Yükleniyor...
Cumhurbaşkanı Erdoğan Yeni Anayasa yapılmalı dedikten sonra, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün “1921 Anayasası, Türkiye’de yaşayan herkesin her düşüncenin, her inancın, her anlayışın yansıdığı bir toplumsal sözleşme metnidir. … 100 yıl sonra aynı ruhla bunun yine gerçekleşeceğine, …yeni Anayasa’nın yapılacağına olan inancımız tamdır.” sözleri işaret fişeği gibiydi. (8 Şubat 2021)
HDP’nin Genel Başkanı Mithat Sancar da 5 Şubat günü benzer cümleleri kurmuştu. “…yerel demokrasi öneriyoruz. Tam da bu temel ilkelerin yer aldığı 1921 Anayasası bu konuda ilham kaynağı olarak değerlendirilebilir…”
Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu, 8 Mayıs 2020’de Twitter’dan açıkladığı görüşünde, “Türkiye Toplumu çok kimlikli bir toplumdur.” demişti
Üç açıklama ışığında Yeni Anayasa’nın nasıl olacağına dair netleşen bir fotoğraf var.
Anayasa, Giriş bölümü ve 177 maddeden ibaret. Giriş, Devletin şekli ve niteliklerini belirtilen ilk dört maddesi ile vatandaşlık tanımını belirleyen 66. madde dışındaki bütün maddeleri değişse de tatmin olunmayacağı anlaşılıyor. Çünkü bu maddeler hedefin önündeki kalkan olarak duruyor.
Türkiye’nin Türk milleti tarafından değil, çok kimlikli bir yapı tarafından oluşturulduğuna dair bir düşünce hâkim. Bu düşünce hep vardı ve mütemadiyen dile getirildi de. Ama bu sefer bir slogan daha devreye girdi, “1921 Anayasası’nın ruhu”… Bununla 1921 Anayasasındaki muhtariyet örneğiyle, yerel yönetimlere geniş yetkilerin devredilerek egemenlik yapısının zayıflatılması hedefleniyor.
1921 Anayasası diye isimlendirilen kanunun adı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu. Bunun tercih edilmesi tesadüf değil. (Türkiye) Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı şartlarda, duruma vaziyet eden insanların hukuka bağlılığının çok büyük bir göstergesi.
Dönem, vatan topraklarının dört bir yandan işgal edildiği, başkentin ve egemenliğin temsilcisi padişahın esaret altında olduğu bir dönem. Son olarak 16 Mart 1920’de, Meclis’i düşman tarafından basılmış, kapatılmış ve mebuslarının bir kısmı da tutuklanmış. Devletin başı, sarayından izinsiz çıkamıyor. Payitahtta başka bayraklar dalgalanıyor. Giriş ve çıkışlar işgal güçleri tarafından kontrol ediliyor. Yani, aslında devlet artık yok hükmünde.
İşgal altındaki ülkede ikili yapı söz konusudur. Birisi İstanbul’da, özellikle 16 Mart 1920’den sonra, esaret altındaki yapı. Diğeri duruma vaziyet eden kahramanlar topluluğunun kurmaya çalıştığı fiilî bir devlet teşkilâtlanması. İstanbul, Ankara’yı artık tanımaktadır. Ancak Ankara bütün dünyaya, İstanbul Hükümetinin kararlarını tanımadığını, Türk milleti için vereceği kararların geçerli olmadığını ilan etmiştir. Devleti, Ankara Hükümeti idare etmektedir.
Büyük Atatürk TBMM açılışından bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de, yaptığı tarihî konuşmada hukuka, Meclis’in sorumluluğuna ve temsil kudretine vurgu yapmıştır.
20 Ocak 1921’de 23 maddelik Teşkilât-ı Esasîye Kanunu çıkarılır. Kanunun ilk dört maddesi Egemenliğin millette, yasama ve yürütme gücünün Büyük Millet Meclis’inde olduğunu açıklar. Ve Meclis’i vilayetlerden seçilecek üyelerin oluşturacağına hükmeder. Yani devletin kuruluşunu ilan etmektedir.
Yazılı olmayan hususlarda Kanun-u Esasî (1876 Anayasası) hâlen geçerlidir. Teşkilât-ı Esasîye ile Kanun-u Esas-î arasında üstünlük Teşkilât-ı Esasîye’dedir. Yani 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu aslında anayasa gücündedir. Bu gücünden dolayı 1921 Anayasası adını almaktadır.
1921 Anayasası üzerinden 100 yıllık adem-i merkeziyet (merkezîliğin yokluğu) tartışması yeniden alevlendi. Yerel yönetimlere yetki devredilerek, özerklik aracılığıyla etnik unsurlara grup hakkı tanınmasına doğru gidilmeye çalışılıyor. Ancak 1921 Anayasasına dikkatli bakıldığında merkez yani TBMM’nin çok güçlü şekilde durduğu görülecektir.
Kanunun 10-23. maddeleri vilayet, kaza (ilçe) ve nahiyelerin (bucak) idaresini tarif ediyor.
Kanun’un 11. Maddesi “Vilâyet, mahallî umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Büyük Millet Meclisince vaz’edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi Vilâyet Şûralarının salâhiyeti dâhilindedir.” der. Buradan özerklik çıkmaz. Meclis’in yapacağı kanunların uygulanmasındaki görevlendirme anlatılıyor. Tıpkı bugünün mahalle ve özellikle köy muhtarlıkları gibi bir muhtariyet söz konusu. Umurda yani işlerinde, kanunları uygularken hareket kabiliyeti kazandırılmakta. Yoksa kanun veya başka bir düzenleme yapmaya izin vermiyor. İnisiyatif kullanılmasını istedikleri ve bütün güçlerini istiklâl mücadelesine verecekleri anlaşılıyor.
Yine o günlere baktığımızda şartların bunu mecbur bıraktığı görülüyor. Boğazların Avrupa Yakası tamamen düşman kontrolünde. Anadolu’da ulaşım olağanüstü ilkel şartlarda. Fakirlik ve yokluk milleti eziyor. Tek haberleşme aracı telgraf. Ve hepsinden önemlisi Anadolu da kısmen işgal altında. Bu şartlar altında yegâne hedef vatan kurtarmaktır, yönetmek değil. Aziz Türk milleti önce istiklâline kavuşmalıdır.
Bütün bunlarla beraber bakıldığında, 1921 Anayasası’ndan Türkiye’de yaşayan herkes, her düşünce, her inanç, her anlayış diye bir sonuç çıkarmak gerçeğe aykırıdır.
“Birkaç asırdır Saray ve Babıali’nin cehalet ve sefahati yüzünden Devlet azîm felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda Osmanlı İmparatorluğunun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk milleti Anadolu’da hem haricî düşmanlarına karşı kıyam etmiş…
Teşkilât-ı Esasîye kanuniyle Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranisinin mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti mâneviyesinde gayrikabili terk ve tecezzi [bölünme] ve ferağ [feragat] olmak üzere…” Bu cümleler TBMM’nin 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı Saltanatın kaldırılmasına dair kararından.
“1919 şartlarına bakıldığında imkânlar bakımından Türkiye’yi kurtarmak için çare yok” görünmekte. “Mustafa Kemal’in vatan ve milleti kurtarmak için ortaya atılışı bir çılgınlıktı.”
Ama “bu ciddi bir hesaba, derin bir güvene dayanıyordu. Mustafa Kemal kendi kalbini yakan millet aşkının ve Türk milletinin kalbinde bulunduğundan emin olduğu millî hissin, maddî kuvvetleri de, mantığı da yenebilecek kudret olduğunu biliyordu.
Aslında bu bir mucize değil, akılsızların, cahillerin, kötü niyetlilerin inkâr etmeye kalktıkları yüce bir kuvvetin, milliyetçiliğin zaferi idi” (Sadri Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, 2. B, Sah. 196)
1921 Ruhu Türk’ün ruhuydu. Osmanlı’yı kuran da oydu. Hiç yok olmadı. Hep devam etti. Öyle ruh çağırma seanslarıyla aramaya da gerek yok, etraflarına bakıversinler, göreceklerdir. Çok fazla kızdırmaya da gelmez…
2 Yorum