Yükleniyor...
Güzel bir Haziran günü idi…
Ilık esen yel, güzel bahçedeki rengârenk güllerin kokusunu etrafa yayıyor, ağaçlarda terennüm eden kuşların sesleri insan konuşmalarına karışıyordu.
Yavaş yavaş yürüyor, süslü taşlarla süslenmiş yolda yürürken son verdiği dersi düşünüyordu. Talebeleri kendini yine dikkatle dinlemiş, derin bilgisini hayranlıklarını coşkuyla dile getirmişlerdi. Hele bir öğrencisi vardı ki değil bir cümle, bir söz, bir harfi dahi kaçırmamaya çalışıyordu. Yedi aydır hep yanında, yöresindeydi.
Hayatını düşündü: Yüce Allah ona çok hoş bir kader hediye etmişti. Büyük bir alim kabul edilen babası onu en ünlü mekteplere göndermiş, en iyi hocalardan ders almıştı. En ünlü yerlerde ders vermiş, döneminin siyasileri dahi kendine hayran olmuş, sohbetlerinde bulunmayı istemişlerdi.
Çalışma odasına geldiğinde gördü ki en dikkatli talebesi kapısının önünde bekliyordu. Gülümsedi ona, zevkle davet etti. Beraber içeri girdiler. Ardından da raflardaki kitaplarının arasından o günkü dersle ilgili olana uzandı.
Lâkin içeri giren talebe hemen kapıyı kapattı. Çok şaşırdı hoca bu davranışa. Merakla gencin yüzüne baktı. İçi ürperdi. O gözlerde tuhaf bir nefret vardı, garip bir kararlılıkla bakıyorlardı. Başka bir şey daha dikkatini çekti: Talebesi elini cübbesinin içine sokmuş, adım adım kendine yanaşıyordu.
Şaşkınlıkla ağzını açtı. Tam ne istediğini soracaktı ki genç, elini cübbeden hızla çıkardı. Ortaya ucu sivri, kısa bir hançer çıktı.
Talebe saldırmak için hiç beklemedi. Ama hoca dehşet içinde yana sıçradı, gencin ilk hamlesini savuşturdu. Dehşet içinde sordu:
“- Ne istersin benden be adam?”
Hain genç yüzsüz bir sırıtışla ve zevkle konuştu:
“-Zat-ı alinizin karnını göğsünden göbeğine yarmak istiyorum. Çünkü kürsünüzden bizlere küfür yağdırmaktasınız!”(1)
Hoca can havliyle kapıya koştu, ama hain onu kısa bir boğuşmadan sonra altına alıverdi, göğsüne çöktü, hançeri boğazına dayadı.
Dehşet içindeki adam aklına gelen ilk düşünce ile birkaç saniye dondu kaldı. Bu katillerin hançerleri hep zehirli olurdu. İliklerine kadar titreyerek yalım yalım yalvardı:
“-Dur, canımı bağışla. Ne istersen yaparım. ”
Hain kendince eğlenerek altında debelenen adamı beş on saniye seyretti.
“-Yüce Allah adına yemin ederim, dedi hoca can korkusuyla, bundan sonra sizin aleyhinizde ağzımdan tek söz çıkmayacak. Hem… Eğer canımı bağışlarsan, şuracıkta kese var. İçindeki 360 altın dinar da senindir.”
Yüzünden memnuniyet ifadesi geçti katilin. Ama pazarlığı uzatmak niyetinde idi:
“-Yetmez Efendim, dedi. Bu sözün teminatı olarak her yıl aynı keseyi isterim sizden.”
Canını kurtarmak için her yıl 360 dinarı vermeyi vaat etti adam. O günden sonra verdiği bütün derslerde ve yaptığı konuşmalarda çok dikkatli oldu!
Evet…..
Zaman 13. yüz yılda geçen bir zamandı;
Yer, o dönemin en ünlü kültür merkezlerinden Selçuklu’nun Rey şehri…
Hoca mı kimdi? Dönemin en ünlü ilahiyat üstatlarından Fahreddin Razi!
Pekiyi ya hançerli hain öğrenci kılığındaki katil neyin nesiydi?
O, Hasan Sabah’ın fedailerinden eli kanlı bir haşhaşi idi!
Hasan Sabbah da başta Selçuklular olmak üzere bütün İslam Coğrafyalarında, hatta kimi Hıristiyan ülkelerinde adı dehşetle, şiddetle, ölümle aynı manaya gelen terörist başı!
Bu terörist başı çok iyi bir tahsil görmüştü. Pek çok alanda bilgi sahibi idi, şiir ve edebiyatla iç içe idi. Kendince şair ve feylesof idi, hendese dahil bir çok fenni ilimlerde bilgi sahibi idi.
Ama…
İslam ile asla uyuşmayan bir takım akidelerle dolu tezini yaymak için insanın kanını donduran terörü kullandı. Dünyanın en yüksek sıra dağlarından biri olan Elbruz dağlarının zirvelerinin birinde bulunan kaleyi ele geçirince orayı kendine mekan edindi bu tarihin en büyük şakisi.
Adına Alamut, yani Kartal Yuvası dediği bu ulaşılmaz kalede yüz yılı çok aşan süreyle insanlara kan kusturmak için elinden geleni ardına koymadı Hasan Sabbah ve avanesi!
Şimdiki İran, Irak, Suriye coğrafyasında pek çok ulaşılmaz kaleleri çeşitli yollarla ele geçirdiler. Hüküm sürdükleri zamanda nice ademi öldürdüler, nicelerini haraca bağlayıp ölüm korkusu ile yaşamaya mahkum ettiler. Misal verelim mi: Mısır’daki çok ses getiren, insanların soluğunu kesen en önemli suikast Fâtımî halifesi Âmir-Biahkâmillah’a karşı idi. 1192’de de Kudüs kralı Conrad de Montferrat’ı katledip Avrupa’yı şaşkına çevirdiler…(2)Kimi kaynaklara göre ünlü başvezir Nizam – ül Mülk de bu zehirli hançerlerden biriyle can verenlerdendi!
Hasan Sabbah ve hempaları iki alanda insanları çok iyi kullandılar : Alanlardan biri şüphesiz dindi. Ama nasıl bir din?
Uzun hikaye… Romanlara, filmlere konu oldu. Ama masum imamlardan dailere, fedailere kadar uzanan bu inanç sisteminde Kur’an’a ve sünnete ters düşen pek çok şey vardı!
İnsanların psikolojisini çok iyi anlayan Hasan Sabbah önceleri kendini Allah’a ulaşmış bir sevgili kul, büyük bir veli olarak takdim etmişti. İddiası Cennetin anahtarının avuçlarında olduğu (?) idi. Muhteşem cennetler vaat ediyordu müritlerine. Cinayetleri öylesine idealize ediyordu ki fedainin gözünde adi cinayet ebedi saadete giden tek kapı, yakalanıldığı taktirde toprak bedenin feda edilmesiyle sonsuz mutluluk için geçirilen bir basamak oluyordu!
Hasan Sabbah ve katil ekibinin büyük bir başarı ile kullandığı ikinci alan elbette o dönemin jeopolitiğinin neticesi olan diplomasi idi. Haşhaşilerin başı ve adamları bu dönemin özelliğini çok iyi değerlendirerek o zamanda yaşayan güçlü ve zayıf olan iktidar sahiplerini gayet güzel tespit ve takip etmişlerdi. Dönemin hırslı devlet adamlarından aciz ve ucuzlarına kadar hepsinin zaaflarından faydalanıyor, birileri adına cinayet işlerken hakikatte kendi durumlarını kuvvetlendiriyorlardı.
Bu zaaflar onlara güvenlik kapılarını açıyor, en kuvvetli sanılan sultanların yatak odalarına dahi hançerli mektuplar bırakabiliyorlardı!
Sonra mı ne oldu?
Bilirsiniz elbette: Cengiz Han’ın torunu Hulagü Han ordusu ile Alamut önlerine gelince kalenin savaşarak alınamayacağını hemen anladı.
Yaman bir hakandı Hülagü. Önce iyi bir istihbarat edindi. Sonra yanındaki ilim adamları nefti, yani petrolü gördüler. Bazı tarihi kaynaklara göre bu yalçın kayaların tepesindeki kalenin altı bir sürü koridorla oyuldu ve içine ham petrol dolduruldu. Dünya tarihinde ilk olan dehşetengiz patlamalarla kale berhava edildi!
Ardından yemeğe davet bahanesi ile Haşhaşilerin o günkü başı Rükneddin ve etrafındakiler tamamen yok edildi.
Ama son hamle geldi başı kesilen terör örgütünün Suriye kanadından. Moğolları perişan eden Memluk Sultanı Kıpçak Türkü şanlı Baybars Han’a elçiler gönderip ortak düşmana, yani Hülagü Han’a karşı birleşme talebinde bulundular.
Lâkin muhteşem zekası ile geleceği gören ve bu belanın ne denli büyük olduğunu kavrayan Baybars Han da son hamleyi yaptı, Suriye ve Irak’taki Alamut uzantısı kaleleri geri alarak sonunu getirdi bu katiller güruhunun. (3) Böylece dünya rahat bir nefes aldı…
Şimdi… Bütün bunları niye anlattık dersiniz?
Eh, artık tarihin bu kanlı sahifelerinden çıkıp günümüz acı ve kanlı hakikatlerine dönelim:
Sahi günümüzün Alamut’u neresi? Daha doğru bir ifade ile soralım, kaç Alamut kalesi var? Bütün uğraşmalarımıza rağmen, bombalayıp durduğumuz, ama yok edemediğimiz kaç dağ var ve başlarında Hasan Sabbah’lığa soyunan kaç kanlı ve bölücü katil?
Şimdi acı gerçeklere bakalım ve ilk tespitimizi tekrarlayalım:
Ellerine şehitlerimizin kanı bulaşmış bu bölücü şakiler, kanlı katiller yüksek tahsilli. 8 kınalı kuzumuzun hayatına mal olan kararı veren Suriye’li cani tıp mezunu.
Hepsinin ağzı laf yapıyor. İmralı’daki bölücü hain de filozofluğa, akil adamlığa soyunmuş vaziyette. Ne yazık ki akil adam kılığında bizim devletlûlara akıl da veriyor…
Yani… Sözün kısası bu hainlerin hepsi birer Hasan Sabbah’lığı oynayan şaki. Her gün vatan evlatları üçer beşer şehit düşüyor bunların kanlı pusularıyla.
Ve….
Kanlı terör örgütünü destekleyen, Stratejik (!) olan, olmayan bütün kefere – sözüm ona dost- devletler Türkiye’ye karşı bu bölücü katillerle hep bir pazarlık içinde oldular, olacaklar, desteklediler, destekleyecekler, bu açık bir gerçek… Tıpkı yüz yıllar evvelki Haşhaşi hikayesindeki aymaz ama hırslı devlet adamları gibi.
Bu bölücü örgüt de tehditler savurdu, adam öldürdü, yok edilmediği müddetçe de cinayetlerine devam edecek. Bu cinayetler sadece askerlerimize insanımıza yönelik değil. Hedefi için gerekli gördüğü her şeye, her insana saldırdı, saldıracak. Bu konuda çarpıcı bir misal verelim mi: PKK’ yı yıllarca destekleyen ve bunun karşısında Güney Doğu ve Doğumuzdaki madenlere göz diken Olaf Palme aynen haşhaşi cinayetlerinde olduğu gibi esrarengiz bir şekilde öldürülmedi mi? (4)
Bütün bunlar Türkiye’mizin acı gerçekleri, anladık! Ama şimdi başka iç karartıcı gerçeklere de bakıp ikinci tesbitimizi altını çizerek tekrarlayalım mı:
Kalleşlikte pek mahir olduğu tarihten bilinen İngiltere’nin başkanlığında Oslo’da kanlı terör örgütü ile Bütün laubali bir havada pazarlık edip yemek muhabbeti yapanların arkalarında duranların milli ve üniter bir Türkiye istemedikleri bir başka acı gerçek;
Artık ayan beyan ortada ki GOKAP paralelinde sıkışan Türkiye, Türk milletine rağmen, Türk Milletine sezdirilmeden bölünüyor! Bu da kaldırılması çok zor acı bir gerçek;
İşte bu sebeple bu günün Hasan Sabbah bozuntularının sırtı sıvazlanıyor, adam yerine konuluyor, röportajlar yapılıyor ve sevimli ve akil adam makyajları yapılıyor! Bu aymaz hal de şaşırtıcı ve dehşet verici bir gerçek!
Şimdi bu gerçeklerin arkasına bakalım ve sorularımızı soralım:
Kimi gazetecilerin dile getirdiği PKK ile –sözde- barıştan sonra bu militanların özerk bölge polisi olacakları Oslo’da vaat edildi mi?
Güney Doğu ve Doğu bölgemizde teröre karşı mücadele eden gazi ve görevlilerimizin bu sebeple yargılanma sözü Oslo’da PKK katillerine verilmiş midir?
Bundan cesaretle kimi kansız iş adamları artık Kandil’e gidip kanlı katillerle iş tutarak para kazanma cesaretinde midir?
Devlet görevlilerinden kimileri Kandilde grip geçiren kanlı katillerin başına telefon ederek geçmiş olsun dileklerini bildirip yapabileceği bir şeyin olup olmadığını sorabilmekte midir?
Oslo’da Irak’ın kuzeyindeki kukla devletinin -sözüm ona- tebaası ile Güney Doğu ve Doğu’da yaşayan vatandaşlarımıza çifte vatandaşlık hakkı sözü verilmiş midir?
Bu soruları biz sormuyoruz. günlerdir basın sorup duruyor ve cevap verilmediğine göre….
Bir neyse deyip bu soruların neticesine bakalım mı:
Bu tavizlerle terör örgütü bir bakıma meşru zemine çekilip genel aflarla – ki buna kanlı bölücü başının ev hapsi de dahildir – teröristler affedilerek yeni konfederasyonun güvenlik elemanı, çifte pasaportlu vatandaşları olacaklardır…
Bütün bu vahim hakikatlerin neticesi olan şu durumlar da asla dikkatinizden kaçmamıştır:
· Büyük Kürdistan hayali ile yaşayan Yahudi soylu Barzani ile pazarlıklar yapılıp sırtı sıvazlanıyor…
· Niye mi? Anayasa değişikliği ile Türkiye Anayasası konfederal bir devlete dönüştürülürse ” iş tamamdır !” Yani yeni Osmanlıcılık adına Barzani ile konfederasyon!
· Görüntüde Türkiye konfederal yapıya dönüşerek büyüyecektir.
Ancak… Ancak ne yazık ki GOKAP burada bitmemektedir, sonraki adımda Türkiye’nin bölünerek küçülecek, bağımsız Kürdistan kucağımıza doğdurulacaktır!
· Tamam da bütün bunlar neye karşılık? Bağımsız, milli, üniter Türkiye’nin yok edilmesine karşılık!
Elbette kefere Batı’nın hesabı bu. Bu hesap üstelik Osmanlı’dan bu tarafa asla vazgeçilmeyen bir hesap.
İşte bu yüzden Irak’ın merkezi hükümetini hesaba almadan Irak’ın kuzeyindeki kukla devleti mamur hale getiriyor, alt yapısını hazırlıyor bizim devletlûlar.
Ama bu yetmedi, yetemezdi.! bu denklemde eksik olan ve yapılması gereken önemli bir husus daha vardı: Suriye’nin bölünmesi, pardon, demokratikleşmesi (!) lazımdı!
Bunun için de Suriye’nin bölünmesi ve tampon bölge hin planıyla bir Kürt bölgesi ihdası gerekiyordu;
Bunun içinde Suriye’de iç savaş gerekiyordu, CIA’sıyla, MOSSAD’ı ile İngiliz İstihbaratıyla bütün kefere devletler plan üstüne plan yapıp bir muhalefet oluşturmak, iç savaş çıkarmak için bilinen hesapları ortaya koydular.
İşin en sıkıntılı tarafı Türkiye’nin bu emperyalist oyuna dahil olmasıydı! Niye mi? Kendimizi Orta Doğu’nun yeni efendisi sanıyorduk ta ki Suriye uçağımızı düşürene kadar!
Şimdi…. Evet, şimdi yine sorularımızı soralım mı :
· Sahi Suriye Libya gibi, Mısır gibi mi?
· Eski KGB başkanı Putin’in Rusya’sı Suriye’yi artık arka bahçesi kabul etmekte, Özellikle Doğu Akdeniz’deki iddialarını sürdürmekle kararlıdır. İşte bu sebeple Lazkiye’ye füze rampaları kurup her türlü teçhizatı sağlarken;
· Çin enerji kaynakları açısından ve Orta Doğu ve Afrika’da tutunabilmesi için Suriye’yi garanti bölgesi kabul etmektedir. Dolayısıyla Suriye’nin arkasında durup sessiz ve derinden ince bir diplomasi uygularken ;
· İran büyük bir inatla sakin olmaya çalışıp göbek bağıyla bağlı olduğu Suriye ve Hizbullah’ı sessizce ve her alanda desteklerken;
· Ve…. Obama seçime hazırlanıp parasız kalmışken, bu yüzden kaknem Hilary nine dahi sesini kısmaya başlamışken; AB laf ü güzaf ile uğraşıp ekonomik kriz ile boğuşurken;
A!… Bir de baktık ki Suriye uçağımızı düşürmüş!…
Acaba hadise bu kadar sıradan ve basit mi???
Suriye’yi basalım, Şam’a haddini bildirelim diye çığlık atmadan önce başka bir soru soralım mı?
Bu hadise Suriye’nin Türkiye’ye karşı bir meydan okuması mıdır? Amaçlanan kendi ahalisine göz dağı vermek midir? Gerçekten hadise bu kadar basit midir? Yoksa… Yoksa bu bir kılıf senaryo mudur? Acaba Suriye suçu mu üstleniyor?
Suriye uçağımızın çok alçaktan uçtuğu ve bu yüzden tanımlanamadığı, İsrail uçağı sanılarak düşürüldüğünü açıkladığına göre anlatılan senaryonun ardında ne var? Mesela Rusya bu hadiseye ne kadar müdahildir?
Suriye aynı Suriye, bizim başdevletlû neredeyse her konuşmasında Beşar Esad’a hakaret edip, verip veriştirirken, dış işlerinden mes’ul akademisyen devletlûmuz dünyayı dolaşıp bu devleti tepeletmek için elinden geleni yaparken, Annan yine sahnedeyken, plan üstüne plan yapıyorken, bütün bunların karşısında Suriye’nin gıkı çıkmazken, ne oldu da bu hesaba katmadığımız komşumuz ne cesaretle uçağımızı düşürüyor?
Ve…Neden, niçin, niye şimdi?
Acaba ağır bir komplo ile iki komşu devlet ani ve beklenmedik bir Orta Doğu savaşının sebebi mi edilmek isteniyor?
Hesap ortadadır: küçük bir kıvılcımla çıkarılacak bir Türkiye- Suriye savaşında her iki devlet de bölünmeye mahkumdur. Her iki devlet de kefere emperyalistlerden büyük paralar ödeyerek aldıkları silahlarla ve tüm enerjilerini birbirini boğazlamaya harcarken, her iki coğrafyada çıkacak Batı destekli isyan emperyalistlerinin çok istedikleri Kürdistan’ın kurulması için bulunmaz bir sebep olacak, Türk ve İslam coğrafyası “yeni bir İsrail” ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Uçağımızın düşürülmesiyle yalın bir hakikat daha karşımıza çıkmıştır: Türkiye için Batı kefereleri yine parmaklarını dahi oynatmayacaktır! NATO sadece kınıyor, İngiliz keferesi uçaklarını söylüyor, ABD Baş devletlûmuzu desteklediğini söylüyor! Yani batı kefereleri her zamanki oynaklığını yapıp Müslümanı Müslümana kırdırma yolunu seçiyor!
Bu tehlikeyi görmek istemeyen ve mangalda kül bırakmayan devletlûlarımız yine nutuklar atıyor. Ama netice Mavi Marmara hadisesindeki durumdur. Piri Reis’i de hatırlayalım!
Suriye’ye hesap sormak mı, geçelim bir yol….
Şimdi…. Gelelim işin bam teline, gerçeğin ta kendisine ve esas soruyu soralım:
Devletlûlarımız Batı keferesinin oluşturduğu Suriye muhalifleriyle İstanbul’da toplantı yapıp keferenin silahıyla iç savaş taktikleri verirken güya barış isteğinden çark eden kanlı bölücü örgüt saldırılarını iyice artırdı. Neden?
Neden mi? Cevaplar soru içindeki sorularda gizli: Kaç Alamut kalesi var ve kaç kanlı katil başı? Kimler destekliyor? Müzakere aymazlığı ile sırtı sıvazlanıp şımartılan ve semiren çete kimin elinde çok önemli banko kart haline geldi? Bu katiller güruhuna isyan fırsatı çıkarsa kimler destekleyecek?
Tarihimize bakalım, cevaplar hazır!
Türkiye –Suriye savaşını ellerini keyifle ovuşturarak bekleyen ve bu vahim durumun isyan için harika bir fırsat olduğunu bilen bu çeteler elbette terörün şiddetini artıracaklardır.
İşin acı yanı kanlı terör örgütüne elimizle yandaş bulduk! Dönemin Hasan Sabbahları Suriye’yi de arkalarına aldılar, tıp tahsilli kanlı katile kapılarını açtılar! Üstelik her türlü desteği bu canilere sağlayan CIA ve MOSSAD Hatay’da cirit atarken!…
Demek ki komşularımızla savaşmaya karar verirken onların da ne yapacağını, kimlerden destek alıp kimlere destek vereceğini iyi hesap etmemiz gerekiyor.
Demek kanlı bölücü örgütü hesaba katmadan, Suriye başta olmak üzere, diğer komşularla ilişkilerimizi efelenerek yürütmek ve yeni efendi rolüne girmek doğru bir politika değil!
Demek ki hamasi nutuklarla, gerçekçi olmayan hayallerle ne iç politika, ne dış politika yürüyor.
Demek ki…. Kaybettiğimiz ekonomik bağımsızlığımızı düşünürsek, milli savunma ve silah sanayiimizin olmadığını da dikkate alırsak, içimizi yakan terör meselesini, bölünme tehlikesini önemsemeyerek, Irak’ın kuzeyindeki kukla oluşumu ve ideallerini görmezden gelerek komşularımızı, fiili komşumuz ABD ve yandaşlarını ve özellikle İsrail’i hesaba katmadan “Yeni Osmanlıcık” hayali kurmak da mümkün değildir…
Bu şartlar altında Batı Türklüğü, yani Sevgili Türkiye’miz hedefte iken Orta Doğu bataklığına fütursuzca girmenin hiçbir yararı yoktur.
İçinizden “Ah, neredesin Kıpçak Türkü yiğit Sultan Baybars!” demek gelmiyor mu, ne dersiniz?
KAYNAKLAR
1- Bernard Lewis: Alamut Kalesi ve Hasan El Sabah, Nokta Kitap, 2009, İstanbul, s 137-138
2- 4: Bernard Lewis : a.g.e
3- Daha geniş bilgi için Bknz: İbnü’l Esir: El-Kâmil
4- Enis Berberoğlu: Palme cinayetinde PKK taşeron mu? 3 Haziran 1999)