Olan yeter

Mücadele veya kavga ya da savaş, adına ne derseniz deyin. Hepsi de gelenle ve olanla yapılıyor. Sayımız az diyene “Olan yeter”, nasıl olacak diyene de “Gelirsen görürsün” diyorum.


Paylaşın:

Bu bayram yine memleketim Maraş’taydım. Dost sohbetlerinin konuları dönüp dolaşıp Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılara geliyor. Tıpkı Ankara’da olduğu gibi. Meseleler karşısında belirsizlik oldukça fazla. “Ne olacak bu memleketin hâli” diye başlıyor, kısmen de olsa, “Artık yapacak bir şey kalmadı. Kaç kişiyiz ki? Kaderimizde ne varsa onu yaşarız.” diye bitmeye başladı. Ben hiç böyle düşünmedim. Ne düşündüğümü ve nasıl düşündüğümü, yaşadığım ve okuduğumdan iki örnekle anlatayım.

Bir bahar günü ikindi vakti

Memleketim Maraş’ta yaşadığım yıllardaydı. Bir gün dönemin Elbistan Belediye Başkanı Hacı Abdullah Dede çalıştığım kurumda ziyaretime geldi. O zamanlar çok sık görüşen iki dost idik. Yanında başka iki kişi daha vardı. Onlarla da birbirimizi severdik. Birisi Hacı Abdullah Bey’in yardımcısı Ömer Lütfi Genç, diğeri 12 Eylül günü MHP üst kurul delegesi de olan dönemin Elbistan Ticaret Odası Başkanı Mustafa Paksoy.

Mesai saati bitimine kadar çay içip sohbet ettik. Sohbete dışarıda bir yerde devam etmek için çıktık. Çalıştığım kurum Trabzon Caddesi’ne yakın bir yerdeydi. 

Bilmeyenler için Trabzon Caddesi’ni tarif etmeliyim. Cadde o dönem Maraş’ın en hareketli merkeziydi. Maraş’ın İstiklâl Caddesi diyebilirsiniz. Hani İstiklâl’in bir ucu Taksim Meydanı’na çıkar ya, Trabzon Caddesi de Kıbrıs Meydanı’na açılır. Trabzon Caddesi’ndeki kalabalık genellikle oradan çıkar ve gideceği semtlere daha kolay dağılır. Gideceğimiz pastane de caddenin sonundaki üç katlı bir binanın altındaydı. Otelin 1,5-2 metrelik çıkması altına da atılmış masaları olan bir mekândı. (Di’li geçmiş zaman kipi kullandım. Çünkü depremde en fazla etkilenen bölgelerden birisi Trabzon Caddesi. Caddenin iki yönünde de tamamına yakını yıkıldı. Bahsettiğim binaların hiçbiri artık yok.)

Caddeye çıktık Yaşar Pastanesine kadar yürüdük. Niyetim pastanenin önünde açık havada oturup biraz daha sohbet etmekti. Hem de dondurma yeriz diye düşünmüştüm. Galiba ilkbaharın sonuna doğruydu.

Yağmurun azizliği

Cadde her zamanki gibi çok kalabalıktı. Neredeyse iki adımda bir tanıdıkla karşılaşarak yürüdük. Eş dostla ya da esnafla selamlaşarak ilerlerken hava bozmaya başladı. Biraz adımlarımızı sıklaştırdık ama yağmur düşmeye de başlamıştı.

Yaz yağmuru iri düşer ama kısa sürelidir ya, bu da öyleydi. Ancak cadde boşalıvermişti. Onca insan bu kadar kısa sürede nereye kaybolmuştu, şaşılacak şeydi doğrusu. Hani bir deyim vardır, suyu çekilmiş değirmene döndü derler, tam da öyle oldu. O büyük kalabalıktan eser kalmamıştı.

Biz yağmurun birkaç damlasına yakalandık ancak kendimizi çıkmanın altıdaki masalara atabilmiştik. Düşen damlalardan üzerimize biraz su sıçrıyordu ama aldırmıyorduk. Sohbet keyifliydi çünkü. Ama bizden başka kimse de yoktu. Onlar da yağmurdan kaçmışlardı. Kısa süre sonra yağmur dinmişti.

Biz sohbet ederken bize doğru birinin geldiğini gördüm. Elinde kavalıyla dolaşan, iki üfleyip bir türkü tutturan bir ihtiyardı. Para veren olursa alır ama asla istemezdi. Böyleleri her şehirde ya da ilçede vardır. Halk onlara hep sevgiyle karışık saygıyla yaklaşır. Saygısı da Tanrı’ya saygısındandır. Deli ile velî arasında bir yere koyar çünkü. İşte öyle biriydi gelen.

Garsonla konuşuyordu. Bize doğru yürümeye başladı. “Emmi, gel bir garibi çal hele” dedim. Bu onu gördüğümde hep söylediğim cümleydi. Hiç ses etmeden kavalını dudağına yerleştirir ve 15- 20 saniye üflerdi. Bu sefer biraz daha uzun üfledi kavalını. Yanlış hatırlamıyorsam nerdeyse bir türküyü tam çaldı. Masadaki dördümüz de çıkarıp para verdik. Ben her zamankinin çok üstünde bir miktar vermiştim. Diğerleri benden de fazlasını verdiler. Anlayacağınız neredeyse bir iki günlük para vermiştik. 

Bizim emmi giderken garson darmadağınık bir yüzle bize yaklaştı. Beni de tanırdı. Hayırdır, dedim. “Gitme emmi, kimse yok dedim. Olan yeter diye cevap verdi.” dedi. Verdiğimiz parayı görmüştü çünkü.

Arkadaşlarla birbirimize baktık. Dördümüz de etkilenmiştik. Dağılma sırası bize gelmişti…

O günden sonra, o, “Olan yeter” sözünü hiç unutmadım.

Önce kurtuluş, sonra…

Yüzbaşı Selahattin’in Romanı bilinen bir belgesel romandır. İlhan Selçuk, Birinci Cihan Harbi ile İstiklâl Harbi’ne katılan, Kuvvayı Millîyeci Yüzbaşı Selahattin’in günlüklerini romanlaştırmıştır. İki cilttir. Birinci cilt Cihan Harbi’ni, ikinci cilt İstiklâl Harbi’ni anlatır.

İkinci cildin başlarında mütareke imzalanmış, İstanbul işgal edilmiştir. Bu arada Albay Bekir Sami Bey de Harbiye Nezareti (Dönemin genelkurmay başkanlığı da denebilir.) tarafından Batı Anadolu’ya gönderilmek üzeredir. Yunan’ın İzmir’i işgal ettiği günlerdir. 

Albay Bekir Sami, Tümen Kumandanı olarak görevlendirilmiştir. Nezaret’ten çıktığında Yüzbaşı Selahattin’le karşılaşır. Ona, Anadolu’ya görevlendirildiğini ve işgale karşı direneceklerini anlatır. Kendisiyle gelip gelmeyeceğini sorar. Selahattin Bey hiç düşünmeden gelirim diye cevap vermiştir.

Hâlbuki o günlerde ailesi, harpten dönen Selahattin Bey’i evlendirmek istemektedir. Uygun bir eş arayışına girmişler, birisini de bulmuşlardır. Hatta iki genci buluşturup tanışmalarını da sağlamışlardır. 

Hazırlık yapmak için evine giden Yüzbaşı Selahattin’e ailesi şiddetle karşı koyarlar. Ama ne fayda, Nuh der de peygamber çıkmaz ağzından Selahattin’in, gidecektir. “Evleneceksin” derler, “Önce vatanı kurtaralım da ondan sonra” diye cevap verir. Nişanlısına da aynı şeyi söyler, “kurtuluştan sonra…” O asil kadın da bekleyeceğim demiştir.

Gelen görür

Bekir Sami Bey ile Selahattin Bey, gemiyle Bandırma’ya geçerler. Bandırma’da birçok evde Yunan bayrakları asılıdır. Azınlıkların evleridir. Garnizon komutanı ve kaymakam müdahale edememişlerdir. Bekir Sami Bey çok kızar. Derhal indirilmesi için emir verir. İtiraz edenlerden bir ikisi derhal idam edilir. Artık o bayraklar inmiştir. 

Bekir Sami Bey, Cuma namazı sonrasında camide konuşma yapar. Selahattin Bey de yanındadır. O sırada İzmir’in işgalinde yaşananlardan sonra İstanbul’a gitmek üzere Bandırma’da olan iki genç de camidedir. Bekir Sami’nin ne diyeceğini merak etmişlerdir. Konuşmadan sonra yaklaşıp, İzmir’den geldiklerini ve anlatacakları olduğunu söylerler. O da Selahattin’le görüşüp yazdırın, diye cevap verir. Başı kalabalıktır çünkü.

Selahattin’le görüşen gençler onun sorduklarına cevap verirler. Soru, cevap ve not alma faslının sonuna doğru gençlerden birisi “Bitti mi?” diye sorar. Bittiyse onların da soracakları vardır. Selahattin sor der:

– Siz İzmir’i Yunan’dan kurtaracaksınız öyle mi?

Cevap kısadır.

– Evet.

– Silahınız var mı?

– Yok.

– Askeriniz var mı?

– Yok.

– Nasıl kurtaracaksınız?

Selahattin Bey büyük bir rahatlıkla ve umursamazlıkla omuzlarını silkerek,

– Gelirsen görürsün.

Diyecektir.

Aradan zaman geçer. Yüzbaşı Selahattin’in yolu Kastamonu’ya düşer. Kastamonu çok özel bir yerdir. En çok şehidin verildiği beldedir. Ama asker kaçağı da vardır elbette. Askere ihtiyaç vardır. Kaçakların dönmesi lazımdır. Sona yaklaşılmıştır çünkü. Türk’e son bir gayret verilmektedir. İstiklâl Mahkemesi kurulmuştur. Mahkeme Başkanı, Yüzbaşı Selahattin’i görünce Bandırma’da camide yaşanan bu olayı anlatır. Sonra sorar:

– Camide bunları seninle konuşan bendim. Hatırladın mı?

Mahkeme Başkanı da cennetmekân Mustafa Necati Bey’dir. Hani Millî Eğitim Vekilliği (Bakanı) de yapan Mustafa Necati.

– Sen, “gelirsen görürsün” dedin ben de görmek için geldim.

Der. Hatırlamıştır Selahattin Bey…

Mücadele veya kavga ya da savaş, adına ne derseniz deyin. Hepsi de gelenle ve olanla yapılıyor.

Bu iki olay aklımdan hiç çıkmadı. Sayımız az diyene hep, “Olan yeter”, nasıl olacak diyene de “Gelirsen görürsün” diyorum.

Yazar

Hakan Paksoy

4 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar