Türkiye’nin Gaflet Uykusu, Açılım Kıskacı

Genç adam karşısındakinin gözlerine baktı. Kendinden son derece emin bu bakışlarda biraz hüzün, biraz dik başlılık, pek çok tedirginlik ve kurnazlık vardı. Ama bu ihtiyar gözlerde artık meydan okuma yoktu. İhtiyar adam da genç adamın gözlerindeki  mânâyı okumaya gayret etti. Bu yakışıklı, solgun benizli, bezgin görünen genç adamın gözleri de “ elimizden kurtuldun, başımızı belâdan […]


Paylaşın:

Genç adam karşısındakinin gözlerine baktı. Kendinden son derece emin bu bakışlarda biraz hüzün, biraz dik başlılık, pek çok tedirginlik ve kurnazlık vardı. Ama bu ihtiyar gözlerde artık meydan okuma yoktu.

İhtiyar adam da genç adamın gözlerindeki  mânâyı okumaya gayret etti. Bu yakışıklı, solgun benizli, bezgin görünen genç adamın gözleri de “ elimizden kurtuldun, başımızı belâdan belâya sokan ihtiyar… Şu yorgun yüreğim seni asla affetmeyecek. Ne yapayım ki seni huzuruma kabul etmek zorundayım!” der gibiydi.

Genç adamın zarif ve soğuk tavırları karşısında yaşlı adam çok kaba, çok sıradan kalıyordu.

İki karşı gücü temsilen yüz yüze idiler.

Yaşlı olan hırsın, iktidarın, zaferlere, yenmeye olan tutkulu aşkın esiri idi. Her şeye ve her yere hâkim bir iktidarın sahibi olmak üzere yola koyulmuş, ancak kendince çok aza razı gelmek zorunda kalmıştı.

Genç adam yüz yılların yorgunu idi. Ne maceralardan bu ana gelinmişti. Ne büyük zaferlerle taçlanmıştı geçmişi ve bu geçmişte dünya tarihine atılan ne muhteşem imzalar vardı…

Lâkin gencecik olmasına rağmen bedenen çok yorgundu.

İhtiyar yavaş adımlarla geldi,  genç adamın önünde düz çöktü. Her emrini ve teklifini kabul ettiğini söyleyip ona tabi olduğunu süslü sözlerle dile getirmeye çalıştı.

Geniş salonda güya gün görmüş, yaşlı, orta yaşa gelmiş  insanlar  büyük bir dikkatle iki adama bakıyordu. O iki insan dede torun gibiydiler.

Göz göze geldiklerinde ne yaşın önemi kaldı, ne hırsın, ne yorgunluğun, ne iktidar tutkusunun. Ortada sesiz ve kararlı, karanlık bir ruh gibi dolaşan şey ihanetin affedilmez ağırlığı idi.

Şimdi bu çok büyük ihanete rağmen yapılacak pek bir şey yoktu kabulden başka.

Devletlerin depremler geçirmesi, kanlı hesaplaşmalar,   binlerce insanın hayatı, bir sürü felaketin art arda yaşanması, ağır iktisadi faturalar bu ihtiyar adamın hırsını söndürememiş, iktidar tutkusunu dindirememişti.

Genç adam da kendine miras olan, adeta kucağına doğduğu felaketler yumağından dolayı bu çileli yolda yürümek zorunda olduğunu biliyordu.

Zorunlu bir törendi bu, neticesi mecburiyetten doğan, asla istenilmeyen bir aftı.

İhtiyar adam ayağa kalktığında salondakiler belli belirsiz gülümsediler sanki.   Bu büyük hengâme bitmiş, ortalık bir müddet de olsa durulmuştu ya da öyle görünüyordu.

Genç adam düşündü, babası bu ihtiyar ile uğraşırken  ölmüştü.  Bu adam  huzurlu geçirebileceği en güzel yıllarını kâbusa çevirmişti.

Bu hadiseden üç yıl sonra ihtiyar adam  bunak ve aklı gitmiş olarak öldü.  Belki de   hırsının sonunda ölen binlerce insanın ahı tutmuştu, kim bilebilir ki Yüce Allah’tan başka…

Genç adam da sırtındaki o ağır yükü  fazla taşıyamadı. Babası gibi ciğerleri iflas etti ve daha çok gençken, 38 yaşında veremden terk-i dünya eyledi, Allah rahmet etsin…

Evet…

Bu genç adam kim miydi? Ya o yaşlı adam? Ne olmuştu da genç adamdan af diliyordu?

Zamanda yolculuğa hazırsanız tam 168 yıl öncesine gidelim, yani 1845 yılının İstanbul’una.

Saray elbette Osmanlı Sarayı,  o gencecik adam Osmanlı Sultanı  Abdülmecid…

Sultan Abdülmecid’i anlatmaya gerek yok… 38 yıl yaşamış ama Osmanlı’nın en buhranlı dönemlerinden biri de bu  zarif ve çok  şey yapmak isteyen, bu sebeple de çok yorgun düşen  genç Padişahın.

Ama önce bir özet yapalım döneme dair: Osmanlının başı isyanlarla belâda. Her zamanki gibi  Osmanlı’dan bir parça koparmak için ellerinden geleni yapıp her işimize  karışan Rusya’dan tutun  Avrupalısına kadar bütün kefere  dünyası peş peşe çıkan isyanlarda  büyük rol oynuyor.

Gelelim özür dileyen yaşlı adama. Elbette hemen tanıdınız: Kavalalı Mehmet Ali Paşa… Hepimiz biliriz  Osmanlı’yı neredeyse yıkma noktasına getiren Kavalalı’yı…

 

Okuması yazması olmayan,  bir adem Kavalalı. Ama cesur, çok akıllı ve tutku derecesinde hırslı.

Kader onu Mısır’a Napolyon’un işgaline karşı  savaşan milis kuvvetlerinin başı yapar ve çok başarılıdır. 1805 yılında Mısır Valisi olur.

Nasıl mı vali olur? İşte bu nokta çok ibret verici: Neredeyse şeytana papucunu ters giydirerek! Küçük bir misal verelim Kölemenleri toptan yok edişine dair: Vahabi isyanlarını bastırmak için sefere çıkma bahanedir. Tarihi kaynaklar bu hadiseyi şöyle yazar:

“Fakat kendisi Mısır’dan ayrıldığı takdirde Kölemenlerin kendisini arkadan vurup Mısır’a hakim olma ihtimalleri vardı. Bu ihtimal tamamen ortadan kaldırmak için «Cihâd ı Mukaddes» ilan ettiği       Vahhâbi seferine Kölemenleri de davet etti. Kölemenler gelince askerlerini kalede, kendilerini de bir ziyafet esnasında sarayda tamamen imha etti.(1)”Ardından Vahhâbi isyanını bastırır Kavalalı.

Ama…. Osmanlı’da dert bitmez ki! Rusya’nın kışkırtması ile Yunan isyanı başlar bu defa ve bu isyanda bölgedeki Türk Müslüman ahali katliama tabi tutulur.

Ve… Osmanlı kendi valisinden, yani Kavalalı’dan yardım ister.

Eh, artık Paşaya gün doğmuştur.  Mora valiliğini de ister. Karşılığında  oğlu İbrahim Paşa’nın komutasındaki ordunun Mora’ya gönderir. Böylece isyan kırılmaya yüz tutar.

Ancak….

Evet, derin bir nefes alıp hüzünle devam edelim satırlarımıza:  İngiltere, Fransa ve Rusya   Navarin Deniz Muharebesi’nde Osmanlı-Mısır donanmasını yakar!

Neticeyi biliyorsunuz: Osmanlı Devleti 1829 yılında Edirne Antlaşmasını imzalar ve Yunanistan bağımsız olur. Kavalalı’ya da Girit Valiliği düşmüştür!

Kavalı için bu teklif bir züldür, Osmanlı’ya isyan eder…

“Ne cesaret!” demeyin. Zira tayinle paşa yapılan kurnaz çarıklı erkan-ı harp  o ana kadar feleğin çemberinden pek çok defa geçmiş, dünyayı tanımış, batıdaki teknolojik, siyasal ve kültürel gelişmeyi çok yakından takip ederek Osmanlı’nın yapamadığını yapmıştır. Üstelik Osmanlı’nın zaaflarını, artık çaresiz olduğunu kesin bir şekilde fark etmiştir.

Kendince zaman Kavalalı zamanı olmalıdır! O dönemin politik guruplarını birbirine düşürerek bir hayli mesafe kat etmiştir. Artık çok iyi bir ordusu, o döneme göre çok iyi bir donanması,  son teknolojilerle kalkındırdığı bir coğrafyası, zenginleşen, kendini saygıyla benimseyen bir ahalisi vardır. Arap dünyası onu muhteşem bir sultan olarak kabullenmiştir. Özellikle Fransa ile özel bağları ve anlaşmaları vardır. Özün özü sadece bağımsızlığını ilan etmemiş bir devlettir!

Fransız keferesi bunu değerlendirmek ister, isyanı destekler elbette.

Filistin, Akka, Hatay’da Belen geçidi, Konya… Bu savaşlarda Osmanlı  Kavalalı karşısında çaresiz kalır.

Ordusu Kütahya önüne gelen (1833) Mehmet Ali Paşa’nın hedefleri çok yükselmiştir: Kendine ait “ yeni bir Osmanlı” neden olmasın?

Ne hazindir ki  II. Mahmut bu defa ona karşı bu ezeli düşmanın kapısını çalar, isyankâr Paşasına karşı yardım ister. Hünkâr İskelesi anlaşması karşılığında destek alır…

Rus-Osmanlı yakınlaşmasını tehlikeli bulan Avrupa kefereleri işin içine girerler ve zoraki bir anlaşma ile Mehmet Ali Paşa durdurulur. (Kütahya antlaşması 1833).

Ama kavga bitmez, Kavalalı’nın oğlu  İbrahim Paşa Osmanlı ordusunu Nizip’te perişan eder!

Nasıl etmesin ki! Osmanlı Ordusundaki komutanlar arasında tartışılan konuların satır başlarına bakalım:

«Cuma. günü harp etmek şer’an caiz değildir. »

«Haydut gibi baskın yapmak, hileye başvurmak Osmanlı şanına yakışmaz.»

«Sabahleyin de İbrahim Paşanın çemberi içinde kalacağız çekilelim» teklifine karşı görüş: «çekilmek şerefsizliktir.» (2)

Ve…

II. Mahmut veremden ve kederinden 57 yaşında can verir. Tahta gencecik Abdülmecit geçer. (1839)

Ama keferenin endişesi çok artmıştır. İki sebebi vardır. Birincisi Osmanlı- Rus yakınlaşması, ikincisi, daha da önemlisi her an batırabilecekleri bir Osmanlı yerine ufukta teknoloji ve ilmi takipte iyice üstün olan, kalkınmış, ordusu çok modern bir Mısır vardır!

Netice mi… Netice: İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya arasında Londra antlaşması. Bu anlaşmayı  kabul eden Osmanlı’ bir ferman ile  “Ed-Devletü’t-Türkiyye” diye anılan Mısır’ın babadan oğula geçmek üzere Kavalalıya bırakır. İlavesi de Güney Suriye, Akkâ’nın hayatı boyu valiliği.

Bu teklifi kabul etmez  Paşa. Osmanlı  Kavalalı’yı azille asi ilan eder.

Kefere devletler-mecburen- Osmanlı’yı destekler. Kavalalı’ya rüyasını gördüğü büyük imparatorluk yerine valilikleri kabul düşer!

Lâkin Osmanlı’nın hali pür melali de açıkça ortaya çıkmıştır… Tehlike zamanında fark edilmemiş, başı bozuk bir maceraperestten  ağır bir isyan ve faturası çıkmıştır!

Osmanlı’ya karşı yapılan bütün isyanlarda  hep bu kefere parmağı ve parası vardır. Arap isyanlarında özellikle İngiliz altınları ve istihbarat örgütleri baş rol oynamadılar mı?  Hepsi Türkiye’yi arkadan hançerleyip kan üstüne iktidar kurdular, şu andaki durumları da, geçmişleri de ortada.

Adımlar çok planlı sinsice atıldı hep.

Kuruluşu Sevgili Atatürk’e nasip olan Türkiye’nin milli ve üniter yapısı hep engeldi kefere için.  Bu engeli yok etmek için durmadan oyunlar oynandı. Orta Doğu’da tek sağlam hedef vardı, o da Türkiye idi.

Hep çatışma içinde bırakıldı Sevgili Türkiye. Ama bu çatışmanın en belalısı Osmanlı’dan bu tarafa kaşıyıp oluk oluk kan akıttıkları Kürt kartı idi.

Biz hep unuttuk, ama kefere unutmadı,

Gelelim günümüzün Mısır’ına ve Orta Doğusuna… Keferenin politikasında milim değişiklik yok. Müslüman coğrafyalarının yağması devam etmeli, kardeş kardeşinin kanında boğulmalı, günümüzün Kavalalıları daha da çoğaltılmalı…

İhvan-ı Müslimin’i kendilerince ehlileştirdiklerini sandılar. Arap baharı palavrasından sonra ve bizdeki ılımlı İslam(!) düzenine benzer bir oyun oynamaya kalktılar. Ama Mursi kurnaz değildi, sırlarını faş edince ürktüler. Hemen tepelenmesi gerekiyordu, tüccar generallerin hışmına uğratıldı, Mısır  belirsizliğe doğru savruluyor…

Ürdün çantada keklikti. Filistin için El Fetih- Hamas kavgası daimi  çok iyi bir vezirdi bu kanlı satranç oyununda.

Suudi zaten avuçlarında tuttukları bir münafıktı, İslam coğrafyasında bir Truva atı idi.

Diğer devletleri saymaya gerek yok, sindirildiler, susturuldular, Irak kan gölü…

Katar mı? Şeyha Moza ile genç oğlu şimdilerde Türkiye’ye sırtını dönmek için fırsat kolluyor!

Suriye’yi Türkiye ile vurmaya kalktılar. Türkiye’yi maşa olarak kullanıp başına bu sıkıntıyı doladılar.

Pekiyi Türkiye ne yaptı?

Son on yılda büyük hülyalara dalan Devletlûlar neler mi yaptılar? Her şey ortada:

İçerde en stratejik kamu malları ve birikimleri satıldı, büyük çoğunluk yabancılarda! Telekom, limanlar, vatan toprakları v.s…

Ordunun beli kırıldı, savaşamaz noktaya geldi, gelecek!

Tarım bitme noktasına geldi, çiftçi kan ağlıyor.

Eğitim ve araştırma, bilimsel gelişme derseniz… Kaç buluş var ortada? Bilim adamları sindirildi, sesini çıkarana aba altında sopalar milyon tane. Üniversite mezunu işsiz genç sayısı ortada.

Cari açık dehşet verici, dış borç  için söyleyecek söz bulamıyoruz.

Sıcak para ile dönen bir ekonomi.

Örtülü ödenekten acaba ne kadar nereye gitti acep? Mesela Libya’ya ne kadar gitti ve kime? Aynı soruyu Suriye içinde sorarsak…

Ya dış politika? Bu on yılda Türkiye tam bir savrulma yaşadı. Yeni Osmanlıcılık adına – ki bir kefere projesi olduğu ortada-  devletlûlar vahim hatalar yaptılar, Ermenistan bu sayede Türkiye karşısında büyük kazançlar elde etti. Akdamar kilisesi bir hediye edilmiş simgeydi, bir tapu hediyesiydi Ermenistan’a verilen.

Kıbrıs’ı elimizle verme noktasına geldik. Rumlar bu fırsattan faydalanıp AB’ne girdiler. Biz AB kapısının sadık bekçisi olduk.

İflas noktasında olan Yunanistan dahi  adalarımızı işgal etti –Kardak, Eşek adası v.s.- kilise yaptı, askeri üs kurdu, bir ileri zekalı siyasi “ birkaç kayacık” dedi, unuttuk!!!

Dedeleri Arap çöllerinde Mehmetçik kanı döken  papaz sakallı Suudi kralı ve 400 bin kişilik Katar’ın Şeyhi ve Şeyha Moza ile dostluğumuzu ilerlettik.

Barzani’ye devlet kurdurduk, Erbil’i ihya ettik ve övündük.

Oysa keferenin planı adım adım yürüyordu, gecenin en karanlık yerinde kıvrıla kıvrıla, sinsice gelen dehşetengiz bir yılan ordusu gibi.

Türkiye’nin teröre karşı verdiği amansız savaşta çok başarılı olmuşken, PKK marjinalleşmek üzere iken…

Bir proje çıktı karşımıza sinsi planın gereği olarak. Önce fısıltılarla, sonra nabız tutmalarla, sonra “hepimiz kardeşiz, Osmanlı’yız” yalellisi ile.

Sonra” başkanlığı tartışsak ne olur” dendi çok masum yüz ifadeleri takınılarak. Ardından “analar ağlamasın” dendi. Demokrasi dendi, kardeşlik dendi. Kimi solcu, komünist liboşlar, vatan hainleri, devşirmeler Müslüman kalemlerle kanka olmuşlar baş devletlunun Orta Doğu  liderliğini anlata anlata bitiremiyorlardı, hele Tahrir meydanındaki konuşması bir şaheserdi!

Kutsal bildiğimiz her şey basitleştirildi, gayritabii bildiğimiz her şey “normalleştirildi.”

AB’ye girmek için  güya kanun değişikliği yapılıp Mahalli idarelerden özerkliğe giden kapı aralandı.

Ve… Demokrasi palavralarıyla etnik kimlikler icat edilip Türk kimliği aşağılanmaya başlandı.

Bu arada “Kürt” kimliği ve dili moda edildi.

Terörist başı adam yerine konup adı dillendirildi, fikirleri malum medya tarafından sevgili milletimize  durmadan tekrar edildi, bir filozof gibi devlet katında muhatap kabul edilip pazarlığa oturtuldu.

Bütün bunlar gerçekten terörün bitmesi için miydi?

Hiç sanmıyoruz!

Zira kaç PKK, kaç Barzani ve kaç ayrılıkçı kanlı örgüt var ve olacak? Sürüsüne bereket!

Aslında Türkiye  Türk-Kürt Konfederasyonuna  hazırlanıyordu. Sünni bir konfederal yapı birkaç noktada çok önemli idi kefere için:

Birincisi Orta Asya ve Hazar Havzası enerji kaynaklarına ulaşmak için önünde set olan Suriye –İran şii  duvarını yıkmak;

İkincisi Bu duvara karşı şii İran’ın komşusu olan  sünni,   ılımlı  islam(!) haline dönüştürdüğü, sırtına Erbil’i yükleyip  böylece konfederal bir devletçikler yapısına çevirdiği Türkiye’yi  bir zaman için maşa gibi kullanmak;

Üçüncüsü diğer süper güçlerin hamlelerine göre vaziyet alıp Bağımsız Kürdistan tercihini değerlendirmek.

Bu sebeple milli ve üniter yapı taraftarı olan TSK’nın beli kırıldı, itibarsızlaştırıldı.

Doğu ve Güneydoğu’dan  askerin adım adım çekilmesi bu yüzdendi.

Suriye’ye bulaştırılmamız bu sebepleydi.

Ama konfederasyona balıklama atlayıp “Yeni Osmanlıcılık” hayalleri kuran devletluların hesaplayamadıkları bir kör nokta vardı:  Suriye denemesi Türkiye için vahim sonuçlar verdi:

Esad gönderilemedi,  gidecek gibi görünmüyor;

Suriye, şimdiye kadar kimlik vermediği Kürtlere kuzeyini bıraktı, PKK oraya yerleşti ve cephe savaşı tecrübesi kazanıyor;

Barzani hedefe adım adım gidiyor, yeni Kürt konferansına Türkiye’den malum hainler de arz-ı endam eyledi.  Bağımsız Kürdistan’a doğru hızla mesafe alınıyor;

Erbil’in çekindiği artık Türkiye değil, bölük pörçük olan Arap dünyası!

Kanlı ve bölücü örgütün tehditleri Türkiye’nin neredeyse her yerini kapsıyor. Terörist başları Devleti tehdit ediyor!!!

Ve… İran ABD keferesine göz kırpıyor!

Şii ittifakının elinin kuvvetlendiği ortada. Dolaylı olarak kanlı örgüt de İran’a  hizmet vermiş görünüyor!

Anlaşılan o ki iyice yalnızlaştırılan Türkiye  artık kefere tarafından gözden çıkarılmıştır, ama bütün dengeleri bozulduktan sonra!

Artık gaflet uykusundan kurtulmanın ve derlenip toparlanmanın zamanı gelmedi mi?

Sorumuzu tekrar soralım mı? Sahi nerede Piri Reis ve Şeyha Moza’dan ne haber???

 

KAYNAKLAR

1-Tahsin ÜNAL : Türk Siyasi Tarihi, 1700-1953 5. Baskı Ankara s. 203

2-Tahsin ÜNAL:  a. g e Sah. (211-212)

 

Yazar

Suzan Çataloluk

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar