Yükleniyor...
Türk Kültürü ve Nevruz
20 yüz yılın en önemli kültür tarihçisi, hocam Bahattin Ögel’e göre Türkler toprağa bağlı ve tarımla uğraşmazlardı. Türk Kültürü at ve koyun (keçi de koyun kelimesinin içinde vardır) kültürüdür.
Dikkat edilecek olursa beş yüz koyunu bir çoban + bir at + bir köpekle idare etmek mümkündür. Aynı şekilde at sürülerini de yönetmek mümkündür. Bu sebeple de Türklerde ilave kol kuvvetine ihtiyaç duyulmamıştır.
Türkler, daha az masraflı, daha sakin ve bakımı daha kolay olan eşeği de Anadolu’ya gelince tanımışlar; çobanın yanında atın yerini eşeğin almış olması da burada olmuştur.
İlave kol kuvveti özellikle tarımla; toprağı ekip biçmekle meşgul olan çevrelerde son derece önemlidir. Eski tarım araçlarıyla elli dönümlük bir tarlayı bir aile fertleriyle ekip, biçme imkânı yoktur.
İmece ve kölelik bu ilave kol kuvveti ihtiyacının sonunda ortaya çıkmıştır.
Türklerin kölelikle tanışması da İran ve Anadolu coğrafyasına geldiklerinde karşılaştıkları bir olaydır.
Türkler, yazı “yaylak” yaylalarda, kışı da “kışlak” dediği ova veya vadilerde; daha sıcak yerlerde geçirirdi. Bu geleneğin Akdeniz ve Çukurova yöresinde hala uygulandığını biliyoruz. Kışlaklarında da Saman yerine kuru ot bulundururlardı.
Kışın bitmesini, ağaçların ve yaylaların yeşillenmesini özler ve hayvanlarının yiyeceklerinin bitecek olmasından da kaygılanırlardı.
Onun için de “nevruz”un “yenigün”ün gelmesini iple çekerlerdi. Şubat ayı geldiğinde, nevruz geliyor, dağlar yeşillenecek, yine yaylalara çıkacağız diye de sevinir ve heyecanlanırlardı.
Günlerin daha çabuk geçmesi için de yaklaşık 40 gün kadar öncesinden nevruzu karşılama törenleri düzenlerlerdi.
Azerbaycan’da hâlâ yaşanmakta ve yaşatılmakta olan dört Çarşamba öncesinden başlayan nevruz şenlikleri bu geleneğin; kültürün en canlı örneğidir. Özellikle “âhir Çarşamba” (nevruzdan önceki son Çarşamba) kutlamaları nevruz törenleri kadar önemlidir.
Azerbaycan’da nevruz 3 gün resmi bayram olarak kutlanmaktadır.
Azerbaycan’da kaldığımız üç yıllık süre içerisinde bunları canlı olarak yaşamış olmaktan da son derece bahtiyarız.
Hz. Ali Döneminde Nevruz
Nevruz kelimesi Arapçaya “neyruz” şeklinde geçmiştir. “Kâmus” ve benzeri eserlerde, bir nevruz günü Hz. Ali’ye “hulviyyat” tatlılardan bir tatlı ikram edildiğinden bahsetmektedirler. Bizim Muhammed Ebu Zehra’nın “Mezhepler Tarihi”ne ait eserlerinde görüp okuduğumuz, Zota ve/ya Zevta adını taşıyan, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin büyükbabası (Dedesi) tarafından Kûfe’de Hz. Ali’ye ikram ettiği Sütlü tatlı (sütlaç)tan bahsettikleri anlaşılmaktadır.
Zota, memleketi (Buhara) ve oradaki nevruzu hatırlayarak, şehrin çocuklarına ve gençlerine paralar vererek eğlenmelerini, ateş yakarak üzerinden atlamalarını söylemiş, bir süre onları keyifle seyretmiştir.
Halife Hz. Ali’ye de cam bir kap içinde sütlaç götürerek ikramda bulunmuştur. Hz. Ali, Zota’nın şehirde yaptıklarından haberdar olduğunu ve bunu niçin yaptığını sormuş, o da “bu gün benim memleketimde nevruz bayramıdır, memleket aklıma geldi. Bu bayramı yaşamak istedim. Çocuklar da bilmeden eğlendiler”, cevabını vermiş.
Hz. Ali de tadına baktığı sütlacı sevmiş ve Zota’ya, “- bu bayramda bu tatlı mutlaka olur mu?”, diye sormuş.
– Evet, cevabını alınca da:
-Madem öyle, her gününüz neyruz (nevruz) olsun, demiştir.
(Fars) Sasani devleti, II. Halife Hz. Ömer zamanında (642-644) yıllarında yapılan savaşlarla tamamen fethedilmiş ve İslam halifelerinin tayin ettiği valilerce yönetilmiştir.
İran’ın 9. yüzyıldan başlayarak 1925 yılına kadar Türk hanedanlarınca yönetildiğinde kuşku yoktur.
Bu olay Araplarda nevruzun bilinmediğini gösterdiği gibi, Nevruz’un Farslara ait olmayıp, Türklere ait olduğunu, Farslara da Türklerce getirildiğini gösterdiği kanaatini paylaşıyoruz.
Ayrıca, bu Türk kültürü ve geleneğini, bazı kişiler ve gruplar kasıtlı olarak din ve ideolojik kaynaklara dayandırmak isteseler de bu doğru değildir.
Hızır ve Nevruz ilişkisi
Hızır konusunda Kur’an’da açıkça belirtilmiş her hangi bir kayıt bulunmamaktadır. Hz. Musa’nın, hizmetçisi ile yaptığı bir geziden bahseden Kehf Suresi, 62. Ayette geçen “lifetâhu” kelimesi “genç”, “genç arkadaş” anlamlarına gelmektedir.
65. ayetteki “Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular” ifadesini yorumlayanlardan bir kısmının bu zatın “Hızır” olduğunu ifade etmektedirler.
Bazı Hadis kitaplarında da “Hızır”la ilgili hadislerden bahsedilmesini, hadisçilerin şüphe ile karşıladığı, bunların sonradan dahil edildiği şeklinde kanaatler serdedilmektedir.
Hızır’ın varlığına dair yorumlarda da, Hızır’ın “nebi” mi, “veli” mi olduğunda anlaşamadıkları görülüyor.
Hızır Nebi, yani peygamber ise, Hz. Musa’dan önce mi yaşadı, aynı devirde mi yaşadı bilinmiyor. Önce yaşamışsa, Hz. Musa ile yapılan geziye ruh olarak mı, ruh ve bedenle mi katıldı?
Yolculuk yaptıkları gemiyi delerek batmasına sebep olması, bir çocuğu öldürmesini nasıl yaptı?
Hz. Musa’nın çağdaşı ise, Hz. Musa’dan daha zeki, becerikli ve kendisine verilmiş üstün bir ilim sahibi ise, niçin adı yok? Görevi ne? Tekrar Hz. Musa ile neden görüşmedi?
Kur’an, Enbiya suresi 34. Ayette “Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?” diye boşuna mı soruyor?
Peygamberlerin sonuncusu, “Alemlere rahmet olarak gönderilen” vefat etti de nebi mi, veli mi, melek mi olduğu belli olmayan biri var idiyse, o neden ölmemiş olsun?
Yine herkesin bildiği Enbiya suresi 35. Ayet, “her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de, sonunda bize döndürüleceksiniz” emrine rağmen hâlâ yaşadığına inanılan “Hızır” varsa bile yaşıyor olabilir mi?
Bunun gerçek olup olmaması bir yana, kültürel bir nesne, bir olay olarak kabul etmek ve “boz atlı Hızır” olarak da devam etmenin sakıncası olmadığı kabul edilmelidir.
Olaya kültürel olarak baktığımızda, Arapça bir kelime olan “Hızır” yeşil demektir. Nevruzla birlikte de dağlar, ovalar, kırlar yeniden canlanmakta ve yeşil elbisesi ile düğüne hazırlanmış bir gelin edasıyla; bütün güzelliği ile dünyamızı süslemektedir. Özellikle at ve koyun kültürünü yaşayan Türkler içinse, ot kuruları, daha sonra samanları bitmeye yüz tutan insanların yüzlerinin gülmeye başladığı günlerdi.
İşte bu yeşil, gerçek Hızır’dır.
Nevruz konusunda hatırlanması gereken ve Türk kültür ürünü oluşunun kaynağı olarak, Türklerin Ergenekon’dan çıkışları baharın başlangıcı, dağların yeşillenmeye başladığı, karların eriyerek yolların açıldığı nevruz günü oldu, şeklinde bir inanış veya kabulün varlığıdır.
Bu sebeple de Nevruz, Ergenekon’dan çıkış bayramı veya Ergenekon Bayramı olarak da adlandırılır.
Selçuklular Osmanlılar ve İranda Nevruz
Konudan bahseden kitaplarda Hicri 465, (Miladi 1072-73) yılında Selçuklularda ekonominin düzgün ve “hikemî ilimler”de (hikmet ve mantığa dayalı ilimler, Matematik, Fizik, Astronomi) alanındaki çalışmaların ilerlediği dönemde, gelişme ve kalkınma sağlanırken bazı yenilirler yapılmıştır.
Özellikle 1074-75 yıllarında astronomi alanında sağlanan gelişmeler sebebiyle güneşin “Hamel burcuna girdiği gün” nevruz olarak kabul edilmiş ve Nevruz günü yeni takvimin başlangıcı olarak uygulanmaya başlamıştır.
Bundan sonra da matematik ve astronomi bilginleri olan Hacı Bektaş veli’nin hemşehrisi, Nişaburlu Ömer Hayyam’la beraber Ebü’l Muzaffer, Meymun-i Vâsıtî ve Muhammed Hazım gibi bilim adamlarından meydana gelen komisyonla araştırmayı genişletip, şemsî tarih belirlediler ve güneşim Hamel burcuna girdiği günü tam olarak tespit ederek “nevruz”u Yılbaşı saydılar.
Nevruz Selçuklularda da kutlanılan bir gündü.
Tarihçiler nevruz’un Osmanlı Padişahı 3. Ahmet zamanında (Tahtta bulunduğu süre:1703-1730) Büyükelçi olarak Safevi Sarayına (İran) gönderilmiş olan Dürrü Efendi’nin nevruza tanık olması ve saraydaki merasimi özür beyan edip gitmediği olayla anlatmakta iseler de, halkın nevruzu o tarihten önce de yaşadığı ve yaşattığına dair yeteri kadar bilgi bulunuyor.
Osmanlı sarayında da nevruzun kutlandığı, Osmanlı Sultanlarının ödüllendirmek istedikleri kişileri nevruz törenlerinde ödüllendirdiği, bu gününün otomobili yerine olan atlar hediye ettiğine dair yeterli malzemenin olduğu biliniyor.
Osmanlı sarayında yapılan nevruz törenlerinde Sadrazam ve diğer vezirlerin Sultan’a hediye takdimleri de olurdu ki, bu hediyeleşmeye “Nevruziye Pişkesi” adı verilirdi.
Osmanlı’da Nevruz, Selçuklu’dan kalan bir gelenek olarak yılbaşı idi.
Ramazan, bayram, kurban ve mevlid gibi günler için özel şiirler yazıldığı gibi, pek çok Osmanlı dönemi şairlerince de yazılmış pek çok “nevruziye” adlı şiirler buna tanıklık ediyor.
Ayrıca sarayda ve halk arasında nevruz için yapılan özel yemekler olduğu da çoğu tatlılardan oluşan bu yemeklere de nevruziye adı verilirdi.
Kırk baharat katılarak yapılan özel nevruz macunları her derde deva kabul edilirdi. Sarayın hekimbaşı olanlarca yapılan bu tür macun ve tatlılar halka da dağıtılırdı. Özellikle halk tarafından, buğdayın çillendirilerek pişirilmesinden elde edilen tatlının iç anadoluda 1960- 70 li yıllara kadar devam ettiğini de bildiğimizi kaydedelim.
Sovyetler Birliği’nde nevruz bütün coğrafyada yasaklanmış ve yasak son derece dikkatle ve ısrarla uygulanmıştır. Türk Cumhuriyetlerinin siyasi ve hukuki olarak ayrılması ile birlikte bütün coğrafyada son derece yüksek heyecanlarla kutlanmaya devam edilmektedir.
İran Coğrafyasında ise, özellikle Sasaniler zamanında Şii/ Caferiliğin resmi mezhep olarak kabulü ile nevruza dini bir muhteva yüklenmiş ve Hz. Ali’nin doğum günü olarak kabul edilmiştir. Bu suretle önemli kutlanan günlerden olarak nevruz yaşamaktadır. Bu inanış Bektaşilere de geçmiştir.
Dinler ve İnançlarda Nevruz
Ülkemizde Bektaşilerin dergâhlarında halen “nevruz Ayini” icra edilmekte, nâdir hale gelmiş olmasına rağmen, “Hz. Ali’nin Mevlidi” olarak yazılmış şiirler mevlid olarak okunmaktadır.
Ortodoks Hıristiyan olan Gagauz / Gökoğuz kilisesinde nevruza denk gelen Pazar günlerinde “ayin” “nevruz ayini olarak yapılmaktadır.
Halk kiliseye gelirken, hanımların tığ ile ördükleri biri beyaz, diğeri kırmızı iki buğday başağında ibaret olan bir takıyı yakalarına takarak kiliseye gelmektedir. Buğday bereketi simgelerken, kırmızı beyaz renklerin de Türk Bayrağını ifade ettiği özellikle vurgulanmaktadır.
Hazara veya Karay olarak anılan Musevi Türklerin Havra’larında da nevruza yakın olan cumartesi günü nevruz ayini yaptıklarını biliyoruz.
Eski Türk Dini veya Kamlık İnancı olarak bilinen inancın yaşamakta olduğu Altaylarda da nevruzun önemli bir gün olarak kutlandığını söylemeye gerek görmüyoruz.
Nevruz, saygı ile anılır; bu sebeple de Türk dünyasında, nevruz, ‘novruz’, yeni gün, yenni gün, ‘Sultan-ı Nevruz’, ‘Nevruz Sultan’ şeklinde ifade edilir.
Alevilerde Hızır Orucu
Tasavvuf dünyamız içinde yer alan Aleviler de diğer tarikatlarda olduğu gibi, Hızır’ı çok önemser ve onun geçtiği yerlerde bereketlenme olduğunu kabul ederler. Duaların çoğunda Hızır adı kullanılır. “Hızır uğrasın” dan başlanarak “Allah Hızır bereketi versin”e varıncaya kadar pek çok dua kalıbı vardır.
Aşık Edebiyatımızda da Hızır, “Boz Atlı Hızır, Kır Atlı Hızır, Dor Atlı Hızır, hatta Hozatlı Hızır şeklindeki isimlerle de anılır.
Bu sebeplerle de Hızır önemli bir semboldür.
Özellikle de Anadolu’nun uzun süren karla kaplı kış mevsimi için hem insanların yiyecekleri hem de hayvanın samandan başlayarak yiyecekleri depolanır. Kışın uzun sürmemesi için de dua edilir.
Karakış günlerinde yiyeceklerin azalması, depoların boşalmaya başlamasıyla dua ve Hızır’ı çağırmalar başlar.
Şubat ayına gelindiğinde sıkıntı en yüksek noktalara gelmiştir. Bunun için de çeşitli ocak ve köylerde bir iki gün başlangıcı değişse de 13 -16 Şubat gibi günlerde “Hızır Orucu” adı ile üç gün, “Allah rızası için” oruç tutulur.
Bu oruç hürmetine Hızır’ın bulundukları yere geleceği, bereket getireceğine inanılır. Oruç günlerinin sona erdiği gün de konuya, komşuya, fakirlere lokma adı verilen yiyecek ve içecekler dağıtılır. Bu da bir şükür hediyeleşmesidir.
Bir takım bilimsel makale formatında yazılış yazılarda, Kur’an’ın yukarıda bahsedilen Hz. Musa ile ilgili kıssa sebebiyle Hızır’dan bahsedilmesi, dinimizde, kitabımızda Hızır var imajı veren beyanları en azından tartışmalı buluyorum.
Nevruz’un da Hızır’ın da bizim ortaasyadan başlayan kültürümüzle, yani Türk kültürü ile doğrudan bağlı olduğunu özellikle tekrarlamak istiyorum.
Müslüman darda kaldığında, hastalandığında, ihtiyaç hâsıl olduğunda başka hiç kimse ve hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan doğrudan her türlü güç ve imkânın da yaratıcısı olan Yüce Allah’a yönelir, O’ndan ister, O’na dua eder.
Her vesileyle okuduğumuz Fatiha suresinde “sadece senden yardım ister, sadece sana kulluk ederim” demiyor muyuz?
Kış görmeyen Arabistan yarımadasında nevruzun ne anlamı olabilir?