Dr. Abdülkadir Sezgin Hoca ile Söyleşi B. Tekin İSFAHANLI – (2 )

Haber Akademi’den Dr. Abdulkadir SEZGİN Hoca ile Söyleşi (2) B. Tekin İSFAHANLI  Hocam, Arvasi Hoca’nın tasavvufi yönünden bahseder misiniz? Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Hoca’nın ailesi Nakşî geleneğine mensuptur. Onlar çocukken belli eğitimlerden geçiriliyorlar. Belli mensubiyetler kazanıyorlar. Onun içinde gereken bilgileri elde ediyorlar; Kur’an okumayı, kısmen Arapçayı ve tasavvufun belli başlı şeyleri öğreniyorlar. Bir de evdeki terbiye […]


Paylaşın:

Haber Akademi’den

Dr. Abdulkadir SEZGİN Hoca ile Söyleşi (2)

B. Tekin İSFAHANLI 

Hocam, Arvasi Hoca’nın tasavvufi yönünden bahseder misiniz?

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Hoca’nın ailesi Nakşî geleneğine mensuptur. Onlar çocukken belli eğitimlerden geçiriliyorlar. Belli mensubiyetler kazanıyorlar. Onun içinde gereken bilgileri elde ediyorlar; Kur’an okumayı, kısmen Arapçayı ve tasavvufun belli başlı şeyleri öğreniyorlar. Bir de evdeki terbiye son derece iyi olduğu için problem yaşamıyorlar. Aileye mensup olanlar içinde folklörcü olanla din adamı arasında şekilde görülen farklar, muhtevada yoktur.

Bunun içinde Hoca iyi bir şey yapıyordu. Nakibu’l-Eşraf Kaymakamlıklarının kapandığı tarihten itibaren, bildiği seyyidlerin “şecere”lerini güncelleştiriyordu. Bir gün birisi demiş ki, bu yaptığın kanunla yasaklanmıştır, yayınlarsan suç oluşturur. Bu çalışmayı tamamlamış mıydı, bilemiyorum. Herhalde çocuklarına bu konuda tembihleri olmuştur.

Osmanlı’da seyyitlerin kütüğünü devlet tutardı. Belli bir dönemden sonra bir kaymakamlık kuruldu, Nakibul Eşraf Kaymakamlığı. Bu kaymakamın nezaretinde bunların kayıtları tutulur, kim kiminle evlendi, hangi çocukları oldu, ne iş yaparlar, nerede ne zaman öldü, bunlar hep kayıt altına alırdı.

Gerçi Osmanlı’nın son döneminde İsmail Hakkı Uzunçarşılı Nakibul Eşraf Kaymakamlığı’ndan bahsederken parayla sahte seyitliklerin alındığı belgelerini de yayınladı. Şu anda da “seyyidim” diye ortaklıklarda gezinenlerin bir kisminin sahte olduğunu biliyoruz.

Arvasi Hoca Nakibul Eşraflığın kapandığı günden bugüne kadar tanıdığı büyük Seyyit ailelerinin şecerelerini geliştirdi. Kim kimin çocuğudur, kim kimden izin alarak tarikatçılık yapıyordur, yani manevi rabıta bağı kimlerin var, onları yazmıştı. Bunun kanunlara göre suç olduğunu, yayınlanırsa başının derde gireceğini öğrenince, özellikle Mamak’tan çıkınca, çocuklarına “böyle bir emanet var sakın ola ki kimseye göstermeyin” diye tembihat da bulunduğunu biliyorum.

Hocam aslında bahsettik ama Arvasi Hoca’nın Güneydoğu sorunlarına önerdiği çözümler nelerdi?

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Arvasi Hoca öncelikle yangının söndürülmesini; O bölgenin Müslüman ve Türklükle problemsiz bir bölge haline gelmesini istiyordu. Onun için devletin yapacağı çok şey vardı. Özellikle Türk milliyetçilerinin yapabileceği çok şey olduğu görüşündeydi.

İnsanı dışlayarak, yok sayarak, gâvur sayarak bir şey yapmak mümkün değil.  Bizi birleştirecek temel noktanın İslam olduğunu biliyoruz.

Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’yi kullanarak, Kürtlerin yaşadığı bölgelere; daha çok Dersim denilen, bugünkü Tunceli’yi çokça aşan hudutlar içerisinde ki arazi yapısı, eşkıyalık, derebeylik, devlete vergi vermemek, kendi bildikleriyle idare edilmeye çalışılan, daha çok silaha ve baskıya dayanan düzene, eğitimle, telkinle girmiştir.

Sultan Abdülhamit, Hamidiye Alayları kurdurarak çözmüş. Kendi insanına kendisini yönettirmek, kendi güvenliğini sağlattırmak, bu arada din, iman tebliğini, irşad faaliyetlerini etkin hale getirerek yapmıştır.

Osmanlı Hanedanı ile birlikte Hamidiye Alaylarındaki adamlar da yurt dışına gittiler, hudut dışında kaldılar. Baş bozulunca, ayak baş olmaya başladı.

Bu arada da, o dönemde başta İngilizler olmak üzere bu meseleyi kaşıyanlar arttı. Devlet kültürel destek ve irşad faaliyetlerinden uzaklaştı. Düşmanın yaptığı ayrıştırıcı telkine karşı bileştirici bütünleştirici bilgi yeterince verilmedi.

Ben 2000 yılında Şırnak ilinin din hizmetlerini tek başıma incelemeye gittim ve her ilçede de 3 tane köyü ziyaret ettim. Bana verilen görevde de köyler yoktu.

O tarihte, Şırnak’ın bazı ilçelerinde mesela fırın yoktu. Her ev kendi ekmeğini kendisi yapıyordu. Böyle yerde çarşıdan, sosyal hayattan ve cemaatten söz etmeye imkân yoktur. Bana verilen emirde de her ilçede 2 gün kalmam yazılıydı.

Güçlükonak ilçesinde, Müftü Beyle birlikte Belediye Başkanı’nı ziyarete gittik. Başkanın “mırra kahvesi”ni içerken sordum, “burada kalmak istesem nerede kalırım?

Başkan,” bir gün müftü beyde ,bir günde bizde kalın 3.günü de düşünmeyin” dedi.

–          Niye dedim.

–          “ Sırada bekleyen misafirler oluyor” dedi.

Çarşısı, bankası, bakkalı olmayan ilçeydi. İnşallah gelişmiştir.

–                     Şırnak’ta tespit ettiğim önemli bir şey vardı:  Şırnak’ta  % 10 ile 15 arasında  nüfusa kayıt olmamış insan vardı. Mesela öyle köyler var ki topyekûn nüfusa kayıtlı kimse yoktu. İlin nüfusu altıyüzbin ise, bunun %15’i yaklaşık 90 bin kişi ediyor. Ne korkunç bir şeydi.

–                    Biz vatandaşımızı insan defterine yazamamışız. Ankara’ya Geldim, Sadettin Tantan o zaman içişleri bakanıydı–  İçişleri Bakanı’ndan randevu aldım.

“- Sayın Bakanım, benim böyle bir tespitim var, bu sene ki nüfus sayımında bunları nüfusa kayıt edelim dedim. 2000 yılındaki nüfus sayımında da Güneydoğu’daki nüfusta büyük bir artış görüldü. Büyük bir ihtimalle Sadettin Tantan oraya yazı yolladı. İnşallah bu şekilde olmuştur ve nüfusa kaydedemediğimiz insan kalmamıştır.

O tarihte bu insanların her birinin evinin damında,  3 tane çanak anten vardı. Suriye, Irak ve Türkiye’ yi izliyorlardı. Pek çok insan İngilizce biliyor- Kürtçe bilmeseler bile– büyük bir çoğunluk ya da Arapça biliyordu. Kürtçenin dışında birkaç dil biliniyor.

Peki biz orayı ülke bütünlüğü içinde nasıl koruyacağız?

Kart, Kurt demekle bu iş bitiyor mu?

Arvasi Hoca, hem Kürtçe biliyordu, hem Doğu’da doğup büyümüş bir adam olarak problemleri bilen bir adamdı.

Türk milliyetçilerinin buralara sahip çıkmasıyla ateistlerin, aşırı solcu Marksistlerin, bölücülerin, bozguncuların aradan çıkacağını düşünüyordu.

Onun için bizim her türlü olumsuzluğa rağmen Kürt insanını kucaklamamız, aynı kültürden medeniyetten geldiğimizi bilmemiz lazım. İ

Artukoğulları, orada hâkimken, Mardin’de, Van’da devlet kurmuşken bu Kürtler onların, Selçuklu ve Osmanlı’nın vatandaşı değil miydi?

Sadece burada tanıştığımızı varsaysak, yaklaşık bin yıldır aynı devletlerin insanı olmuşuz. Aynı dinin bin yıldır müminiyiz. Bizim aramıza başkası giriyor ve biz derdimizi anlatmaktan aciz duruma geliyorsak bu bizim kusurumuz.

Dağın başında yaşayan o garibe; İngiliz’i, Fransız’ı Amerikalı’sı ulaşıyor da biz ulaşamıyorsakE canım gâvur bunları sapıttı” diyerek bu işin içinden çıkabilir miyiz?

Mısır Kralı tarafından Peygamberimize 7- 8 tane hanım (cariye) hediye ediliyor. O devrin Krallık geleneğine göre kabul ederseniz dostsunuz, gelenlerden biriyle evlenirseniz yeni deyimle stratejik dost oluyorsunuz.

Peygamberimize Mısır Kralının gönderdiği hanımlar içerisinde Berberiler, Araplar, farklı kabilelerden kızlar var, bir tanede Çingene var. Araplarda en çok Çingeneleri aşağılıyorlar. Türklerde şimdi öyle yapmıyor mu? Çingene olan Maria ile Peygamberimiz evleniyor. Maria geldiğinde Hıristiyan. Evlendikten sonra Müslüman oluyor. Kur’an’a göre Peygamberimizin hanımları “ben müminim diyen herkesin anasıdır”.

Peygamberimiz bu evlilikle  şu mesajı veriyor:

“- Ey Ümmetim. Sizin aşağıladığınız birisini size ana yaptım. Bunu iyi anlayın, aranızda aşağı insan, yukarı insan yoktur: hepiniz eşitsiniz!”.

– Bütün Müslümanların annesi olmuş Hz. Maria’nın akrabası olan Çingeneler, aynı zamanda Hz. Peygamberin akrabası olmuyor mu?

Hz. Maria, Peygamberimizin oğlu İbrahim’in anası, şefaat sahibi değil mi?

Çingenelere desek ki

“- Siz bizim Peygamberimizin akrabasısınız. Hz. Muhammed’in ahlakıyla ahlaklanmak bizden önce size düşer ve onlara peygamberin yakınları diye hürmet etsek bir şey kaybeder miyiz?

İnsanlığa böyle bakarsak, pis Kürt, pis Arap, pis Çingene der miyiz?

Önemli olan takva, Allah’a yakın olmak değil mi?

Bunun en iyi örneğini Hz. Maria örneğinde buluyorum. Türkiye de Müslüman olmayan bir tek Çingene yok. Hıristiyan Çingene yok ülkemizde.

Büyük bir çoğunluğu da buraya Yavuz Sultan Selim’in peşine takılıp Mısır’dan gelmiş Kıptiler, Çingenelerdir. Orada kalanlar hala Hıristiyan Ortodoks. Kiliseleri ayrı Kıptilerin.

Arapçası Kıpti, Türkçesi Çingene, Batı dillerinde Roman.

AB, bizim Çingeneleri, Roman adı ile birleştirip boyunlarına Haç asmak istiyor. Bizde hala adamları aşağılıyoruz..

Sade Kürtler değil, Aleviler, Çingeneler başkalarını da aşağıladığımız oluyor.

Bu kötü huydan vazgeçmeliyiz ve her insanı sevmeliyiz. Allah’ın 99 isminden birisi “Vedud” ismidir. Sevgiyi yaratan, seven ve sevilmeye layık olan tek varlık Cenab-ı Hakk’tır. Vedud ismi bunu ifade eder.

Allah’ın isimlerinden biri de “Rab”dır. Rabbimiz, Ya rabbi diyoruz ya, “Rab”  (eğitici) demek. Eğitim onun için çok çok önemlidir.

O’na ulaşmak O’nun emrettiği insan gibi yaşamak istiyorsak da Allah’ın yarattıklarını severek yaşamak mümkün.

Ya Allah’ı severek Allah’ın yarattıklarını sevmeye çalışacağız, ya da yaratılmışları severek Allah’a ulaşacağız.

Arvasi Hoca da iyi bir eğitimci idi. Eğitimi kullanarak birliği sağlamak daha kolaydır.

Bunu yaptığımızda aramızda Türk, Kürt, Arap, şu, bu ayrımı olmaz. Zaten Türk Milliyetçiliğinde ırkçılık var mı?

Olsa süper güç olan bir devletimiz olur muydu?

Bakın Osmanlı’ya. Herkes İlay-i Kelimetullah’a hizmet etmiş, herkes de bu büyük milletin diline saygı gösterip onu konuşmuş. Dağda,bağda, köydekine de bir şey dememiş. Ama eğitimi ve eğitimin bir parçası olan Hutbeyi Türkçe yapmış, yaptırmış.

1876 da kurulan ilk Meclis-i Mebusan’da Tükler azınlıkta, Türkçe konuşan, soyu Türk olanlar azınlıktadır. Bu Meclisin hazırladığı anayasada devletin dili Türkçedir yazıyor.

– Neden?

Türkçe herkesi birleştiren, en kolay öğrenilebilen dildir de onun için bu kararı alıyorlar.

Ruslar yetmiş yılda Rusça düşünmeyen, Rusça rüya görmeyen bir tek insan bırakmamışlar. Bizse insanları nüfus kaydına bile işleyememişiz. Bir devlet bunu nasıl yapabilir?

Onun için Arvasi Hoca oraları ve çevresini biliyordu. Yani terörde bile o toprakta yaşayan insanların topraklarına sahip çıkmasını sağlayan projesi son derece önemlidir.

Abdülhamit oradaki Kürt aşireti beylerinin hepsine paşalık vermişti.

Fatih’ten hemen sonraki tarihlerde Çingene Beyi’ne askeri bir unvan olan Çeribaşı unvanı verilmiş.

Eyüp Sultan Türbesi ve Camiine yaklaşık 200 metre mesafede bir yere Çeribaşı’na Cami yapması için izin verilmiş.

Çeribaşı Camii hala ibadete açıktır. Başka şehirlerde de çeribaşlarının yaptırdıkları Çeribaşı camileri vardır.

Osmanlı’nın bu hoşgörüsünü yeniden hayata geçirecek olanlar Türk milliyetçileridir. Bunu yaptığımızda aramızda aykırı görüş kalmaz. Hepimizin suya ihtiyacı olduğu gibi Hz. Peygamberden gelen ilahi nura daha fazla ihtiyacımız var. Bu nurda bize ecdadımızın büyük birikimleri, çalışması ve gayretiyle bir sancaktarlık görevi verilmiş. İslam’ın sancaktarlığı hâlâ bizim görevimiz.

2007 yılı haccıydı. Mekke’de  “Hz. Ali Evlatları Aile önderleri Vakfı başkanı” ile görüşmek için telefon ettiğimde, “Ehl-i beyt sevgisinin İslam kardeşliği ve İslam dünyasının güçlenmesinde rolü ne olabilir meselesini konuşmak istiyorum”, dedim. Geçen sene vefat eden Seyyid Prof. Dr. Abdullah Attas, “hay hay, ne zaman gelirseniz, ben sizi misafir ederim”, dedi.

Konuşmak istediğin konu çok önemli” diye ekledi. Ben soru sordum, o anlattı. Kendisi 70 yaşında, emekli olmuş, hukuk profesörü. Üç günlük konuşmamızın sonunda;

– Şu konuşmalarımızı bir özetleyelim. Bak kardeşim, dedi, dünyada İslam ülkesi diye bir ülke yoktur. İslam dünyası diye bir şey sanal olarak var. Emperyalizm öyle güçlü ki İslam ülkeleri gibi görünen ülkelerin hepsi emperyalizme batmış görünüyor. Sadece Türkiye boynundan yukarısı, dışarıda; boynundan aşağısı batmış, onun için Türkiye’nin emperyalizmden kurtulma ve öteki Müslümanları da kurtarma şansı var.

Şimdi, bir başka şey söyleyeceğim. İnsanlar hangi dilden, hangi coğrafyadan, hangi milletten olursa olsun, arkasında bir gücün var olduğunu bilmese, Müslümanlar üzerinde, emperyalizm öyle bir baskı kurmuş ki, hiç kimse bulunduğu yerde yüksek sesle  ‘ben Müslüman’ım’ diyemez veya açıktan, yüksek sesle “kelime-i Tevhid” veya “Şehadet”i   söyleyemez.

Böyle bir gücün var olduğunu bilmesek, biz Kâbe’nin içinde bile yüksek sesle “lailahe illallah” diyemeyiz, emperyalizm bu derece etkilidir.

Ben heyecanlandım. Bu güç bölgesel mi,  insan mı, hayvan mı, ruhani mi, nedir bu, diye sordum.

“-Tarihî ve kültürel mirasdan alınan bir güçtür”, dedi.

–    Adı var mı bunun, dedim.

– Var, var, dedi. Ceyş-ül Etrâk.” Yani Türk Ordusu. Fakat kadere bakın, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller”, diye ekledi.

Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam Arapça ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri dünya Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme hakkına sahip diyor.

–          Bundan Türkiye’de kaç kişi haberdar, bilemiyorum.

 

Hocam, Arvasi Hoca İslam’ın doğru yaşanmasına büyük önem veriyordu ve eserlerinde İmam Gazali, İmam Rabbani ve Ehl-i Sünnet Vel Cemaat gibi kavramlarından bahsediyordu. Bunlardan bahseder misiniz?

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Evet. Hoca İmam Gazali, İmam Rabbani ve başka sufilerden bahsederdi ama esas temel uygulama İmam-ı Azam ve İmam Maturidi. Muhammed Maturidi neye, niçin, nasıl inanıyoruz, sorularına en iyi cevap vermiş kişidir ve bugüne kadar onu geçen kimse olmamıştır. Semerkant’lıdır. Eskiden Semerkant’ın dışında bir köymüş Maturid köyü. Şimdi Semerkant’ın Mahallesi.

Sovyetler Birliği işgali sırasında İmam Maturidi Türbesi ve köyü oradan kaldırılmış ve Yahudi Mahallesi yapılmıştır. Sovyetler Birliğinin yıkılışından sonra Özbekler ilk iş olarak, İmam Maturidinin Türbesi’ni eski yerinde, eskisinden daha ihtişamlı bir şekilde yeniden yapmışlar. Ben orayı ziyaret etme bahtiyarlığına erdim. Medresesini de inşa edecekler. İmam Muhammed Maturidi gerçekten akılda, düşüncede ve din algılamasında son derece önemli bir yere oturmuştur. Kendisi Hanefi mezhebindendir.

Yani fıkıhta, ibadetlerin yapılışı bakımından Hanefi’dir.

Biz kendisini “Mezhebimizin İmamı” olan kişiyi bile doğru dürüst bilmiyoruz. İmam-ı Azam konusunda Diyanet’inde tercüme “Ebu Hanife” diye bir kitabı var. Ebu Hanife’nin Acem olduğunu yazıyor.

Acem, Türkçede Fars demek. Arapçada Arap olmayan demek.

Araplara göre iki millet vardır; bir; Arap olanlar bir de Arap olmayanlar. Yahudilerde de aynı anlayış vardır. Allah Yahudileri İnsan olsun ve Allah’a hizmet etsin diye yaratmıştır, ötekileri de Yahudilere hizmet etsin diye yaratılmış kullardır. Arap’ın anlayışı da buna benzer bir şeydir.

Ama bizim anlayışımız böyle değildir. Allah insan diye bir varlık yaratmıştır, bütün insanlar eşittir ve herkes sadece Allah’ın kuludur.

Hanefi Müslümanlar, inanç bakımından Maturidi inanç anlayışına bağlıyız. Bu sebeple bizde akıl o kadar önemlidir ki –Maturidilik’de- nakil ile akıl ihtilaf edilecek olursa akıl tercih edilir.

Allah, her insanı hür yaratmıştır. Onun için sorumluyuz. Eğer insan hür olmasaydı, Allah’ın adaletine ve büyüklüğüne, yaratmasına, sorgulamak, hesaba çekmek yakışır mıydı?

Allah’ın adaletine ve büyüklüğüne yakışan insan diye yarattığı varlığı hür yaratmasıdır.

Biz her insanın hür yaratıldığını kabul ediyoruz.

Ancak nefis ve şeytan iki düşman olarak daima rampayı, meyilli olanı gösterirler ve meyil aşağıya doğru gitmekle çok keyiflidir.

Kur’an’la yasaklanmış her şey kıyamete kadar insan nefsine çok hoş gelecek şeylerdir. Onun için o tarafa frenle gitmek eğitimle olacak şeylerdir.

Biz İslam dünyasında Ehl-i sünnet derken birilerini dışlamak amacıyla değil, İslam’ın doğru anlaşılması amacıyla “İlay-i Kelimetullah” aşkıyla yapmışız. Ancak “La İlahe İllallah” diyen hiçbir kimseyi de tekfir etmemişizdir.

Adam ne kadar sapık olursa olsun “La İlahe İllallah” diyor mu diyor, Allah her şeyi affeder mi eder.

Yani geçenlerde bir televizyon kanalında da söyledim, Diyanet sapık diyor Şiilere. Olabilir mi, böyle bir şey?

İki yıl uğraştım ben bunu değiştirebilmek için. “La İlahe İllallahdiyen adama sapık diyeceksin, diyalog diye de elin papazıyla iftar yapacaksın. Bunun mantığı var mı? Bizim adam sapıksa öbür adam ne?

Ona duyduğun muhabbeti, sevgiyi kendi dindaşına duymuyorsan, sende eksiklik var demektir. Onun içinde Müslümanlara bakarken de birbirimize duyulan güvensizliği, sevgisizliği, ortadan kaldırmak amacıyla bakmalıyız..

Yani oturup Caferi, Nusayri, Şii vatandaşla konuşurken eksiğini mi konuşmalıyız yoksa “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” dan mı başlamalıyız?

Tabi ki de “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” dan başlamalıyız. Yani benzer taraflarımızı ön plana çıkartırsak daha hayırlı olur ve sevgimiz artar, karşımızdaki de eksiklerini daha rahat görür.

Arvasi Hoca, Ahmet Er ve ben bir gün vakıfta bir araya gelerek birlikte çalışma yapma kararı aldık. Bu çalışmalardan birisi İlm-i Hal’dir. Herkes kendine göre bir ilm-i hal yazıyor, gençler, çocuklar hangi  ilmihali okuyacağında tereddüt ediyor, bu tereddüdü kaldırmak ve her ülkücüye ilmihal okumasında yardımcı olmak üzere, Ahmet Arvasi Bey’in  “ ilm-i hal”i yazıldı.

Ahmet Er Alevidir, biliyorsunuz. Akhisar’ın Sünnetçiler köyünde oturur. Alevi çevresi var. Alevillere de bir şeyler verelim istiyorduk. Benim Alevilik çalışmalarımda bu birliktelik motor gücü olmuştur.

İlk kitabımın önsözünde de Ahmet ER ismi vardır. Ancak Ahmet Er kadar Arvasi Bey’inde çok büyük katkısı vardır.

Sonra Ahmet Er Egeli(Manisalı). Manisa’da da Çepni Türkleri epeyce vardır. Çepnililer ne olduklarını bilmiyorlardı. Ahmet ER’in de benimde dostumuz olan Nazım Dede (Çepni dedesi) tanığımızdı.

“- Bizim köye Marksistler geliyorlar, Komünistliğe bile razı oldum, ama çepnilere  Kürtçe öğretmelerine razı değilim, Türkmen çocuğuna Kürtçe öğretiyorlar”, diyordu. “Kürtçülüğü öğretiyorlar” diyordu. Çepnililerin kendini anlatan bir kitap olsun diyorlardı.

Faruk Sümer’in yazdığı Çepniler kitabı, Arvasi Hoca ve Ahmet Er Bey’in girişimleriyle ortaya çıktı.

Ortak sorunlarda bu işi kim yapabilir diye düşünüp birtakım faaliyetler yapmışlığımızda var. Ahmet Er hala hayatta, 85 yaşında, kalp piliyle yaşıyor. Her ay bir kitap yazıp çevresindeki Alevi köylerine dağıttırıyor. Bu her babayiğidin yapacağı iş değil.

 

Hocam, Türkiye’nin şartları eskisinden biraz daha iyi ama baktığınızda biz artık eskisi gibi deha yetiştiremiyoruz. Yani neden eskisi gibi biz ikinci bir Arvasi Hoca yetiştiremiyoruz?

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Vallahi, bu yumurta mı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu yumurtadan çıkar gibi bir şey bu. Şartlar insanları yetiştirir. Bizim milli mücadele sonrasında bir sürü adam yetiştirmemiz şartların zorlamasıdır. Şimdi de Türkiye’nin pek çok yetişmiş adamı olduğunu düşünüyorum. Her birinin de kendi çevresinde önemli adam olduğunu da biliyorum. Ama nüfusun artmış olması, insanın artmış olması- iletişime rağmen – bizi birbirimizi tanımaktan uzak kılıyor.

Bir de Türk nüfusunun büyük bir çoğunluğu genç. Ben kendi çocuklarıma bakarak kendimi ve neslimi ölçüyorum. Benim 3 tane oğlum var üçü de üniversiteyi bitirdi. En az dil bilen 2 dil biliyor, en çok dil bilen 5 dil biliyor. Televizyon programlarım olduğunda beni en çok eleştirenler çocuklarımdı. Sen şunları şunları oradaki ekipten daha iyi bilen bir insansın, moderatörün sorularıyla oyalandın, anlatacağın şeyden vazgeçtin. Bunu nasıl yaparsın? Dediklerini hep hatırlarım.

Bu eleştiriler benim için son derece yapıcı olmuştur. Onun için de ben son derece bu gençlikten ümitvarım.

Kılığına kıyafetine baktığınız da çok önemsemediğiniz insanla konuştuğumuzda, ondan çok şey öğreneceğiniz insanlar olduğunun farkına varıyorsunuz.  Onun için de “bugün öyle birileri yok”  sözü çok doğru değil.

Yani, yeni yetişenlerin geri de kaldıklarını söylersek gençlere haksızlık etmiş oluruz. Gelecekten ben son derece ümitvarım. Ama bir şey var; iletişimin, medyanın, liberal ekonominin, Amerikan emperyalizminin bir baskısı var. Ortaya çıkartılanlar medyatik olanlardır.

Medya, emperyalizmin emrinde olduğu için hırsızları, kapkaççıları, üçkâğıtçıları ve sahte madenleri parlatıp daha çok çıkartıyor. Bizim işimizi zorlaştıran, ümirsizlik meydana getiren etki budur.

Hocam, son olarak biz gençlere ne gibi tavsiyeleriniz bulunmak istersiniz?

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Gençlerin bir şeyi kavraması lazım. Biz kendi nefsimizi terbiye ederken tek başımıza bunu yapamayız. Onun için birlikte eğitime ihtiyaç var. Ben bunu meslektaşlarıma, hocalarımıza da söylüyorum.

Bizde genellikle birtakım arkadaşlar, imamlar çocukken namaz eğitimi almadıkları için görevi dışında namaz kılmayan arkadaşlardan bahsederler. Ben onlara hep demişimdir ki, kendi izin gününüzde o arkadaşınızı camiye çağırın.  Bizim cemaate de sen namaz kıldır, senin feyzinden istifade etsinler, ben de senin izin gününde senin camiye geleyim, senin cemaatine imamlık edeyim, deyin. Bunu yaparsak arkadaşımız namaz kılmıyor dediğimiz gün namaz kılmış olur.

O zaman hayırda, ibadetlerde birbirimizin eksiğini tamamlayacak bir tatlı dil bulmuş oluruz.. Niye namaz kılmıyorsun yerine, gel cemaat olalım daha hoş değil mi? Onun için hiçbir kimsenin, ben şöyle bir aileden geliyorum, nefsime hâkimim, ben yanlış yapmam demesi doğru değildir. Ahlaki olgunlukları kazanmak elbirliği ile daha kolaydır.

Onun için de müşterek eğitimler, müşterek faaliyetler önemlidir. Gel bugün akşam namazını beraber Hacı Bayram Camii’nde kılalım, Cuma namazına Süleymaniye’ye gidelim, yarın kandil beraber oruç tutalım, ya da şu kitabı okudun mu?

Birtakım olarak yardımlaşarak insanî bağları artırmak daha kolaydır. O zaman iyi arkadaşlar birbirleriyle olur. Birbirimizi iyilikte, güzellikte, Hak yolunda desteklersek toplumu yüceltmiş oluruz. Eğitim sosyalleşmeyi ve ahlakî değerleri artırır. Türk milliyetçileri de bunu yapacak güçtedir.

Bizimle röportaj yaptınız için çok teşekkür ederiz, hocam.

Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN: Ben teşekkür ederim.

 

 

Yazar

Milli Düşünce Merkezi

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar