‘Sıkça Yapılan Yanlışlara Doğrular’ Yazısı

         26.07.2010             Bölüm kurulunda, profesör meslektaşım, söze şöyle başladı: “Ne nedenle olursa olsun olmuş olan olumsuzluk…” Ben, düşünceye daldım, “acaba şimdi kalkıp bu hocayı boğsam, beni yargılayacak hâkimler, bu cümleyi ağır tahrik sayar mı; yoksa onlar da bizim hoca kadar Türkçe’den, okumadan, yazmadan nasipsiz midirler? O zaman müebbet yatarım…”, derken, lâfını nasıl tamamladığını kaçırdım. […]


Paylaşın:

         26.07.2010 
 
          Bölüm kurulunda, profesör meslektaşım, söze şöyle başladı: “Ne nedenle olursa olsun olmuş olan olumsuzluk…” Ben, düşünceye daldım, “acaba şimdi kalkıp bu hocayı boğsam, beni yargılayacak hâkimler, bu cümleyi ağır tahrik sayar mı; yoksa onlar da bizim hoca kadar Türkçe’den, okumadan, yazmadan nasipsiz midirler? O zaman müebbet yatarım…”, derken, lâfını nasıl tamamladığını kaçırdım.

          Devlet Bakanımız Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın teşvikiyle Türk Dil Kurumu bir “Sıkça Yapılan Yanlışlara Doğrular” kılavuzu hazırlamış ve sitesine koymuş: tdk.org.tr ye girip kullanabilirsiniz. Hayırlı olsun güzel bir adım ama yolun tâ başı. Bizim derdimiz kelimeleri yanlış yazmaktan ibaret değil ki. Öyle olsa, bilgisayarlardaki yazı programları problemimizi çözüverirdi. Bakınız nitekim -bu kelime de var kılavuzda; adı-lâzım-değil gibi “netekim” demeyesiniz diye koymuşlar- yukarıdaki paragrafta ‘hakim’ yazınca MS Word hemen uyardı: “Bilge anlamında ‘hakim’ mi, yoksa yargıç anlamında ‘hâkim’ mi demek istedin” diye…  Az önce ‘netekim’ yazdığımda da… Bu yeni çalışma, yazı programlarını hazırlayanların işlerini kolaylaştıracak ve imlâ standartlaşmasını bir adım daha ileri taşıyacaktır.

          Evet, ama dil, kelimelerden ibaret midir? Dilimizi koruyoruz diye bir asırdır bütün dikkatimizi kelimelere topladık.  Koruyabildik mi? Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu”nun, Türk parasının kıymetini koruyabildiği kadar koruduk. Öztürkçe, Arıtürkçe gibi soykırımcı terörist hareketlere on binlerce kelimemizi şehit verdik. Hâlbuki kelimelerin etnik kökenini, ırkını değil, anlamlarını, bir araya geldiklerinde bir birlerine nasıl yakışacaklarını, sesi, cümleleri, paragrafları konuşabilseydik, belki okumayı ve yazmayı bile öğrenirdik; kim bilir? Belki bizim dilimiz de meselâ İngilizce kadar saygı duyulan bir dil olurdu. (İngilizcedeki kelimelerin yüzde birden azının özingilizce olduğunu biliyorsunuz değil mi?) Eğer tahammül ederseniz bu da bir “sık yapılan yanlışlara doğrular” yazısı olsun; ama kelimelerin yazılışı üzerine değil.

          En basit ve en sık karşılaştığımız yanlış, ‘de’ ve ‘ki’lerin ayrılması-ayrılmaması. Bu işin ilköğretimde bitmesi gerekirdi. Ama bırakın ilköğretimi, geçenlerde bir rektör adayımız gönderdiği “beni rektör seçin” yazısında bunları yanlış ayırıp birleştiriyordu. (Allahtan kaybetti. Ama az farkla.) Öyle rektör adayının, yöneteceği üniversitenin mezun edeceği öğretmenin okutacağı öğrenci… Ne yapsın o zavallı? Benden gençlere açık tehdit: Bu konuya takmış benim gibi tipler var. Bizim Facebook’ta gruplarımız da var. El altından gizli gizli haberleşiyoruz.  İş müracaatınızda veya bir dilekçede bunları yanlış ayırır veya birleştirirseniz size karşı önyargılı ve dahi artyargılı davranacağımızdan emin olabilirsiniz.  İsminizi “de ve ki kara listesi”ne alırız. O listeye bir giren bir daha zor çıkar.

          ‘En konsept site’ de ne? 

          İkinci bir yanlış grubu, cami, bayi, sanayi gibi kelimelerin ‘i’ hali. Bazı entelektüellerimiz bunların aslında iki ‘i’ ile yazıldığını sanıyor. Öyle değil. Tek ‘i’ ile yazılırlar; az önce yazdığım gibi… Ama ismin i hali gerektiğinde camisi, bayisi, sanayisi değil, camii, bayii, sanayii yazılır. Çünkü bu kelimelerin sonunda Türk kulağının duyamadığı, alfabemizin de yazamadığı bir sessiz harf vardır ve Türkçede, sessiz harfle biten kelimelerin i halini elde etmek için sadece i eklemek yeterlidir. Aklınız basmadıysa, basmıyor demektir. Öyleyse camisi, sanayisi, bayisi yazın. Ama “Sanayii Bakanı falanca geldi” diye yazmayın. Belediyenizin caminize, “Yeni Camii” diye tabela asmasına engel olun. Bu konuyu kapatırken Tatar ve Türkmen kardeşlerimizin ferasetini övmeden geçemeyeceğim. Onlar, Türk kulağının duymadığı o görünmez sessiz harf, ‘ayın’ yerine ‘g,ğ’ kullanıyorlar. Bizim kelimler camig, bayig, sanayig oluyor. Mesele ortaya çıkmadan hallediliveriyor. O zaman meselâ “Sanayig Bakanı Cam Sanayigi
          Farikası’nın temelini attı” yazıp işi bitirebiliriz. Gerçi Ali’ye de Gali dememiz gerekecek ama ne zararı var? (Sultan Galiyef’teki gibi!)

          Üçüncü ve çok geniş yanlış gurubu, anlamları dışında kullanılan kelimelerdir. Bunların önemli bir kısmı İngilizce, Öztürkçe gibi yabancı dillerden geliyor. Genellikle fiyaka için kullanılıyor ama fiyaka yerine özenti ve cehalet algısı yaratıyor.  Bu bapta misalimiz bol ve bu, önceki iki bahis gibi bir vuruşta halledilecek bir sıkıntı değil. Meselâ geçen sene, bir yapı şirketi, sitesinin ‘en konsept site’ olduğunu reklâm ediyordu. Tercüme edelim: ‘Türkiye’nin en kavram sitesi’. Efendim?

          ‘Memorial’, hatıra veya abide, anıt demektir. Tek başına kullanılırsa, meselâ, ‘memorial simitçisi’, tercümesi, ‘hatıra simitçisi’ veya ‘anıt simitçisi’ olur ki kimin hatırası, ne abidesi diye sormaya mecbur kalırız. ‘Plaza’ meydan demektir. Eğer plaza adını verdiğiniz binanın yaratmak istediğiniz havayı hak eden bir meydanı yoksa plaza demeyiniz. ‘Süreç’, ‘vetire’ veya ‘proses’ yerine uydurulmuş bir kelimedir. Vetire veya proses’in ne anlama geldiğini bilmiyorsanız, lütfen ‘süreç’ kelimesini kullanmayınız. ‘Süreç’in süre ile, geçen zamanla, geçecek zamanla, bir faaliyetin alacağı vakitle bir ilgisi yoktur. Taze örneği bu satırların yazıldığı günkü (19 Temmuz 2010) Hürriyet’ten, Tufan Türenç’in yazısından vereyim: “Ahmet Necdet Sezer 7 yıllık cumhurbaşkanlığı sürecinde tam 123 rektör ataması yaptı.” ‘Müddetince’, ‘sırasında’, ‘süresinde’… Hepsi olurdu. Ama ‘sürecinde’ asla! (Süre, Türkçe sürmek fiili ile Fransızca durée kelimelerinin gayrı meşru birlikteliğinden doğmuştur ama halkımızın hoşgörüsü           ile aramıza kabul edildiğinden ona bir itirazımız yoktur.) ‘Tanımlama’, tarif karşılığı uydurulmuştur. Bankamatiğinize para yatırırken çıkan ‘para tanımlanıyor’ yazısı yanlıştır. Makine paranızın tarifini yapmamakta, aslında sadece tanımaya çalışmaktadır. ‘Para tanınıyor’ yazılsa doğru olurdu. Benzer şekilde ‘çözümleme’, tahlil, analiz karşılığıdır. Çözme, halletme anlamına gelmez. Aydınlarımız memleket meselelerini sabah akşam çözümlerler ama çözdükleri görülmemiştir. Saygıdeğer kalem sahipleri süreci sürenin, tanımlamayı tanımanın, çözümlemeyi de çözmenin daha şık tarzı sanıyorlar. Öyle değildir.

          Sıra en vahim hatalara, yabancı dillerin etkisinin kelimelere değil, dilin mantığı üzerindeki yıkımına geldi. Sokak ve semt adları Türkçede ‘Kadı Köyü’, ‘Gül Sokağı’, ‘Atatürk Caddesi’ şeklinde isim tamlamaları ile yapılır. Batı dillerinde bu imkân yoktur. Yavaş yavaş batı dillerindeki yapı bizim isim tamlamalarını da yok ediyor. ‘Kadı Köy’, ‘Gül Sokak’, ‘Atatürk Cadde’ yanlıştır. Şimdi sadece sonuncusu kulağımızı tırmalıyor. Diğerlerine alıştık. Peki, ‘kadın ayakkabı’, ‘erkek pantolon’, ‘okul çanta’? Üçü de yanlış ama seslerine bir kulak verin. Dedelerimizi kahkahalarla güldürecek anlamlarına rağmen kulağınıza normalmiş gibi gelmeğe başladı değil mi? Hâlbuki Türkçede isim tamlamasında tamlanan mutlaka ek alır. Ama günümüzde isim tamlamalarını Türkçe değil, Öztürkçe yapmamız da mümkün. Meselâ artık âdî Türkçedeki gibi “kamu alanı” veya ‘anayasa düzeni’ demeye mecbur değiliz. Öztürkçe sayesinde, tıpkı İngilliz ve Fransızmışız gibi ‘kamusal alan’ ve ‘anayasal düzen’ diyebiliyoruz. Yakında -maazallah-           penceresel cam, kapısal tokmak gibi tamlamalar da yapabileceğiz. Bu aydınlık yolda ilerlerken pantolonların veya ayakkabıların cinsiyet organlarının çıkmaya başlaması da bize batmayacaktır.

          Uydurmacılık, ihtilalcilik

          Tek kelimelerden çekimlere, sonra tamlamalara geldik. Şimdi bir adım daha atıp sizi bir yanlış cümle yapısına götüreceğim.  Hazır çorba tarifi: “Paket içeriğini bir litre suya dökün. Sık sık karıştırın. Ta ki kaynayana kadar.” Umarım kulağınızı tırmalamışımdır. Yoksa Türkçenin bir taşını daha kaybettik demektir: Türkçede “ta ki …… kadar” diye bir yapı yoktur. Bu garip tarzda kurulan cümleler ilk defa 1970’li yıllarda ortaya çıktı. Yetmişler, toprağı bol olsun eski TDK uydurmacılığının en azgın olduğu, uydurmacılık ile ihtilalciliğin özdeşleştiği, ortalığın da ihtilalciden geçilmediği yıllardı. Böyle bir atmosferde, “ta ki” gibi eski sayılabilecek bir yapının yeniden ortaya çıkmasına başlangıçta şaşırmıştım. Fakat bunun her seferinde “ta ki …… kadar” şeklinde kullanıldığını görünce meseleyi çözdüm (çözümlemedim, çözümleme çabası gerektirmeyecek kadar basit bir işti): Bu, günde üç Dallas dizisini birden Türkçeye çevirecek kadar hızlı tipler tarafından icat edilmiş bir kolaylıktı. Seslendirme i          çin çeviri yaparken hece sayısını da tutturmak zorundasınız. Yoksa yabancı artist ağzını kapadığı halde sizin Türkçe cümle devam eder veya tersine, adam veya kadın konuşur ama balık gibi, ağzından ses çıkmaz. İşte Türkçeye tercüme edilen İngilizce cümlelerdeki “until” (kadar) sözü, “ta ki” diye çevriliyordu. İki heceye iki hece. Nefis! Fakat bir problem vardı. Türkçede “kadar” ifadenin sonuna gelir, halbuki İngilizce “until” ifadenin başındadır. Baştaki “ta ki” ile yetinsek olmayacak, çünkü “ta ki”nin anlamı zaten “kadar” değil. Ne yapmalı? Bu hal, yepyeni bir İngiliz-Türk hilkat garibesi yapının doğumuna sebep oldu: Başta “ta ki” sonda “kadar”! “Ta ki ….. kadar”. Yanlış, gayrı meşru, fakat ne sevimli değil mi babası? A be sanarsın ki çocuğun başı İngilizdir sonu Türk!

          “Ta ki” Türkçede var, var olmasına. Rahmetli İlhan Ayverdi Hanımefendi’nin editörlüğünü yaptığı Kubbealtı Lugati, “ta ki”yi “yeter ki, öyle ki” diye tanımlıyor (tanımıyor, “tanımlıyor”) ve Süleyman Çelebi’den, Cenap Şahabettin’den ve Yahya Kemal’den mısralarla, cümlelerle misallendiriyor. Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ndan şu nefis mısralar seçilmiş:

          Hür ve engin vatanın hem gece hem gündüzüne/Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne;/Tâ ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.

          Bir misal de benden; yine Yahya Kemal’in muhteşem 1922’sinden:Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi!/Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi!/Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın; /Gaalib et çünkü bu son ordusudur İslâmın.

          Tabiî hiç birinde “ta ki…. kadar” yoktur. Süleyman Çelebi’den TRT’nin 1970 devrim on yılı Türkçesi’ne kadar da olmamıştır. Peki ‘de’leri, ‘ki’leri doğru ayırır veya birleştirir, camiyi, sanayiyi doğru yazar, İngilizce-Öztürkçe hataları yapmaz, isimleri Türk gibi tamlar ve ‘tâ ki’ye ‘kadar’ eklemez isek yazar mı oluruz? Bunları yapmazsanız yazar olmazsınız ama bunları yaparsanız yazar olamazsınız. Bunları yapmamak gerek şarttır; yeter şart değildir. Bakın, yazımın başındaki felâket ifadede anlatılan hataların hiç biri yok. Fakat felâket hâlâ felâket. Burada üslup denilen alana girmeye başlıyoruz ki o başka bir yazı olur; eğer editörüm tahammül ederse…

          Star, 26 Temmuz 2010

 
 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar