Yükleniyor...
“Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar;
gözleri var bunların, onlarla görmezler;
kulakları var bunların, onlarla işitmezler.
Gafillerin ta kendileridir bunlar.” Araf 179
Güzel ülkemiz geçtiğimiz on günde finansal açıdan dünyanın en çalkantılı ülkesiydi. Cumhurbaşkanı konuşurken dolar arttı, bakan yeni ekonomik tedbirleri açıklarken de kur yükseldi. Yıllardan beri süregelen ekonomik tercihler duvara tosladı.
Gemi kayalara çarpmıştı ama kaptan köşkü suçu deniz fenerinin üzerine attı. Ne de olsa deniz feneri geminin dışında idi, zaten bize de bu saldırıyı dış güçler yapmıştı. Gemi yönetiminin, yani kaptan, ikinci kaptan, dümenci, çarkçı… Gemide kim varsa hiçbirinin suçu ve sorumluluğu yoktu. Varsa dış güçler yoksa dış güçler…
Peki gerçekten böyle mi, sadece dış güçler mi sorumlu? Elbette dış güçlerin bunda payı vardı var olmasına ama… buna farklı açılardan bakarak, geleceğe yön çizmek gerekiyor.
Bugün yaşananlardan piyasa, yani günlük hayat allak bullak oldu. Ancak aynı zamanda ve daha fazla siyasi bir kriz olarak yaşanmakta. Bu kriz aynı zamanda dış siyasetimizi, güvenlik siyasetimizi, toplumsal ilişkimizi, alışkanlıklarımızı hasılı hayatımızın tamamını etkiledi. Ve bu etkilerin daha uzun zaman devam edeceği anlaşılıyor.
Bütün bunlar bir anda mı oldu? Elbette hayır. Zaten bir anda oldu diye kabul edersek daha da kötü bir durumumuz var demektir. Dünyanın 17’inci büyüğü olan Türk ekonomisi yılların yanlış yönetimi neticesinde çok kırılgan ve dış etkilere açık hale getirildi. Siyaset bir tercih yaptı, ekonomik hareketliliği inşaat ve otomotiv sektörü üzerinden kurguladı. Özellikle kentsel dönüşüm diyerek yenilenme ile harekete geçti.
Kentsel dönüşüm önceleri gecekondusu olana oturacağı ortalama bir daire ile arsa payına göre sayısı artacak kira geliri sağlayacak birkaç daireyi sağladı. Önce kira gelirleri ile standardını yükseltenler sonra daha fazlasını istemeye başladılar. Bir müddet sonra ayağını yerden kesen otomobilini değiştirip orta sınıf bir araba satın alanlar, dairelerini satarak büyük bir kısmını harcadılar. Kalanın üzerine kredi çekerek hem evlerini daha lüks dairelerle değiştirdiler hem de arabalarını üst sınıfa doğru yükseltmeye başladılar. Bunlar eldeki paradan daha fazla kredi ile yapılıyordu. Çünkü kredi faizleri o kadar düşüktü ki, kredi kullanmamak neredeyse aptallık gibiydi.
Bu bir sarmala dönüşmüştü. Kredi çek ev al, kredi çek araba al, kredi çek çocuğunu özel üniversiteye gönder… Markete gir alışveriş yap, sepeti doldur, kasaya ödeme… kredi kartı ile… Aybaşında ekstre asgari ödeme ile bir şekilde hallolur, olmazsa senede bir ya da bir buçuk senede bir tüketici kredisi ile kapatılır nasıl olsa… Bu sarmal on altı senedir büyüyerek devam etti.
Bütün bunlar ekonominin millî (yerli değil!) kaynakları ile olsa yine bir derece ama tamamı da dış kaynak, yani bulunan borç ile sürdürülüyordu. Artık insanlar iyice alışmış ya da daha doğru ifadesi ile alıştırılmıştı.
Yurtdışından temin edilen kredi, yurtiçinde vatandaşlara konut, araç ya da tüketici kredisi olarak dağıtılıyor, her tarafta mantar gibi yükselen binalara yatırım yapılıyordu. İnşaat ve otomotiv sektörü yan sanayi ile birlikte aslında sanal bir mutluluk yaratıyordu. Sanallık hak edilmemiş bir refahın yaşanmasından dolayı idi. Başkasının parası harcanıyor, başkasının parası nihayette toprağa gömülüyordu. Ödeme zamanı gelene kadar bu devam edecekti.
Ama hiçbir şey değişmemiş gibi. Tabi, hiçbir şey diyorsam sadece Türk Milletinin bir kısmı ile yöneticilerin bakış açısında değişiklik yoktu. Halâ kendilerinden başka herkes ve özellikle dış güçler yapıyordu bütün bunları.
2013 yılında sosyal medyada bir tartışmadan bir ekran alıntısı ne demek istediğimi açıkça ortaya koyacaktır. İlkokuldan sınıf arkadaşım olan bir AKP’li ile yazışmaların bir kısmının fotoğrafı halimize örnek olacaktır.
Beş yıl önceki bu yazışma tam da bugün karşımıza çıkan siyasi şartları işaret ediyordu. Bitiş cümlesi de “Sen bilirsin, yarınlar çabuk geliyor…” idi. Tam da burada “ben demiştim zaten” diye anlaşılmasın lütfen. Bu yazı ile bugünlerin nasıl da göstere göstere gelindiğini anlatmaya çalışıyorum. Ve daha önemlisi bugün de yöneticiler ve onların destekçileri aynı şekilde başlarını kuma gömüyorlar. Ama açıkta olan kısım kuma gömülenden daha fazla, onu da bilmezlikten geliyorlar.
Ahlaksız Teklif adında ünlü bir Amerikan filmi vardır. Komisyoncu olan kadın (Demi Moore) ve mimar kocası birbirine aşık ve mutlu bir çifttir. Hayal ettikleri evi almaları için çok çalışmaları gerekmektedir. Uzun bir zaman beklemek istemeyen çift şanslarını Las Vegas’ta denemek ister. Yani kısa ve kolay bir yol aramaktadırlar. Milyarder adam (Robert Redford) ile tanışmaları sonrasında aldıkları teklif onları şok edecektir. Adam, kadın ile geçirilecek bir gece için 1 milyon dolar teklif eder. İlk cevap bir tokattır. Milyarder tokata hiç aldırmaz, “bir düşün istersen…” der. Ağaca kurt düşmüştür. Burada insanın zaafları, ihtirası ve zayıflığı devreye girer. Durumlarını eşi ile konuşurlar, sıkışık hallerini, hayallerini düşünerek teklifi değerlendirmeye alırlar. Nihayetinde kabul edilen bir teklif fakat sonucunda dağılan bir yuva ve kocanın intiharı ile film biter… Artık hayalleri yoktur çünkü hayal kuracak, geleceğe yürüyecek hem sebepleri hem de bir aile yok olmuştur.
İçinde bulunduğumuz durum tam da böyle. Kıbrıs’ta garantörlüğün kaldırılması, askeri varlığın sonlandırılması yani Kıbrıs’ın Girit gibi elden çıkması, Doğu Akdeniz’deki sondaj ve doğal gaz meselesinin hallolması, Suriye’de Fırat’ın doğusundaki PKK bölgesinin egemen bir yapıya dönüştürülmesi, Irak’ta Kürt devleti kurulması, bu parçalarla birleşecek ve bunların bağımsızlığına kadar taşıyıcı annelik yapacak bir yapının hazırlanması, sözde Ermeni soykırımının tanınması… Aklımıza gelebilecek önemli konularda siyasi şantajla karşı karşıya kalabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Ya borcunu öde ya da… diye kurulacak cümlelerle karşı karşıya kalacak bir siyasi konjonktür. Ve Türk Milleti de büyük bir ailedir.
Elbette bu zor durumdan çıkış mümkündür. Türk Milleti bütün halinde ve dayanışma ile bunalımdan sıyrılabilir. Bunun şartı aklın gerektirdiklerini yapmaktır. Aklın gerektirdiği toplumun ortak aklının oluşturulması, Milletin bütün unsurlarının karara katılmasının sağlanması ile mümkündür. Fakat lüzumsuz bir şekilde, toplumun yarısının karşıya alındığı bir siyasi ortam yaratılmış ve halâ da tek bir kişinin kararları ile hareket edilmektedir. Bu şartları oluşturan, bugünü yaratan da tek kişilik siyasettir.
Bir kişi; “Ben bu sınav sistemini istemiyorum” deyince liselere giriş sınavının değiştiği, “4 G değil 5 G olmalı” deyince bütün dünyanın gözü önünde derhal 4,5 G’nin keşfedildiği, falanca telefonu kullanmayın dediğinde, “… telefonu ancak fetö’cüler kullanmaya devam edecektir” denilen bir siyasi ortam mevcuttur.
Hızla yükselen dolara karşı işadamlarına, “… Gibi yollara lütfen tevessül etmeyin… Aksi takdirde, biz de, başta şahsım B planını, C planını uygulamak zorunda kalırım bunu da böyle bilin isterim” cümlelerindeki benim dediğimi yapmazsanız üslubu bu birliği kurmaya manidir.
Sadece Papaz Brunson krizindeki yapılan açıklamalarda kullanılan dil bile, Türk yargısının tam ve kâmil anlamıyla siyasetin emrinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da Türkiye’de yargı bağımsız değil yatırım yapılamaz denmesine sebep olmaktadır. Diplomasi çok dikkatli bir dil ve üslup istemektedir ama bu özen terk edilmiştir.
Yeni sistem ile daha da yönetilemez hale gelen Türkiye çok sıkıntılı bir süreci yaşamaktadır. Devletteki yeni yapılanmada, ehliyet ve liyakat sahibi olanların başka yerlere gönderilmeleri, devletin hafızasını ortadan kaldırmaktadır. Dünya yapay zekâyı tartışırken Türkiye doğal zekâyı kullan(a)maz bir durumdadır. Bundan derhal vazgeçilmeli, işi ehline bırakmalı, benden olan en iyisidir ölçüsüzlüğü terk edilmelidir.
Aklın ve gerçeklerin gereği yapılmadığı takdirde ihtiyacımız olan millî birlik sağlanamaz ve işler daha da karmaşık hale gelecektir.
* Bu yazı Milli Devlet Gazetesinin 42’inci sayısında (20-26 Ağustos 2018) yayımlanmıştır.