ve şartları sağlayan ve onu Sinan yapan Türk’tür. Sinan’ı üç kıtada dolaştırıp tarih boyunca yapılmış en görkemli mimarlık ve mühendislik eserlerini incelemesini ve ‘daha iyisini, güzelini nasıl yaparım?’ ufkunu açan Türk’ün gücüydü. Güç derken askeri kastetmiyorum. Ekonomik güç, siyasi güç, idari güç, kültür ve medeniyet gücü… Yani Osmanlı imparatorluğu tüm bu güçleri sağlayabilmişti.  Ona o ustaları ve iş gücünü sağlayan, o malzemeleri temin eden Türk’tür ve Türk’ün gücüdür. Ona o zenginliği, bolluğu, refahı sağlayan Türk’tür. Yani Mimar Sinan Müslüman ve Türk’tür.

Bazı milliyetçi sıfatını sahiplenenlerin şovenist ve yalın anlayışlarına da takılmıyorum. Neticede onlar da bizim insanlarımız. Onlar da ancak öyle… Ne yapalım ?

Yazar

Mustafa İmir

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar