ABD’nin işi başından aşmış!

17.10.2010   Fırat’ın koyununa, suyuna ve petrolüne İran’ın nüfuz edip etmemesi ABD’nin baş meselesidir. Bunlar ABD’nin dünya liderliğini, ABD’nin liderliği de güvenliğini doğrudan ilgilendirmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Mayıs 2010 tarihli Güvenlik Stratejisini yazmaya devam ediyorum. TV kültürüne uyayım ve geçen bölümün özeti ile başlayayım: Amerika’nın güvende olabilmesi için liderliğinin devamı gerekmektedir. Bu liderlik gayet tabiî askerî […]


Paylaşın:

17.10.2010 
 
Fırat’ın koyununa, suyuna ve petrolüne İran’ın nüfuz edip etmemesi ABD’nin baş meselesidir. Bunlar ABD’nin dünya liderliğini, ABD’nin liderliği de güvenliğini doğrudan ilgilendirmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Mayıs 2010 tarihli Güvenlik Stratejisini yazmaya devam ediyorum. TV kültürüne uyayım ve geçen bölümün özeti ile başlayayım: Amerika’nın güvende olabilmesi için liderliğinin devamı gerekmektedir. Bu liderlik gayet tabiî askerî alanda başlar: “…silahlı kuvvetlerimiz millî güvenliğimiz ve global liderliğimizin temelini teşkil etmeyi sürdürecektir.”

Fakat liderliğin bütün alanları kapsaması gerekir. Üniversite mezunu sayısının nüfusa oranında dünya lideri olmak da millî güvenliğin bir parçasıdır. O öyledir de ekonomi güvenlik değil midir: “Refahımız, gücümüzün pınarı işlevini görür. Silahlı kuvvetlerimizi o finanse eder, diplomasi ve geliştirme çabalarımızı o garantiye alır ve dünyadaki nüfuzumuzun önde gelen kaynağıdır… Milletlerarası ekonomik işbirliğinde birinci forum olarak odağımızı G-20’ye kaydırdık ve global talebi yeniden dengeleme üzerinde çalışıyoruz; böylece Amerika daha çok tasarruf edecek ve daha çok ihracat yapacak, buna karşılık yeni yükselen ekonomiler daha fazla talep yaratacaktır.”/ “Ticarî anlaşmaların Amerikanlar’a çalışması için… (anlaşmalarda) ulaşılabilir müeyyide mekanizmaları bulunacaktır ki müzakere ettiğimiz kazanımlar gerçekten ortaya çıksın ve bilhassa emek ve çevre açısından ABD çıkarlarını yansıtacak şekilde yapılanabilsin.” Son haftaların ABD-Çin kur savaşını hatırlayın lütfen…

Fırat’ın koyunundan ABD’ye ne?

Stratejinin “Ne?” sorusu böylece cevaplanıyor: Güvenlik stratejisi, ABD’nin silahlı kuvvetlerden eğitime, sağlıktan ekonomiye dünya liderliğine odaklıdır. STRATFOR firmasının başı George Friedman’ın “Bundan Sonraki Yüz Sene” kitabının ana teması da buydu… ABD, 20. asırda dünya lideri olmayı başarmıştı; bunu 21. asırda da sürdürmelidir. Bu bizim nesillerin içine doğduğu eski iki kutuplu dünya değil. Tom Friedman’ın global, kutupsuz düz dünyası da değil. Bu, tek kutuplu bir dünya, isterseniz bir ‘monopol’. Böyle olunca da o tek kutbun kutbu ABD, kendini dünyanın her yerinden sorumlu hissetmektedir. Hani Hz. Ömer, Fırat kıyısındaki koyundan kendisini sorumlu hissedermiş ya… ABD orası kendi ülkesi olmasa da o koyundan da, onun müstakbel yavrularından da, Fırat’ın suyundan da ve hele hele Fırat boyunca çıkan petrolden de kendisini sorumlu hissetmektedir. Fırat’ın koyununa, suyuna ve petrolüne İran’ın nüfuz edip etmemesi baş meseledir. Bunlar ABD’nin dünya liderliğini, ABD’nin liderliği de güvenliğini doğrudan ilgilendirmektedir.

ABD Güvenlik Stratejisi, resmî ve açık bir belge. Dolayısıyla diplomatik olmak zorunda.  STRATFOR’un patronu George Friedman, resmî bir ağız değil. Dolayısıyla o, aynı gerçekleri biraz daha “politik açıdan sakıncalı (politically incorrect)” ifade edebilir: “Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük stratejisi Avrupa’daki İngiliz stratejisinden türemiştir- kuvvetler dengesinin idamesi… tıpkı Birleşik Krallık gibi Amerika Birleşik Devletleri de muhtemel bölge egemenlerini daha tomurcuk halinde iken yok etmeye yöneldi. Irak’taki 1990-91 harbi ve Sırbistan/Yugoslavya’daki 1999 harbi bu stratejinin örneklerdir. Bu stratejinin içinde koalisyon halinde harp etmek, Amerika’nın gücünü bir taraftan diğerine kaydırarak bölgede iktidar sahibi olma ümitleri besleyenlerin planlarını asgari güç kullanımıyla akamete uğratmak vardı. Bu ABD stratejisi global liberalizm ve insan hakları ideolojisi kılıfına sarılmıştı.”

‘Pax Amerikana’nın güvenliği

Friedman, 11 Eylül’le birlikte bu stratejinin globalliğinin kaybolduğundan, ABD’nin “Genişletilmiş Orta Doğu”ya saplandığından şikâyet ediyor: “ABD, tek bir bölgeyi, Akdeniz ile Hindu Kuş arasındaki alanı saplantı haline getirdi. Birleşik Devletler bu bölgede bir güç dengesi stratejisi işletti. Bölgedeki milletleri birbirine karşı kullandı. Bölgenin tamamındaki etnik ve dini gruplarla da, özellikle harbin asıl cepheleri olan Irak ve Afganistan’dakilerle de aynı şeyi yaptı. İkisinde de Birleşik Devletler iç bölünmelerden avantaj yaratmaya, desteğini birçok yöne kaydırarak bir kuvvet dengesi kurmaya çalıştı. Sonuçta “surge” stratejisi de bundan ibaretti.”

İster politik bakımdan ister edepli, ister edepsiz olsun bu bir Amerikan Barışı’dır; Pax Amerikana’dır.

Hedef ‘her alanda’ diye konulunca, uygulama da ‘her alanda’ yapılmak zorunda. Bunu, “her şey güvenliktir ve güvenlik her şeydir” diye özetlemiştim. Adını da, ‘topyekûn harp’ten ilhamla, ‘topyekûn güvenlik’ koymuştum.

Güvenlik alanlarının birinden diğerine geçerken “dikiş yeri belli olmayacaktır (~seamless)”: “Silahlı Kuvvetlerimiz, her zaman güvenliğimizin temel taşıdır, fakat (başka alanlardaki eylemlerle) tamamlanmalıdır.” / “Güvenliğimiz, aynı zamanda… diplomatlarımıza; yönetişimi güçlendiren, insan izzeti nefsini destekleyen gelişme uzmanlarımıza; komploları keşfedip çözen, adalet sistemlerini güçlendiren ve diğer ülkelerle dikiş yeri görünmeyecek şekilde çalışabilen istihbarat ve kolluk kuvvetlerimize de dayanmaktadır.”/  “Sadece hükümetleri ve uluslar arası örgütleri değil, fakat her biri, geliştirme ve diplomasi konularında gittikçe artan belirgin rol sahibi¸ şirketler, vakıflar, STK’lar, üniversiteler, think-tanklar ve (dini) inanç organizasyonları gibi devlet dışı oyuncuları da toplayacak, birbirine bağlayacak ve seferber edecek yeni beceriler gerekiyor.” / “…hükümetlere çok çeşitli konularda yardımcı olacak sivil seferberlik kapasitesi…” / “Yabancı kamuoylarıyla iletişim kurabilmek için geniş bir metot çeşitliliği kullanmalıyız ve buna yeni medya (İnternet) de dâhil olmalıdır.”  / “Özel sektör, STKlar, vakıflar, cemiyet temelli teşkilatlarla stratejik işbirlikleri kurarak hükümet dışındaki dehaya ulaşmalıyız. Bu tip ortaklıklar içerde ve dışarıda ABD başarısı için kritik önemi haizdir…”

Medyayı seferber etmek

ABD güvenlik stratejisi ana hatlarıyla böyle…

İlk karşılaşanların anlamayacağı, fakat terim haline gelmiş ifadeler de var. “Geliştirme” ve “sivil sefer kaabiliyeti” gibi. Ya uygulamada kritik önemi haiz kurumlar, vakıflar, STK’lar, şirketler nedir? En iyisi bunları bir örnekle anlatmak. ABD güvenlik stratejisinin sivil ortaklıklarına güzel bir örneği, başka bir resmî dokümanda buluyoruz. ABD’nin National Endowment for Democracy (Ulusal Demokrasi Fonu) kurumuna bağlı Uluslararası Medya Yardım Merkezi’nin bir raporunda. Raporun başlığı, “Yurt Dışı Bağımsız Medya Geliştirmesine Kamu ve Özel ABD Fonlaması”. Bu ‘geliştirme’, SSCB’nin çöküşünden sonra eski SSCB ülkelerindeki devlet medyasını bağımsız medya haline çevirmek için çalışmaya başlamış. Fakat rapordan anlıyoruz ki yıllar geçtikçe odak Orta Doğu ve Orta Asya’ya kaymış.

Bağımsız Medya Geliştirmesi’ne, 2006 yılında 142 milyon dolar harcanmış. (Bu rakama medyayla ilgili diplomatik kanal harcamaları ve Savunma Bakanlığı harcamaları ve bazı başka harcamaları dâhil değilmiş.) Bu harcamaların doğrudan hükümetten gelenleri 69 milyon dolar, özel fonlama 60 milyon dolar ve hükümet destekli özel kurumların fonlaması 13 milyon dolar tutmuş. Son kategorinin tam adı, “hükümet destekli kâr gayesi gütmeyen kuruluşlar” ve bunlar sadece iki tane: Ulusal Demokrasi Fonu- National Endowment for Democracy (NED) ve ABD Barış Enstitüsü (U. S. Institute of Peace).

Bu hayırlı projenin on milyonun üstündeki bağışçıları, milyon dolar cinsinden, şöyle:

Hükümet tarafı: USAID: 52,7; Dış İşleri (State Department): 14,8

Özel katkı: Açık Toplum Enstitüsü: 40.

Hükümet destekli kâr gayesi gütmeyen kuruluşlar: Ulusal Demokrasi Fonu – NED: 11,7.

Kendini CIA’e beğendirmek

Sağlanan imkânlarla çeşitli ülkelerden gazetecilerin ABD’ye getirilerek eğitildikleri, ABD medya kuruluşlarında staj yaptıkları belirtiliyor. Eğlenceli operasyonlar da var. Meselâ Ürdün’de, Açık Toplum Enstitüsü, Ulusal Demokrasi Fonu-NED ve UNESCO’dan destek alan ammannet.com, hükümetin yayınını sansürlediği bir muhalif gösterinin içine girmiş, göstericilerle canlı mülakat yapmış, ses kayıtları internet ile Ürdün dışına çıkarılmış ve sonra tekrar Ürdün’de yayınlanmış. Böylece Ürdünlüler, ilk kez radyodan bir muhalif gösteriyi canlı izlemişler.

Merkezî Avrupa Medya Girişimi (EME), fonların desteklediği bir başka kuruluş. Romanya’da editör ve gazeteciler için bir Medya Üniversitesi kurmuş. Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Ukrayna’da 15 istasyonu var. Kuruluşun başkanı, “EME başarısını, on yıllarca bağımsız medyadan mahrum kalan bölgeye bağımsız haber sunmaya borçludur” dedikten sonra Türkiye, Sırbistan, Bulgaristan ve Makedonya’ya açılacaklarını bildirmiş. Medya, “topyekûn güvenlik” anlayışında merkezi ağırlığa sahip. Başkan Johnson’a kadar, dış ülkelerdeki medyayı CIA “angaje” ediyordu. Bu sıkıntılı bir işti. Hangi basın veya yayın kuruluşu, hangi gazeteci, “Vallahi beni CIA çok beğenmiş, destekliyor” diye rahat rahat konuşabilirdi ki? Dış medyayı, yabancı kamu oylarını ve fikir-inanç odaklarını angaje etmek için bir başka mekanizmalar ve bir başka kurum düşünülmeliydi. Bu düşünceyle olmalı, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün ilk büyük adımlarından biri, CIA’nın işlettiği Hür Avrupa Radyosu’nu devralmaktı. Ama bu yetmezdi.

Maksat hasıl olmuş

NED’in Başkan Yardımcısı David Lowe kuruluşlarındaki düşünceleri şöyle anlatıyor:  “II Dünya Harbi’nden sonra demokratik müttefiklerimiz tehdit altında ve biz onlara siyasî destek sağlayacak hiçbir kanala sahip değilken, ABD, örtülü yollara başvurdu; Avrupa’da kuşatma altındaki gazeteleri ve partileri desteklemek için el altından danışmanlar, malzeme ve para yollandı. 1960’ların sonunda Amerikan Özel Gönüllü Teşkilatları (NGO veya STKların o zamanki adı)’nın uluslar arası forumlardaki fikir harbi için CIA’den gizli para desteği aldığı ortaya çıkınca Johnson Yönetimi böyle finansmanın durdurulmasına karar verdi ve denizaşırı faaliyetlerin açıkça fonlanması için bir ‘kamu-özel mekanizması’ kurulmasını öngördü.”

1986’da NED başkanı iken Carl Gersham’ın söyledikleri de aynı gerekçelere atıf yapıyor: “Dünyanın çeşitli yerlerindeki demokratik grupların CIA tarafından destekleniyor görüntüsüne girmesi berbat bir şeydi. Bunu 60’larda fark ettik ve bu yüzden durdurduk. Fakat bunu başka türlü yapabilme kapasitemiz yoktu ve NED bu yüzden yaratıldı.”

NED’in kuruluş kanununun kaleme alınmasında katkısı bulunan Allen Weinstein de 1991’de şöyle söylüyor: “Bugün bizim (NED’in) yaptıklarımızın büyük kısmını 25 yıl önce CIA gizli biçimde yapıyordu.”

Maksada ulaşılmıştır. NED ve benzeri “hükümet destekli sivil toplum kuruluşları” veya daha eğlencelisi, “hükümet destekli hükümet dışı kuruluşlar”dan destek alan entelektüellerimiz ve “sivil toplum kuruluşları”mız bunu rahatlıkla hayat hikâyelerine yazabiliyorlar. Aslında “hükümet destekli” üzerinde bu derece vurgu yapmam gereksiz, çünkü her zaman “dikiş yeri belli olmadan” birinden diğerine geçilebilen mesela Soros’un Açık Toplum Enstitüsü, mesela Laurent’in kendi fonları var. Ne demiştik: “Özel sektör, STK’lar, vakıflar, cemiyet temelli teşkilatlarla stratejik işbirlikleri kurarak hükümet dışındaki dehaya ulaşmalıyız. Bu tip ortaklıklar içerde ve dışarıda ABD başarısı için kritik önemi haizdir…”
 
 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar