Yükleniyor...
1970’lerde ülkücülerin aralarında para toplayarak hoca aramalarının hikâyesi.
Bu bir fantezi değil gerçektir ve bizzat olayı yaşayan tarafından kaleme alınmıştır.
Hikâye tadındaki bu deneme o zamanki ülkücülerin kalitesini göstermek
bakamından da ilgi çekicidir.
Prof. Dr. İsmet ÇETİN
Ergenekon Yurdunun içinde bulunduğu Elazığ DMMA ve çevresini saran badem çiçeklerinin müjdelediği bahar gelmiş, badem çiçekleri ile henüz filizlenmeye başlayan ağaçların diri çam dallarıyla yarışırcasına göğe yükselme azimleri kış mevsimini unutturmuştu. Unutulan kış mevsiminin aksine unutulmayan ilk hocalarımız, ilk göz ağrılarımız vardı. Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kurucu dekanı ve Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Orhan Acıpayamlı, sempatik duruşu, babacan tavrı ile ulaşılmazdı. Üniversite yıllarımızda gördüğümüz ilk doktoralı hoca, Dr. Hamza Zülfikar olmuştu. İçi kitap dolu kocaman çantası dışında Akademi misafirhanesinin odasına koyduğu kitaplar ve Hoca’nın çanta dolusu kitapla sınıfa girmesi, bizi üniversite öğrencisi olduğumuza inandırmıştı. Sonra Dr. İsmail Parlatır, lise bilgilerimizin ne kadar da sığ olduğunu fark ettiğimiz bilgilerini aktarması, Türkçe dışında başka dillerle de ifade olunan edebiyat terimlerinin art arda sıralanması bizi iyiden iyiye edebiyat üstadı yapıyor, bazı arkadaşlarımız mühendislik okuyan arkadaşlar yanında kendini Türkoloji/edebiyat mühendisi olarak takdim ediyordu. Liseyi imam hatipte okuyan, mahallesinde Kur’an kursuna giden birkaç kişi dışında Arap harflerini bilen olmayınca, bilenler kendimizi allameicihan zannediyor fakat iki harfi yan yana getirip Türkçe kelimeleri okuyamıyorduk. Adnan İnce öğretmeye çalışırken zorlanıyor, Dr. İsmail Ünver Hoca Arap harfli metinlerle baş edemeyeceğimizi anlayınca Latin harfli metinlerden okutmaya, okuttuğu metinlerdeki Arapça kelimelerin vezinlerini buldurmaya çalışıyordu. Dr. Nevzat Gözaydın halkın ne demek olduğunu anlattıktan sonra halkın edebiyatı ve terimlerini öğretirken Boratav adını zihnimize kazımıştık çoktan. Atatürk Üniversitesi’nde doktora yaptığını söyleyen Naci Onur, ilk dersten itibaren bir makalenin nasıl yazılması gerektiğini anlatmaya başlayınca ilk makalemizi, makalelerin bir araya getirilmiş hâline, teksir kitabımıza da sahip olmuştuk. Biz artık makale yazan, makaleleri teksir olarak çoğaltılmış olsa bile kitabı olan yazarlardandık. Üniversitenin ilk yılında olgunlaşmış, her birimiz bir edebiyat âlimi olmuştuk artık. Sporla ilgisi olmayan ben bile Türk Milliyetçiliği ve Spor konusunda bir makale yazarı olmuştum.
Nihayet Elazığ’a bahar geldi ve baharın gelmesiyle bademler çiçek açtı. Fedakârlık yaparak Ankara’dan gelen hocalarımız gelmemeye karar verdiler. Baharın güzelliği, buna karşılık bizim hocasız kalmamızın burukluğu ne olacaktı? Fakülteye yeni hocalar alınmıştı. Sınavlar Elazığ yerine Ankara’da yapılmıştı. Genç, heyecanlı hocaların geldiği haberini aldık. Hoca dediğin böyle olmalıydı. Ulaşılmaz! Onlar, Ankara’dan gelen hocalara benzemeyen tavırlarıyla ulaşılmaz insanlardı. Sadece görüyor ve bize mesafeli olduklarını anlıyorduk. İçlerinde doktorasını yapmış olan kimse yoktu. Başlangıçta ders aldığımız doktor unvanlı hocalarımızın yerine doktorasını henüz yapmayan hocalardan ders almak? Üstelik o günlerin ideolojik ayrımlı, gergin günlerinde yeni gelenlerden ders dinlemek? Üstelik 2. sınıftan itibaren. Biz ki hocalarımız sayesinde edebiyat âlimi olmuştuk ve doktorası olmayan hocalardan ders almamız düşünülemezdi.
Biz üniversiteli gençlerdik ve yürüdüğümüzde yerler sarsılırdı. Her birimiz kendi çapımızda büyük insanlardık ve üstelik ülkenin en akıllıları idik. Hatta duvara slogan yazarken kelimenin yarısında polise yakalanıp diş macunu reklamı yapanlardandık (Suat sen çok yaşa). Bize doktorasız hoca yakışmazdı. Akıllılar bir araya toplanıp karar aldık. Akıl akıldan üstündür deyip dekanımız Prof. Dr. Orhan Acıpayamlı’ya gidip derdimizi döktük, isteğimizi sıraladık. Hoca babacan tavırlarıyla bizi süzüp; “Ben meşin ceketlilerle konuşmam.” diyerek dersimizi verdi. Derdimizi dinlememiş, isteğimizi yerine getirmemişti. Ne etmeli derken meşin ceket kumaş ceketle değiştirildi, Orhan Hoca’nın huzuruna yeniden varıldı. Hoca bu defa olanca babacanlığı ile buyur edip bir de çay ikram etti. Belki de ilk adabımuaşeret dersimi almış, resmi kurumda, özellikle bir dekanın makamında nasıl davranmamız gerektiğini öğrenmiştim. Hoca’ya derdimizi anlattık, en az doktorasını yapmış hoca talebimizi arz ettik. Ettik etmesine de kendisi de bize dert yandı. Ankara’dan hoca gelmiyor. Başka üniversiteden mi? “Atatürk Üniversitesi’nde hocalar varmış” deyişimize, “onlar gelmez” cevabı ile çaresizliğimiz katlanmıştı. Üniversite ikinci sınıf öğrencileriyiz. Ne üniversiteleri, ne de üniversitelerdeki hocaları tanımayız. Arandığı zaman bulunacak, talep edildiğinde gelebilecek hocaların varlığını tahmin ediyoruz, mutlaka gelebilecek hocalar vardır. Var olmasına var da Orhan Hoca, ısrarla Ankara’dan hocaların gelmeyeceğini söylüyor. Yeni alınan doktorasız hocalara mecbur bırakıyor, çaresizliğimizi haklı bulup çaresizliğini söylüyor…
Naci Onur Hoca, babacan tavırlarıyla hem hoca hem ağabey olarak bizi dinlerdi. Derdimizi kendisine aktardık. Hoca hiç tereddüt etmeden Atatürk Üniversitesi hocalarını getirelim diye bizi ümitlendirdi. Ya Orhan Hoca? Orhan Hoca hayır derse, zamanın modası boykota gideriz. Akıllıyız ya… Naci Hoca’nın söylediklerini, verdiği ümidi kendimize aitmiş gibi Orhan Hoca’ya aktardık. Hoca gönüllü gönülsüz gelseler iyi olur diye bizi teselli etmeye çalıştı. Hocalar gelirse bunun ders ücreti, barınma meselesi, ulaşım parası gibi masrafların olacağını söyleyerek parasızlıktan -bunun ödenek olduğunu sonradan öğrendim- söz etti. Ümitsizliğe sevk eden güzel cümlelerle bizi teselli etmeye çalışan Orhan Hoca’nın yanından ayrılıp, çare aramaya başladık. Hâlâ ümidimizi yitirmemiştik. Yeniden Naci Hoca’nın Akademi’deki kapısını çaldık, Olup biteni anlattık. Az da olsa taşıdığımız ümidimiz Naci Hoca’nın konuşmalarıyla tazelendi. Hoca bizim Erzurum’a gidip hocalarla görüşmemizin iyi olacağını söyleyince iyice şaşırdık. Biz üniversite birinci sınıf öğrencileri hocalarla görüşüp hoca bulacağız, hocalar da bizi muhatap alıp derdimizi dinleyecek, hatta Elazığ’a derse gelecekler. Hadi canım sen de…
Tarihler 10 Mart 1977’yi gösterirken Elazığ’da bademler çiçek açmıştı. Naci Hoca beni odasına çağırıp Erzurum’a gitmemiz gerektiğini söyleyerek Kaya Hoca’ya verilmek üzere bir zarf verdi. Bahar güneşinin ışıltısı altında Ergenekon yurduna yol aldım ve hemen arkadaşlarla toplanıp bir karar verdik. Karar: Hemen, bugünden tezi yok Erzurum’a gidilecek ve Naci Hoca’nın zarfı Kaya Hoca’ya verilecek!
Akşamın geç saatlerinde Ergenekon Yurdu’nda alınan karar, 11 Mart 1977 tarihinde uygulamaya konuluyor. Öğrenci harçlıklarımızla yol parası toplanıyor, yol hazırlığı yapılıyor.
Elazığ’a bahar gelmiş ve bademler çiçek açmıştı. Erzurum mu? Erzurum soğuktur mutlaka. Mehmet Özçelik’in -Süleyman Demirel Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden Emekli öğretim üyesi- kışlık kabanı tam bana göre. 11 Mart akşam saatlerinde hareket eden otobüs, ağır aksak Tunceli’nin sarp dağlarını aşıp Erzincan üzerinden Erzurum’a doğru yol aldı. Tunceli’nin karla kaplı dağlarının yol verdiği keskin virajlarını geçip Erzincan üzerinden uykulu-uyanık sabah vakti Erzurum’un karlı gününe uyandım. Bizi ilk önce otogarda iliklere işleyen Erzurum soğuğu karşıladı. Servis aracı Taş Han’ın önüne bıraktığında gün ağarmıştı. Bir anda hayranlık uyandıracak bir manzara göründü. Yarısı karla kaplı asfaltta atlılar nizami bir şekilde gidiyorlardı. Davul zurna eşliğinde ritmik adımlarla giden atlılar, kendine özgü bir ahenk tutturmuş, koçaklama söyleyen yamçılarıyla at üzerinde dev görünümlü âşıklar, Oğuzname söyleyen ozanın gür sesini taklit edercesine âleme meydan okuyorlardı. Bugün Erzurum’un kurtuluş günüdür. Bu gösteri beni yüreklendiriyor ve minibüsle Üniversite’ye yöneliyorum.
Atatürk Üniversitesi’nin kampüsünde Edebiyat Fakültesi’nin kapısına geldiğimde, buranın bir üniversite olduğunu fark ettim. Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yeni kurulmuş, Veteriner Fakültesi ve Fen Fakültesi ile aynı binada, binanın en üst katında, birkaç sınıf, birkaç odadan oluşan bir fakülte… Atatürk Üniversitesi sınırları içindeki akademik görünüm, öğrenci yurtlarındaki kalabalık öğrenci kitlesi, arkadaşlarımın davetiyle gittiğimiz Hemşin Pastanesi’ndeki sohbetimiz Erzurum’da Erzurum’u özletmişti.
Edebiyat Fakültesi’nde dekanlık makamına geldiğimde Prof. Dr. Kaya Bilgegil Hoca’nın huzuruna çıkma cesaretini gösterecek kadar heyecanımı yenmiştim. Adını duyduğumuz Hoca beni nasıl karşılayacaktı? Çok beklemedim. Hoca huzura kabul etti, sol el parmakları arasında tuttuğu sigarasından bir nefes çektikten sonra; “buyur evladım” demesiyle bütün cesaretim, hoca aramaktaki kahramanlığım yerle bir oldu. Kendimi takdim edip Naci Hoca’nın verdiği mektubu uzattım. Mektubu okuduktan sonra; “otur evladım. Emin bir delikanlıymışsın!” demesiyle bütün cesaretimi toplayıp kendimi koltuğa attım. Erzurum’un soğuğunda Hoca’nın sıcacık babacan tavrı beni rahatlatmıştı. Üstüne üstlük bir de Hoca ile hemşeri olduğum anlaşıldıktan sonra derdimizi anlatıp isteklerimizi sıralamamız daha kolay oldu. Hoca sabırla beni dinledi. Dekanımız Prof. Dr. Orhan Acıpayamlı’dan Ankara’dan gelen hocalarımıza, olmayan fakülte kütüphanesinden yurt hayatımıza kadar tüm yaşadıklarımızı anlattım. Hoca sabırla beni dinledikten sonra Elazığ’a gidip gitmemenin hocaların isteğine bağlı olduğunu söyleyerek beni onlara yönlendirdi.
Bölümde kapısını ilk çaldığım hoca rahmetli Prof. Dr. Hüseyin Ayan oldu. Kendisine Kaya Hoca’nın gönderdiğini söyleyip meramımı anlattım. Kısa bir sınavdan (!) sonra Kaya Hoca münasip görürse gideriz diye Elazığ’a gitme kararlığını söyleyince zafer kazanmış komutan edasıyla Prof. Dr. Orhan Okay’ın kapısına yöneldim. Hoca hiç tereddüt etmeden Kaya Hoca’nın talebini emir telakki edip, biraz da bize acıyarak Elazığ’a gelebileceğini söyledi. Prof. Dr. Muhan Bali Hoca’ya da meramımızı anlattım. Hoca, “Ercişli Emrah ile Selvi Han Hikâyesi” adlı kitabını verip okumamızı, bununla bir giriş yapılacağını söyleyerek Elazığ’a gelemeyeceğini söyledi. Aldığım cevaplarla Kaya Hoca’nın odasına gidip hocalarla konuşmamızı kendilerine aktardım. Hoca’nın; “tamam evladım, Elazığ’a geleceğiz” cümlesi ümidimizi de emeğimizi de boşa çıkarmamıştı.
Ümidimizi koruyarak bir yılı bitirdikten sonra 1977-1978 öğretim yılında heyecanla okula gittiğimizde çabamızın boşa gitmediğini öğrendik. Prof. Dr. Kaya Bilgegil, Doç. Dr. Mehmet Akalın, Doç. Dr. Orhan Okay ve Doç. Dr. Hüseyin Ayan bir yıl boyunca Erzurum-Elazığ arasında mekik dokudular. Daha sonra Doç. Dr. Efrasiyap Gemalmaz da bu kervana katıldı.
Atatürk Üniversitesi’nden naklini Fırat Üniversitesi’ne alan Rahmetli Servet Kabaklı’nın Foto Aybala’sında toplanıp hocalarla ilgili ne yapılması gerektiğini konuşuyoruz. Son söz Servet’in oluyor, hocalara Tofaş marka otomobiliyle Elazığ otogarı- okul arası servis yapıyor, gakkoşa yakışır ağalıkla hocaları elinden geldiğince ağırlıyordu. Sıkıyönetimin ilan edildiği dönemde öğrencilerle beraber hocalar da kimlik kontrolü ile fakülte binasına alınırken Erzurum’dan gelen hocalar, Kaya Hoca’nın şahsında bundan istisna tutulmuşlardı. Hocaların kimliklerinin kontrol edilmemesini okulun güvenliğinden sorumlu komutandan isteğimiz sağlamıştı. Yüzbaşı bizim isteğimizi makul görüp kabul etmiş biz ise (yanlış hatırlamıyorsam Süleyman Yetgin ve Ali Eldiven ile birlikte) kendimizce pazarlık yapmıştık.
Son sınıfta, Efrasiyap Hoca’nın dört saat süre verip cevaplamamızı istediği Uygurca bir metni cevaplayanlar mezun olmuş, olmayanlar adına Servet Kabaklı’ya Erzurum yolu görünmüştü.
Elazığ’da bademlerin çiçek açtığı 1977’nin Mart ayında başlayan hoca arayışımız, hocalarımızın Erzurum’dan geldikleri 1980 yılı Haziran ayına kadar devam etti. Hocaların Elazığ’a gelişleri bademlerin çiçek açtığı mevsime, ayrılışları çilek mevsimine rast gelmişti.
Biz şanslı insanlardık, cevval öğrencilerdik, o dönem üniversiteleri öğretim elemanlarıyla öğrencileriyle daha bağımsız, daha hürdü.
1 Yorum