Cevabını arayan NİÇİN

•  Bu yazılari seri olarak yazılmış iki makalenin birleştirilmiş halidir. (Yönetim)   Kazanlı Fatih Kerimî, İstanbul’da Mülkiye okudu, Balkan Harbi’nde harp muhabirliği yaptı. 1910’larda şöyle yazıyordu: Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hıristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Türkiye’nin ticaret, sanat ve iktisat işlerinin tamamının Hıristiyanların ve yabancıların elinde olduğu [söylenebilir].” Balkan Harbi daha […]


Paylaşın:

•  Bu yazılari seri olarak yazılmış iki makalenin birleştirilmiş halidir. (Yönetim)

 

Kazanlı Fatih Kerimî, İstanbul’da Mülkiye okudu, Balkan Harbi’nde harp muhabirliği yaptı. 1910’larda şöyle yazıyordu:

Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hıristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir.

Türkiye’nin ticaret, sanat ve iktisat işlerinin tamamının Hıristiyanların ve yabancıların elinde olduğu [söylenebilir].”

Balkan Harbi daha bitmeden neden mağlup olunduğuna ilişkin bir seri kitap yayınlamaya başlayan tanınmış yayıncı Tüccarzade İbrahim Hilmi de insan sermayemiz konusunda benzer değerlendirmeler yapar:

Bilcümle müessesât-ı nâfia hemen hemen ecânibin, Hristiyanlarındır. Bankalar, sigortalar, vapurlar şirketleri, teâyün cemiyetleri vesaire Hristiyanlardadır…. Sanayi ve ticaret ehl-i İslam’a mahsus değilmiş gibi bir hale girdi. Ekmeğimize varıncaya kadar Hristiyanlar yapıyor. En âdi sanayi bile Hristiyanlar elindedir. Biz Müslümanlar bu hususta hiç çalışmıyoruz. Bütün giydiğimiz eşya Avrupa’dan geliyor. Avrupa’nın emtiası olmasa muâmelât-ı ticâriye büsbütün duracağı gibi, çıplak dahi kalmak mümkündür.

…Bugün en âdi sanayi bile tamamen Hristiyanlara geçti. Ekmeğimizi bile onlar pişiriyor, kunduracılık, terzilik, marangozluk vesaire gibi en kolay sanatlar bile onlar yedindedir. Evdeki sobamız kurulmak lazım gelse bir Hristiyan çağırmaya mecburuz, kapımızın kilidi bozulsa yine bir Hristiyan çilingir getirteceğiz, duvarımız yıkılsa, evimizin badanası kararsa yine bir Hristiyan çağıracağız. Camilerimizin türbelerimizin tamiri bile Hristiyanlara muhtaç. Makinelerimiz, vesairenin işletilmesi, büyük sanatların kâffesi Hristiyanlara aittir. Bir pulluk bozulsa, bir araba tekerleği gevşese Hristiyan çağırmaya koşarız. Dini ve millî matbaa-i hurufatımızın icadı bile bir Ermeni sanatkârının eser-i lütuf ve maharetidir.

…İzmir bütün Yunan tacirleriyle doludur. İngiliz, Fransız tacirleri de az değildir fakat Müslümanlar sayılabilecek kadar azdır… Yortu günlerinde, bilhassa Paskalya’da ekserimizin ekmeksiz, yemeksiz kalmamız ne büyük bir şeyndir.”

Bunları Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün eski Başkanı Albay Dr. Hasip Saygılı’nın, Balkan Savaşları’nın yüzüncü yılında, o günleri yaşayan fikir adamlarımızın yazdıklarını gündeme getiren iki makalesinden aldım[1]. Dr. Saygılı’nın dikkat alanı askerî konularla sınırlı değil. Çünkü askerî zafer ve hezimetlerin, bilhassa Birinci Balkan Harbi gibi akıllara sığmayacak bir hezimetin arkasında bütün bir devlet teşkilâtının ve onun kökünde de ekonomisinden hayat felsefesine toplumun tamamının bulunduğunu biliyor. “Niçin… niçin?” diye soruyor. Ne kadar acı olursa olsun bu sorunun cevabı bulunmalı.

Çünkü, Menteşe Mebusu Halil Bey’in dediği gibi, “Aynı esbabın netayici felaketamizinden atiyi mahfuz tut[manın] (Aynı sebeplerin felaketli sonuçlarından geleceği korumanın…)” yolu bu niçinlere cevap vermektir.

İşte bu koskoca “Niçin?”e yakın bir soruyu bir başka bilim adamı daha soruyor: Duke Üniversitesi ekonomi hocası Prof. Dr. Timur Kuran: Orta Doğu, Batı’dan niçin geri kaldı? Kuran’ın bu soruyu cevap aradığı eserinin başlığı: “Yollar Ayrılırken”[2].  Yollar’dan kastedilen, 17. asırda birbirinden ayrılmaya başlayan Batı Avrupa ve Osmanlı’nın ekonomilerinin yörüngeleridir. 17. asırda ara açılmaya başlıyor, 18 ve izleyen asırlarda hızlanıyor ve bir yol Orta Doğu ve Osmanlı’nın çöküşüne diğer yol Batı’nın dünyanın neredeyse tamamına hâkimiyetine gidiyor. O açılan makastır ki 20. asrın başında bizi yukarıda tasvir edilen hâle getirmiştir.

Yollar Ayrılırken’de hangi otoriteden kaynaklanırsa kaynaklansın genel geçer ön yargıların tekrarı yok. Önce bir teori kurup sonra ona uygun misal arama, yani “extractive— istihraççı bilim” yok. Aksine, Kuran, her hükme varışında “Ama… nasıl oluyor da…” deyip şeytanın avukatlığını yapıyor. Bilim şüphesiz böyle yapılır. Yazar, İş Bankası Yayınları’ndan on ciltte yayınlanan “Mahkeme Kayıtları Işığında 17. Yüzyıl İstanbul’unda Sosyo Ekonomik Yaşam” eserinin de müellifi. Ekonomi tarihimize birinci elden ulaşabildiği açık. Rahmetli Prof. Abdullah Kuran’ın oğlundan, rahmetli Prof. Ercüment Kuran’ın yeğeninden de bu beklenir.

17.  hatta 18. asırda yollar henüz tam ayrılmamış:

Onyedinci asır Kayseri mahkeme kayıtları aynı derecede açıklayıcıdır. O zamanda şehir nüfusunun yüzde 78’i Müslüman’dı. İslam mahkemelerinde bakılan borç davalarında borç verenlerin yüzde 82’si Müslümanlardır.  Bu, şehrin başarılı finansçılarının Müslümanlar olduğunun delilidir. Bir asır sonra Müslüman tüccarlar Basra’nın ticarî hayatında orantısız bir ağırlıkta rol sahibidir. Aynı yıllarda Kızıl Deniz’de ticarî faaliyet Osmanlı Müslümanları’nın, bilhassa Mısırlıların elindedir; Karadeniz ticareti birinci derecede Müslüman Türklerce yürütülmektedir ve dört büyük Akdeniz limanında, Cezayir, İskenderiye, İstanbul ve Hanya’da Türkler, kervan gemilerinin önde gelen kiracılarıdır. 1779- 1781 arasında İstanbul’da Müslüman nüfus yüzde 58 civarındayken gemilere mal yükleyen Osmanlı vatandaşlarının yüzde 64’ü Müslümanlardır.

Mirası paylaşmayanlar

Şimdi sorumuzu daha da açık sorabiliriz: 17 ve 18. asırdaki bu dengeli halden, 20. asırdaki çöküşe niçin geldik?

Batı Avrupa ile “Orta Doğu” arasında mesela 15, meselâ 16. asırda bazı farklar var ama bunlar devasa değil… Batı Avrupa’da miras bırakanın arzusuna göre dağıtılabiliyor. “Primogenitur” seçeneği de var: Mirasın ailedeki büyük oğula kalması. Bu şartlarda tüccar Avrupalı baba, servetini, ticaretini en iyi yürüteceğini düşündüğü oğluna bırakabiliyor. Bizde mirasın nasıl paylaştırılacağı belli. Vasiyetnamenin rolü sınırlı. Müslümanlığın getirdiği şartla ailedeki kadınlar da pay sahibi. Aslolan adalet. Servetin parçalanmaması o kadar önemli değil. Bu durumda ticaretin aile içinde nesilden nesile intikali pek kolay değil. Nesiller boyunca büyüyerek intikali ise imkânsız.

Bizde servetin parçalanmasını önlemenin yolu vakıf kurmak. Vakfın varlığı parçalanıp varislere dağıtılmıyor. Vakfı yönetene maaş bağlanabiliyor. Vakfı kimin yöneteceğini kurucu tayin ediyor. Ancak vakıf bir şirketin elastikiyetine sahip değil. Başlangıçta ne için kurulduysa ve ne şartlarda çalışacağı nasıl belirlendiyse aynen o şekilde devam etmek zorunda. Meselâ bizim vakıflarımızdan önemli bir kısmında vakfedilen mallar arasında un değirmeni var. Söz gelimi zaman geçip un değirmenleri önemini yitirdiğinde, o değirmen bir un fabrikasına dönüştürülemiyor. Veya değirmenin geliri biriktirilip başka bir işe yatırılamıyor. Nihayet vakıf iş adamının servetinin parçalanmasını önlüyor önlemesine de işte dönen paranın da iş hayatından çekilmesine yol açıyor. Çünkü vakıflarda, akar denen gelir getirici varlıklar temelde gayrı menkule dayanıyor. Son dönemlerde vakıf hukuku biraz esnetilerek nakit vakıfları kuruluyor ama bu da köklü bir değişikliğe yol açmıyor.

Diğer taraftan, bizde şehirlerin hükmî şahsiyetleri -tüzel kişilikleri- yok. Batı’da var. Batı’da şehir vergi topluyor, belediye hizmetlerini yerine getiriyor. Bizde şehircilik hizmetlerini de vakıflar üstleniyor. Ticaret yollarındaki lojistik yine vakıflarca sağlanıyor. Daha doğrusu hanlar ve kervansaraylar vakıf konularının önde gelenlerinden.

Ortaklıklar âdi ortaklıklar ve özel hallerde komandit ortaklıklardan ibaret.  Ortaklardan biri çekilmek isterse, ortaklığın varlığı nakde çevrilip onun hissesi ödenmek zorunda. Ortaklardan biri ölürse ortaklığın malı yine satılıp mirasçılara dağıtılacak. Ortaklardan birinin borcu ortakların tamamından tahsil edilebiliyor. Yani bu yapı alacaklılara karşı ortaklığı koruyamadığı gibi ortakları da ortaklığın yükümlülüklerden tecrit edemiyor, koruyamıyor. Bu şartlar ve riskler altında ortaklıklar ancak bir birini iyi tanıyan iki veya birkaç kişi arasında kuruluyor. Darlık yalnız ortak sayısında değil. İş konusu ve ortaklığın ömrü de sınırlı. Bir araya gelmeler belirli bir teşebbüsü gerçekleştirmek maksadıyla oluyor ve o iş gerçekleştikten sonra ortaklık dağılıyor. Mesela bir geminin veya bir kervanın bir seferi için.

Onlar yürürken biz duruyoruz

Prof. Kuran, rakamsız konuşmuyor: 1602-1619 ve 1661-1697 yılları arasında İstanbul ve Galata mahkeme sicil kayıtlarındaki ortaklıkları incelemiş. Ortak sayısı bilinen 406 ortaklıktan 313’ü, yani yüzde 77’si iki kişiden ibaret. Beş ve daha fazla ortağı olanlar ancak yüzde 7,6 ve en büyüğü 32 ortaklı bir kuruluş. Bugünün on binlerce ortaklı, ortakların birbirini tanıması akla bile gelmeyen, ilelebet yaşayacağı düşünülen ve yapacağı işlerde herhangi bir cins veya zaman sınırlaması bulunmayan anonim şirketleriyle karşılaştırılırsa bambaşka bir dünya! Âdî ortaklıklardan başka, mudaraba ve muşaraka denilen iş birliği şekilleri de var. Bunlar daha çok liman şehirlerinde bir gemi seferini düzenlemek ve o seferin kârını paylaşmak maksadıyla kuruluyor.  İtalyanca’da “commenda” denilen bu tarz bugün hâlâ yaşayan komandit ortaklığın ceddi. Ortakların bazıları sadece para koyuyor, geminin işine karışmıyor.

* * *

Bu tablo 15 veya 16. asırda Avrupa ile bizim aramızda büyük ekonomik farklılıklar yaratmıyor. Zaten şehirlerin tüzel kişilikleri, miras hukukundaki farklar, bizde vakıfların baskınlığı gibi hususların ötesinde farklılık da yok gibi.

Asıl fark, bu kurumlar bizde asırlarca tıpa tıp aynı kalırken Avrupa’da 17. asırdan başlayarak kökten değişime ve gelişmeye uğramasında. Prof. Kuran’ın ifadeleriyle,

… onyedinci asırda Osmanlı mahkemelerince kayda alınan ticarî anlaşmalar 1000 yılı civarında bu bölgede yapılanlarla hemen hemen aynıydı.

Bilim adamları onyedinci, onsekizinci asırlarda, hatta ondokuzuncu asrın başına ait kontratlarda bin yıl önceki hukukî anlaşmalara atıf yapıldığını bildiriyorlar.

Maya Shatzmiller, Islam hukukunun kuruluş yıllarını da kapsayanı 701- 1100 ve 1101- 1500 tarihlerinde, yani arda arda gelen iki dörder asırlık dönemde ticarî meslekleri belirlemiş. Birinci dönemde satıcılar, aracılar, simsarlar, tartıcılar, değerlendiriciler ve finansçılar dâhil 223 ayrı ticarî iş tespit etmiş. İkinci dört yüz yılda meslek sayısı 220’dir ki bu kabaca sayının değişmediğini gösterir.” (Prof. Kuran bu 223 ve 220 sayılarının istatistik anlamda yüzde 99,9 güvenilirlikle aynı olduğunu hesaplıyor.)

Ticarî alanda bizdeki sabitliği, değişmezliği meselâ İngiltere ile karşılaştırmak istersek şu bilgiye bakabiliriz:

Manchester’de 1903 yılındaki ticarî mesleklerden yüzde 73’ü son bir asır içinde ortaya çıkmıştı.

Onaltıncı asırda Avrupa’dan Asya’ya 770 Avrupalı gemi gitmişken onsekizinci asırda bu sayı 6.661’dir ve bunların dörtte üçü İngiliz ve Hollanda şirketlerine aittir.

Biz geri gitmiyoruz. Batı ileri gidiyor. Ve asırlar geçtikçe bizim entelektüellerimiz, tıpkı hareket eden bir trenin yanında duran trendeki yolcular gibi kendilerinin geri gittiğini zannedecektir. Fakat bir süre sonra Batı ile aradaki mesafe açıldıkça ülke her bakımdan yıkıma girmekte ve gerçekten geri gidilmektedir.

 

Niçin?

Kurumlar- Kapitülasyonlar- Millet sistemi

On yedinci asra kadar Batı Avrupa ile aramızda büyük bir fark yokken daha sonra bizi yıkıma götüren ve hâlâ devam eden mukayeseli zayıflık niçin meydana geldi? Yirminci asrın başında Türkler niçin iş hayatının neredeyse tamamen dışındadır ve Türkiye’de en karmaşığından en basitine kadar hemen her şey Hristiyanlarca yapılmaktadır?

İki asır donmuş gibi

Prof. Timur Kuran’ın Yollar Ayrılırken kitabı da tam bu soruların cevaplarını arıyor. Geçen yazıda bu aramanın ışığında Batı Avrupa ile Orta Doğu’nun on yedinci asra kadar bir birine yakın zenginlikte olduğunu, iş hayatındaki müesseseler bakımından da aralarında ancak küçük farklar bulunduğun görmüştük. Büyük fark, on yedinci asırdan itibaren Batı’nın müesseseleri hızla değişirken bizimkilerin bin yıl öncesinde nasılsa öyle devam etmesiydi. Prof. Kuran şöyle yazıyor:

On altıncı asrın [Osmanlı]tüccarı, iki asır sonra, reformlardan önce dirilseydi, hâlen geçerli sözleşme, borçlanma muamelelerinin ve yatırım araçlarının kendisine bu kadar tanıdık gelmesine şaşardı.

Fakat bu atalet sadece şahıslar ve iş hayatı için geçerliydi. O iki asırda, Batı’nın baskısını hisseden devlet askerî teşkilatlanmayı, silahları, harp taktiklerini, bu konulardaki eğitimi, bürokrasideki muameleleri, usulleri ve organizasyonu defalarca değiştirmişti.

Biz iş hayatında dururken Batı ne yapmıştı ve şimdi farkımız neydi?

Küçük farklar büyük sonuçlar doğurur

Bizde sözleşmeler gerçekten “söz”leşmeydi: Şahitler huzurunda fakat çoğunlukla “sözle” yapılıyordu. Ticaret ancak bir birini tanıyan insanlar arasında olurdu ve şahsî güvene dayanırdı. Bu şartlarda karmaşık bir hesap tutma sistemine—Batı’daki çift kayıtlı muhasebe gibi—ihtiyaç duyulmamıştı. Ortaklıklar hâlâ âdî ortaklık, bilemediniz mudarabaydı ve çoğunlukla iki kişilikti. Devletten başka hükmî şahsiyet yoktu. Servetlerin kolayca yatırıma dönüşeceği yollar mevcut değildi. Yatırımların kolayca nakde dönüştürüleceği imkânlar da… Bu şartlar altında ortaklıkların müddeti ve sermayesi sınırlıydı. Kredi ancak tefecilerden ve gayrı kanunî bir iş yapılıyor duygusu ile elde ediliyordu.

Batıda, on altıncı- on yedinci asırdan başlayarak “sözleşme” yazılı “kontrat”a dönüştü. İş sınırlı coğrafyaların dışına çıkıp kıtalar arası mesafelere açıldıkça ticaret yapanların bir birini değil tanıması, görmesi bile mümkün değildi. Bu yüzden muameleler de bilgi de yazıyla taşınır ve saklanır hâle geldi. Ticarî bilgilerin duyurulması için gazeteler çıkmaya başladı. Hindistan’a, Amerika’ya yapılacak yatırımlara veya kurulacak tekstil fabrikası veya demiryoluna iki- üç kişinin bir yıllık ortaklığı yetmiyordu. İki kişiden biri ölünce Hindistan’daki tesisi satıp gelirini paylaşmak söz konusu olamazdı. Mevzuat, devletin de hisse sahibi olduğu binlerce kişilik limited, sonra anonim şirketlere doğru değişti. Hâkimler bu şirketlerin şartlarını öğrendi. Kanunlar ihtiyaçlar doğrultusunda değişti. O büyük şirketler—ki meselâ İngiltere’nin “Doğu Hint Şirketi”nin özel ordusu bile vardı; ticaret filoları yüzlerce topla donanmış gemilerle korunuyordu—hisse senetleri çıkardılar. Hisse sahiplerinden biri ölürse senetler miras kalıyordu; şirketin varlığı değil. Ortaklıktan ayrılmak isteyen işletmeyi değil, elindeki senetleri satıyordu. Bu alım-satımların yapılabilmesi için borsalar teşkilatlandırıldı. İşler için kredi lâzımdı. Temelde anonim şirket olan bankalar kuruldu. Bir kısım yatırımcılar, paralarının değerlendirilmesi için bankaya yatırıyor, banka da bu birikimleri şirketlere veriyordu. Başka yatırımcılar hisse senedi almayı tercih ediyordu. Böylece toplumdaki bütün birikimler mal ve hizmet üretimine yönlenebildi.

Yumuşak unsurlar görülmedi

Bu değişiklikler bir gecede olmadı. Adım, adım, her biri bir başka ihtiyaca cevap vermek için yapıldı. Hepsi aynı ülkede de ortaya çıkmadı. Meselâ iş basını ve muhasebe sistemi İtalya menşelidir. Bunları akıllı bir yönetici bir seferde yapmadı. İş dünyasının, tüccar birliklerinin, sanayici birliklerinin bastırmasıyla kanunlarda gerekli düzenlemeler yapılarak on yıllar, yüz yıllar boyunca gerçekleştirildi.

Peki, bu müesseselerin, organizasyonun, mevzuatın bize aktarılması için niçin iş işten geçene kadar bekledik? İki sebebi var. Bir kere hukuk, ekonomi, kurumlar, organizasyon gibi benim “yumuşak” dediğim—fakat ölüm ile kalım arasındaki farkı yaratan—unsurları görülmesi de, taklidi ve adapte edilmesi de zor oluyor. Prof. Kuran’dan alalım:

Kahire’ye bir buhar makinesi ve makineyi çalıştıracak teknisyenler ve ham madde yollanabilirdi. Fakat bu makineden yararlanacak organizasyonu nakletmenin çok daha zor olduğu görüldü. Çalışan bir hisse senedi borsası bir gecede kurulamazdı çünkü böyle bir organizasyonun, karmaşık bir hukuk sistemine, çeşitli uzmanlıklara ve bu uzmanları eğitip sertifika verecek okullara ihtiyaç vardı… Bu yüzden çözümlemelerde kurumların değişimine öncelik verilmelidir. Organizasyon kapasitesinin teknolojideki yaratıcılığı da yabancı teknolojilerden yararlanmaya da tesir ettiğini vurgulamak gerekir. Nasıl Orta Doğu’nun okul eğitimi bölgenin bilim ve teknikteki ilerlemesini etkilediyse üretimdeki organizasyonları da teknolojideki değişim ve genel olarak entelektüel faaliyetini şekillendirdi. Dolayısıyla bölgenin organizasyon tarihi bugünkü bilgi eksikliğine yol açan unsurlardan biridir.

Tüzel kişi!

İkinci ve belki daha önemli sebebi, Batı’da bu kurumları talep eden, kurulmaları için bastıran, kurulduktan sonra ihtiyaca göre üzerlerinde değişiklikler yaptıranların devletin dışındaki “tüzel kişiler” olmasıydı. Prof. Kuran, “tüzel kişi” kavramının bize yabancı olduğunu söylüyor.

Meselâ ticarî kanunları çıkartan, “merkantilist” politikaları zorlayan, şirket mevzuatını düzenletenler adı üstünde tüccar ve iş adamı teşkilatlarıdır. Bizim bir zamanların Ahi Teşkilatı (hatta Ahi Cumhuriyeti) gibi. Fakat bizatihi otorite merkezleri olan o teşkilatlar, tıpkı asiller, toprak sahipleri, kontlar, dükler, baronlar gibi henüz merkezî devletlerin bulunmadığı Ortaçağ Avrupası’nda vardır. Bizim diyarlarda ise yine tıpkı asiller, aşiretler ve benzer küçük otorite merkezleri gibi yok edilmişlerdir:

Yine de loncalar zamanla daha muhtar olabilirlerdi. Bu vuku bulmadıysa temel bir sebep, siyasî şartlardır. Loncaların ortaya çıktığı dönemde Anadolu keşmekeş içindeydi. Zayıf devletçikler durmadan değişen sınırlar karşısında hâkimiyet mücadelesi içindedir; tıpkı Avrupa’da ilk din ve şehir tüzel kişiliklerinin doğup yayıldığı beş asırlık dönem gibi. Fetret devam etseydi, siyasî ve hukukî boşluk loncaların tüzel kişilik özellikleri kazanmasına izin verebilirdi. Fakat Osmanlılar Anadolu’yu birleştirmeyi ve hâkimiyetlerini daha geniş çevredeki büyük ticaret merkezlerine ulaştırmayı başardılar. Loncaları da devlet yararına kullanmayı seçtiler ve onlara tüzel kişilik vermek için, kaynaklarını kendi kendilerine yönetmelerine veya faaliyetlerini arzu ettikleri gibi genişletmelerine müsaade etmek için bir sebep görmediler.

…ve Avrupa’daki keşmekeş

Avrupa’da ise durum farklıdır:

İtalyan tüccarları hâkimiyet kurdular, çünkü Orta Doğu’daki meslektaşlarından farklı olarak müşterek menfaatlerini savunmanın yollarını geliştirdiler. Daha on üçüncü asırda Batı Avrupa’nın her yerinde tüccarlar teşkilatlanıyordu. Belirli tarzlar ortaya çıkmıştı. Venedik ve Ceneviz tüccarları siyasi güç sahibi oldu ve ticarî çıkarları için devlet kurumlarını kullanmaya başladılar. Başka yerlerde siyasî hâkimiyetleri bulunmayan tüccarlar bir araya gelip uzun ömürlü teşkilatlar kurdular ve tüzel kişilikler ve başka ayrıcalıklar elde etmek için siyasî otoriteyle pazarlığa giriştiler.

Pâbend-i terakkî?

İslâm Hukuku’nun geri kalışta rolü var mıdır? İslam mıdır millete pâ bendi terakki? Zaten kitabın uzun ismi, “Yollar Ayrılırken- Orta Doğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslâm Hukukunun Rolü”. Hatta aslından çevirirsek daha beter: “İslam Hukuku Orta Doğu’yu Nasıl Geri Bıraktı”. Devlet ve bürokraside, eğitim kurumlarında yüksek tempolu bir değişimden bahsettik. Demek ki devlet ve bürokrasi için “İslâm Hukuku” (her ne demekse) ayak bağı olmamaktadır. Fakat iş ticaret ve iş münasebetlerine gelince Orta Doğu’yu geri bırakmaktadır.

Anlaşılıyor ki aslında iş mevzuatındaki donmuşluk yukarıda saydığımız sebeplerden kaynaklanmaktadır: 1) İş adamının, ticaret ve üretimin menfaatini temsil edip savunacak tüzel kişiliklerin bulunmaması. 2) Maddî medeniyet kolayca taklid edilebilirken onun dayandığı yumuşak unsurların, hukukun, organizasyonun ve kısaca kurumların ayırd edilmesindeki  ve taklidindeki zorluk.

“İslâm Hukuku” ancak hareketsizliğe bir mazeret olmuştur. “İslâm Hukuku”, arkaizm için, “bir zamanlar ne iyiydik, eskiyi terk ettik de böyle olduk” demenin etiketi, Batıcılar için de “pâ bendi terakkî”dir. Aslında ne biri ne de ötekidir.

Kapitülasyonlar ve Hristiyan “milletleri”

Son soru: Biz durur ve durduğumuz için fakir, güçsüz ve rekabet edemez hâle gelirken Hristiyan vatandaşlarımız nasıl durmayıp zengin, güçlü ve rekabet eder hâle gelmişlerdir? Bunun cevabı pek karmaşık değil. İki sebep var. Birincisi Osmanlı’nın milletler sistemi. İkincisi – birinciyle birlikte ele alınmak kaydıyla—kapitülasyonlar.

İlk defa Mısır Memlukleri’nin (resmî adıyla “Türkiye Devleti”nin) sonra da Kanunî ile birlikte Osmanlı’nın yabancı devletlere verdiği kapitülasyonlar o devlet tüccarlarının Türkiye’de âdeta koloniler kurmasına izin veriyordu. Yabancı tüccarlar kendi ülkelerinin hukukuna tabi oluyor, kendi ülkelerinin hâkimlerince yargılanıyor, kendi ülkelerinin ticaret müesseselerine göre davranıyorlardı. Bizim Hristiyanlarımız da dilediklerinde o kolonilerin himayesine giriyor ve onların kanunlarına tabi olabiliyorlardı. Dilerlerse “İslam Hukuku”na, dilerlerse limited şirketli, hisse senetli, borsalı “Hristiyan Hukuku”na… Müslüman tebanın böyle bir ayrıcalığı yoktu.

Kapitülasyonların kurduğu koloniler—asıl ismiyle “konsolosluklar- konsüller”—Türkiye’de âdetâ sadece Hristiyan tebamızın faydalanacağı küçük Batı Avrupa’lar yaratmıştı. Bir gecede geliveren bu kurum reformları ile Türkiye’deki Hristiyanlar o derece güçlendi ki, yalnız yerli Müslüman tüccar ve iş adamlarını rekabetle yok etmeyi değil, aynı zamanda dışarıdan gelen yabancı iş adamlarını da gelsin geri yollamayı başardılar. Piyasaya hâkim oldular.

İşte uzun süren bir turdan sonra ta baştaki “Niçin?” cevaplandı. Fatih Kerimi’nin tespitinin niçin’i: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir.

Ya bugün?

Şükür artık bu halden kurtulduk… mu?

Daha yakın zamana kadar Milletler Sistemi’nin ne kadar iyi olduğu ve yeniden ihdası konuşulmuyor muydu?

Kanunlardaki aksi ifadelere rağmen hâlâ maliye “şirket ortağı” diye anonim şirket hissedarlarının peşinde koşmuyor mu? Hâlâ savcılar anonim şirket hâzirun cetvellerini suç listesi olarak kullanıp fezleke düzenlemiyor mu? En anonim anonim şirketlerimiz için hâlâ “burası kimin?” diye sorulup, alınan cevap hâlâ anlamlı olmuyor mu? Borsa İstanbul kaç yaşında ve şirketlerin yüzde kaçı ve borsaya açılanların hisselerinin yüzde kaçı borsada?

Yumuşak unsurların, “müesseselerin” adaptasyonu bir gecede olmuyor.

 


[1] Hasip Saygılı, “Balkan Bozgununun 100’ncü Yıldönümünde- Balkan Harbi’nde Neden Münhezim Olduk”, Toplumsal Tarih, Haziran 2012 s. 74. ve Hasip Saygılı, “Balkan Harbi’nde Osmanlı Bozgununun Karanlık Yüzü”, Türkiye Günlüğü, Güz 2012 s. 136.

 

[2] “Yollar Ayrılırken-Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü”, Timur Kuran, Yapı Kredi Yayınları 2012.  Aslı: “The Long Divergence- How Islamic Law Held Back the Middle East”, Timur Kuran, Princeton University Press 2011.

 

Açık Görüş

 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar