Atatürk ve Şanlı Libya Direnişi

 04.04.2011   Çöl… Gece yarısı… Lacivert gökyüzünde Samanyolu bütün ihtişamı ile ortadaydı. Ve.. Hafif uğultularla esen  yel, sanki  çok ötelerden getirdiği acıları, hüzünleri ve ümitsizlikleri fısıldıyordu. Çadırın biraz ötesinde yalnız başına duran  orta boylu adam derinden derine  iç çekip düşündü. Ne kadar  zor şartlarla İstanbul’dan buraya gelmişti. Bir avuç  arkadaşı ile yola çıkmış,  bin bir zorlukla  […]


Paylaşın:

 
04.04.2011 
 
Çöl…

Gece yarısı…

Lacivert gökyüzünde Samanyolu bütün ihtişamı ile ortadaydı.

Ve.. Hafif uğultularla esen  yel, sanki  çok ötelerden getirdiği acıları, hüzünleri ve ümitsizlikleri fısıldıyordu.

Çadırın biraz ötesinde yalnız başına duran  orta boylu adam derinden derine  iç çekip düşündü. Ne kadar  zor şartlarla İstanbul’dan buraya gelmişti. Bir avuç  arkadaşı ile yola çıkmış,  bin bir zorlukla  çöle ulaşmıştı.

Vatan toprakları parça parça elden çıkıyor, İstanbul sadece seyrediyordu. Bu seyirciler arasında hainler, gafiller olduğu gibi  düpedüz ahmaklar da vardı!..

Bu çaresiz halk ümitle beklemişti hep. Ama payitaht müthiş  bir karmaşa, çaresizlik ve şaşkınlık içindeydi. Bela “geliyorum”  diye çığlıklar atarak, elini kolunu sallayarak gelmişti.  Kabine de, Savunma Bakanlığı da bu  vahim tehlikeyi görememişti veya görmezden gelmek işlerine gelmişti. Dolayısıyla  hiçbir tedbir alınmamıştı.

Ve..

İtalyanlar ellerini kollarını sallaya sallaya gidip Osmanlı toprağına yerleşmişler, ticarete başlamışlar, bankalar açmışlar, “halkı kendilerine alıştırmak için  dispanser ve bir darüleytam (Yetimler Okulu) (1) açmışlardı. Deniz ticaretinde ilerlemişler, maden araştırmaları ve arkeolojik araştırmalar için izinleri de almışlardı! Yani, işgalden evvel Libya’ya adım adım sızmışlardı!

Yoğun bir propaganda başlamıştı Trablusgarp’ta: İtalyanların iddiasına göre Osmanlılar bu bölgenin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadıkları gibi burayı sürgün yeri olarak kullanmış ve  kendi haline bırakmış, insanlar aç, sefil kalmışlardı.

Trablusgarp’ın işgal edileceğini anlatan İtalyan ültimatomu şu satırlarla sona eriyordu:

“İtalyan Hükümeti Trablusgarp ve Bingazi’yi  işgal etmeye karar vermiştir. Osmanlı Hükümeti’nden  bu işgale direnme gösterilmemesi için  görevlilere gerekli emirleri verilmesini ister.”(2)

Sadrazam Hakkı Paşa İtalya’nın Devletler Hukuku’na aykırı davranamayacağı zehabına kapılmıştı, bu işgali hukuk ile önlenebileceğini sanıyordu. Bu sebeple İtalya’nın  şikayet ettiği  Trablusgarp Valisi İbrahim Paşa’yı  görevden almış, ama yerine vali tayin etmemiş ve daha da vahimi, bu bölgede bulunan  bir fırka kuvvetinin  dört taburunu da Yemen’e aktarmıştı. Güya bu tedbirler İtalya’yı işgalden vaz geçirecekti!

Bu ahmak hayaller elbette İtalya’yı durdurmamıştı. İşgal başlamış ve emperyalist İtalya, Libya’nın  yerli ve ünlü kabilelerinin bir kısmını  kendi saflarına çekmişti.

Uzun hikayeydi: Osmanlı Hükümeti dost  zannettikleri devletlerden yardım dilenmiş, bütün kapılar yüzüne kapanmıştı.

Bu Müslüman Osmanlı halkı tek başına mı bırakılacaktı ve bu vatan toprakları emperyalist İtalya’ya mı terkedilecekti?

Bir avuç Osmanlı zabiti bir araya gelip Trablusgarp için savaşmaya karar vermişlerdi: Binbaşı Enver Bey, Nuri Bey (Conker), Eşref Bey (Kuşçubaşı),Ali Fethi Bey..

Vermişlerdi ama…

Ama… Ekonomik destek için Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya gittiklerinde para yerine azarlanma ve teessüf sözleriyle karşılanmışlardı.  Osmanlı’nın Harbiye Nazırı olan cüce beyinli zavallı adam hadisenin vahameti karşısında vatanı savunmak için hayatlarını ortaya koymaktan çekinmeyen bir avuç subayı  beş para vermeden,  paylayarak yollamıştı!

Ama.. Subaylar  kimliklerini gizleyerek yollara düşmüşlerdi.

Kendisi halı tüccarı kılığında İskenderiye’ye geçmiş,  oradan Trablus’a intikal ederken gazeteci Mustafa Şerif kimliğini kullanmıştı..

Bütün bunlar hicran dolu, ağır kederlerle yoğrulmuş hüzünlü hikâyeler gibi gözlerinin  önünden  yavaş yavaş geçerken, birden sanki farklı  sesler duydu. Derinden derine duyduğu bu sesler çılgınca koşan atların nal sesleriydi sanki.

Giderek kuvvetlenen  seslerin geldiği yöne dönüp ufka baktı.

Evet, ufukta, o lacivertli gecede, bembeyaz atlarla koşan süvariler birer masal kahramanı gibi  hızla yaklaşıyorlardı.

Çölde umuda koşan atlıları görünce bu sahipsiz gibi görünen koca çölü ve tarihini düşündü:

Berberiler eskilerde çok eskilerdeki adıyla Lebular ve Lebu… Romalıların “Afrika” dedikleri Lebu… Vandalların ve Bizanslıların saldırı ve işgaline hedef olan Lebu, Libya…

Sonra İslam ile şereflenen Libya…

Abbâsî’lerin meşhur halîfesi Hârun-u Reşîd’in  “Ifrikiye”si, Fâtimî’lerin,  Eyyûbi’lerin, Memlûklerin hüküm sürdüğü, Sonra Malta Şövalyelerince işgal edilip Müslüman halkın  zulümle inim inim inlediği Libya…

Kaptan-ı Derya Turgut Reis tarafından kovulan Malta zalimlerinden sonra başlayan Osmanlı yüz yılları…

Ama… Bu koca İmparatorluk  her yandan Avrupa’nın emperyalist devletlerinin  saldırısına uğramıştı, içerideki hainler ve gafiller de  bu saldırıya bütün güçleriyle destek veriyordu.

Osmanlı toprakları hızla işgal ediliyor, gülünç gerekçelerle elden çıkıyor, Payitahttaki yöneticiler elleri böğürlerinde sadece seyrediyor, kendi aralarında manasız sebeplerle tartışıp duruyorlar ve naif felsefelerle gün geçiriyorlardı!

Şimdi… İtalya da avdan bir parça kapmak hırsıyla  Libya kıyılarına çıkıyor, şehirleri ellerini kollarını sallaya sallaya işgal ediyordu!

Gelen atlıları duyan çadırdakiler hemen dışarı çıktılar.

Az sonra bembeyaz yeleleri rüzgarda savrulan bembeyaz atlarla gelen beyazlı adamlar hızla attan indiler, çadırdan çıkıp onları karşılayanlarla kucaklaştılar. Fısıldaştılar.

Tek başına duran orta boylu adam da onlara yaklaşıp selam verdi, kendini tanıttı:

“-Ben Mustafa Kemal, Osmanlı zabiti, Kol ağası Mustafa Kemal!”

Birlikte çadıra yöneldiler.

O lacivertli çöl gecesinde o kahramanlar, sabaha kadar  heyecanla konuştular, geçmişi konuştular, geleceği konuştular, vatanı konuştular, savunmayı konuştular, zaferi konuştular, ebediyeti ve ezeli, şehadeti konuştular…

Evet…  Yıl 1911’di, yer, Libya çöllerinde gizli bir yer, gelenlerse  yiğit Müslüman kabilelerin temsilcileriydi…

Ve… Çadırdan uzakta derin düşüncelere dalan  gencecik ve idealist vatansever  zabit de Mustafa Kemal idi, Yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk!

Sonra mı ne oldu?  Neler olmadı ki! Başta Atatürk olmak üzere bir avuç Osmanlı zabiti ile  direnişe başlayan ve Avrupalılarca  cahil,  zavallı kabul edilen Müslüman yerli halk  İtalyan askerlerine kan kusturdu, İtalya’yı kıyıya hapsetti…

“İtalyanlar güle oynaya ayak bastıkları  Trablus’un içlerine doğru  ilerledikçe bir avuç  Osmanlı subayının örgütlediği  direnişçilerle karşılaşıyor ağır kayıplar veriyordu artık.”(3)

Afrika Müslümanları da  destek sağladılar. “Mısır zenginleri  teşkilatlanarak  bir defasında 150.000 altın (4) gönderdiler. Hindistan’dan ve Afganistan’dan yardımlar geldi.

Bu öyle büyük bir zaferdi ki İtalyanlar ve elbette diğer Avrupa devletleri şaşkına uğradılar! Bab-ı Ali gazeteleri  de dahil olmak üzere bütün dünya basını  bu efsane direnişi hayretle takip etti. Osmanlı yeniden diriliyor diye başlık attılar, cepheye gelip röportajlar yaptılar. Küçük bir misal verelim: Bir Fransız Gazetecisi yaptığı röportajını şu satırlarla bitiriyordu:

“Ben Trablus’ta, kuvvet karşısında  boyun eğmek istemeyen  bir milletin yenilmeyeceğini  anlamış bulunuyorum.”(5)

Kolağası Mustafa Kemal işte bu şanlı direnişte Atatürk olacağını ispat etti!

Ama…  Payitahttaki beceriksiz hükümetlerin gafil politikaları, değil ötelerdeki ufukları, yarını bile okuyamamaları İtalya’yı pek cesaretlendirmişti. İtalyan donanması yine elini kolunu sallaya sallaya 12 adayı işgal etti! Osmanlı’dan ciddi bir ses çıkmadı.

Bu durum İtalya’yı o kadar cesaretlendirdi ki Çanakkale boğazına yöneldiler.  Boğazdan geçip İstanbul’a gitmeye ve böylece meydana gelecek psikolojik baskı ile Osmanlı Hükümetini anlaşmaya zorlamaya karar verdiler.  Karşılarına çıkacak olan Osmanlı donanmasını keklik avlar gibi avlayıp yok etmeye muktedir olduklarını düşünüyorlardı! Ama İtalyanlar Çanakkale boğazına geldiklerinde tabyalardan açılan  ateş karşısında  arkalarına bakmadan kaçtılar.

Hemen ardından Balkan Savaşı patladı!

Ve… İtalya ile Uşi Anlaşmasını imzalayan Osmanlı’nın beceriksiz hükümeti Libya’yı İtalya’ya bıraktı, 12 Ada’yı da onlara emanet etti! Böylece, Atatürk başta olmak üzere bir avuç kahraman Osmanlı subayının başlattığı Libya direnişi ve muhteşem zaferler  beceriksiz hükümet tarafından masa başında kaybedildi!.

Ama… Osmanlı geleneğini içine sindirmiş olan Libya halkı pes etmedi. Mücadeleye devam etti. 1911 yılından 1951’e kadar süren bu direnişte İtalyanlar  pek çok katliam yapıtı. Libya halkı içinden çıkardıkları liderlerle mücadeleyi yiğitçe sürdürdü. Bu liderler arasından iki isim öne çıktı. Biri  El Sunusi, diğeri Ömer Muhtar!

Ömer Muhtar bir efsane kahraman olarak yaşadı.   Ölüm onun için sadece bir geçiş kapısı idi…

Ömer Muhtar….

İtalyanlara yirmi yıl kan kusturdu, hayatını ve canını vatanına ve özgürlüğüne feda etti.

Ünlü Çağrı filminin şehit yönetmeni Mustafa Akad onun hayatını filme aldı. Filmin sonunda idam edilen  Ömer Muhtar’ın elinden gözlüğü yere düşüp kırılınca, idamı seyreden halkın arasından küçük bir çocuk  idam sehpasına çıkar o kargaşa arasında. Uzanır ve gözlüğü alır,  tek camı kırık gözlüğü takar. Böylece  yeni Ömer Muhtar’ların müjdesini verir!

Ve… Ömer muhtar ölürken der ki:

“- Sana şükürler olsun Rabbim, ölümüm düşmanlarımın elinden oldu. Ben.. Ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım!”

Ne kadar doğru bir söz: Bu satırlar okunduğunuza göre çöl aslanı Ömer Muhtar yaşıyor!

Neyse…

Biz, Libya’nın bu gününe bakalım:  Kaddafi! Şimdilerde Batı Emperyalistlerinin  oyuncağı olan, haddini bilmez, şizofren diktatör  Kaddafi! Ama…  Sırf Kaddafi sebebiyle mi batı emperyalistleri eski Osmanlı topraklarına bomba yağdırılıyor?

Libya’da şehirler el değiştirip duruyor ve akan kan ABD’linin, Avrupalının  kanı değil, kardeş kardeşi vuruyor.

Daha geçen sene Kaddafi’yi Paris’te bin bir temenna ile ağırlayan Fransa  ne oldu da şimdi Libya’yı bombalıyor?   Niye NATO uçakları Libya’yı yerle bir ediyor? Niye ABD CİA’i  muhalifleri toparlamak için seferber ediyor?

Bu sorunun cevabından evvel  Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine neler olduğuna bakalım: Önce Sudan ikiye bölündü, sonra daha da parçalanma ihtimali büyük!

Mısır, Lübnan, Cezayir, Fas, Tunus, Ürdün, Suriye, Yemen, Bahreyn… Çok manidar gelişmelerle bu ülkelerin  kimi hükumet başkanları  iktidardan gitmek zorunda kaldı.

Niye şimdi? Ne oldu da bu insanlar çok ilgi çekici bir şekilde birden sokaklara döküldü!

Hatırlayalım, Turuncu devrimleri, bu devrimlerin ardındaki  destekleri! (Mesela Soros!)

Aynı  oyun burada da adım adım gerçekleştirilmeye çalışıldı: Emperyalist Batı ve ABD ile yandaşı İsrail  bu coğrafyalardaki bütün  ideallerini gerçekleştirecek  planlarını, Müslüman dünya için kurguladığı  bölme projesini  uygulamaya çalışıyor:

Dini ideallerini gerçekleştirmek istiyor: Haçlı seferleri ile kutsal toprak kabul ettiği yerleri elde etmek için saldırmak ve buralara yerleşmek için sebep yaratıyor!

Kıtasına sıkışıp kalmış yaşlı Avrupa yeni topraklarda yeni vatanlar arıyor. Zira dünya ısınıyor, ılıman kuşak  dünyanın güneyine doğru kaymaya başladığından başta Sudan olmak üzere  Müslüman Kuzey Afrika ülkeleri iştah kabartıyor.

Müslüman ülkeleri  çok zengin  enerji ve su kaynaklarına sahip.  Teknoloji zengini emperyalist Batı ve ABD-İsrail ikilisinin çılgınca kabaran iştahı iflah olmaz bir halde. Bütün operasyonlar  demokrasi ve insan hakları, özgürlük gibi süslü kılıflara sarılarak  yapılıyor ve kışkırtmalarla halkı galeyana getirip kendilerine uygun hükümetler iş başına getirilmek isteniyor.

Direnen devletler de her türlü metotla dize getirilmek isteniyor: İran, Suriye, Sudan tipik misal.

Afganistan’da, Pakistan’da , Büyük Selçuklu illerinde oluk oluk kan akıyor, bu kan Coni’nin, David’in, Hans’ın veya Guiseppe’nin, Alekso’nun  kanı değil… Bu kan çaresiz Müslümanların  kanı!

Aslında hiç birinin umurunda değil demokrasi, insan hakları ve hürriyet! Misal mi? Irak’ta 2 milyon insanı katlettiler, 700 bin kadın tecavüze uğradı!… Bu emperyalist devletlerden hangisi  sesini çıkardı???

Şimdi: Gelelim Türkiye’ye: Şu anda Libya’yı elden çıkaran Osmanlı hükümeti gibiyiz, Cezayir’ yalnız bırakan Menderes hükümeti gibi…

Yarın tarih bizi yargılayacak.

Efendim, biz tek kurşun atmayacakmışız! Bundan sonra Libya’yı bombalama emirleri İzmir’den  verilmeyecek mi?

Hani one munite! Tam zamanı değil mi?

Neyse… Gelelim en can alıcı konuya: Bu ülkeler domino etkisi ile depremler geçirip hükümetler düşerken niye Türkiye’de bir hareket yok  diye sormaya gerek var mı?

Türkiye Konfederasyona hazırlatılıyor. Yani yavaş ve adım adım bölünüyor!

Nereden mi çıkarıyoruz:  Anlatmaya gerek var mı? Şu son Irak  ve Erbil ziyareti yeterli değil mi?   Zenginlerimizin hazırladığı anayasa taslağı işin tuzu biberi…

Ya sivil itaatsizlik? Sizce sesiz sedasız gibi görünen bu eylemler neyin nesi?

Bu sebeple 12 Haziran son derede önemli: Sadece Türkiye için değil, Orta Doğu ve Orta Asya için de …

Zira Türkiye milli kimlikten ve milli devletten yoksun kalırsa  bu coğrafyalara sahip çıkacak başka bir güç olmayacaktır!

KAYNAKLAR

1-  Ord. Prof. Enver Ziya Karal: Büyük Osmanlı Tarihi, V Cilt, s.265

2-  Ord. Prof. Enver Ziya Karal: a g e,  s. 268

3-  Cengiz Özakıncı: Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlıcık, s166

4-  Ord. Prof. Enver Ziya Karal: age  V Cilt, s.282

5-  Ord. Prof. Enver Ziya Karal: age  V Cilt, s.282
 
 

Yazar

Suzan Çataloluk

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar