Yükleniyor...
Son haftalarda Türkiye’nin gündemini oluşturan, biri diğeriyle ilgili (Kanal İstanbul ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi) konular üzerinden yapılan tartışmaların gerisinde farklı inanç, değer, algı, idrak, kanaatlerin ve bunların siyasete yansımaları yatmaktadır. Farklı çıkarların ve uluslar arası stratejilerin örtülü müdahalelerinin de izdüşümleri olduğu sır değildir. Tartışılan konularda halen binlerce makale, ses ve görüntü materyali, kitap ile devletin, akademik çevrelerin, siyasetin ve diğer devletlerin ve uzmanlıkların da ortaya koydukları bilgi, belge ve görüşler vardır. Daha çok ve uzun zaman tartışılır. Bunlar bağlamında veya dışında bu konulara doğrudan girecek değiliz.
Bu yazı bu tartışmaların geriye doğru temel motivasyon ve güdülerini ararken ortaya çıkmış kısa bir ‘arama düşüncesi’ deneme yazısıdır. Yazıya başlık bulamadım. Konuyla doğrudan ilişki de bulunamayabilir.
Onlarca yıldır, resmî ve sivil vesayet baskısı ve darbe incinmeleri yaşamış toplum; vesayeti atlatıp, ortadan kaldıralım derken başka bir vesayet oluşturmakta olduğu düşünülen iktidar ile ülkedeki diğer farklı dinamiklerde derin hassasiyetler oluştu. Bir kesimin neredeyse kültürel ve ideolojik koduna işlemiş buyurgan bildirileri de bu hassasiyetin mübalağa edilmesine yol açmış durumda. Bu hassasiyetle de her milli konuda olduğu gibi taraflar en uç ve keskin yönleriyle tavır alıyorlar.
Sosyal ve siyasal olaylara ilişkin tartışmalarda ölçü
Algı (sense, perception), idrak (cognisance, cognition) ve kanaatın (belief, conviction, knowledge) ölçülebilir olup olmadığı hep tartışılagelmiştir.
Siyasi, dini, kültürel, ahlaki ve vicdani değerler nitelik olarak yani kalitatif (qualitative) , ihtiyari, subjektif olarak ölçülebilirler; nicelik yani kantitatif (quantitative), objektif olarak ölçülemezler. Bir başka ifadeyle nitelik ölçüleriyle nicelik ölçüleri farklıdır. Nicel ölçüler daha uzun vadeli iken nitel ölçüler daha kısa ömürlüdürler ve zaman içinde sürekli geliştirilir ve yenilenirler; bir anlamda zamanın ruhunu taşırlar. Ancak ikisi de insanlık tarihi boyunca var olageldiler ve var olacaklar.
Tartışmalar, kutuplaşmalar ve hatta savaşlar da tarih boyunca kültürler, medeniyetler ve dini inançlar bakımından gerek milletler arasında gerekse aynı toplum ve milllet içinde genellikle kalitatif, nitelik ölçü alanlarında oluşageldi. Günümüzde kimse kantitatif ölçü birimi olan metre ile metrenin, nanometreden kilometreye ve hatta ışık yılı uzaklığına kadar, birimlerini tartışmamakta.
Bir siyasal, sosyal, kültürel ve hukuki sürecin ve vakanın toplumdaki karşılığı olan algı, idrak ve kanaatler ile gösterilen tavır ölçülüyor. Örnek: seçimde hangi siyasi partiyi desteklersin (?) sorusunun cevabını sayısal ve oransal olarak ölçmek kolay. Peki bu sayısal ve oransal değerler her ne kadar nicelik, objektif olarak ölçülebilir değerler olsalar da verilen cevaba esas, temel teşkil eden algı, idrak ve kanaatın nitelik ölçüsü nedir? Bir seçimde veya ankette bir grubun destekleme sebebi diğer grubun neden desteklemeyeceğinin de sebebi oluyor. Bir kısmın ‘Şu sebepten destekliyorum’ cevabına diğer kısım aynı sebeple ‘O sebepten desteklemiyorum’ diyebiliyor. Sebep olarak gösterilen şey nitelik ve nicelik olarak ölçülebilir ve toplumun her ferdi tarafından kabullenilmiş değerler midir? Ülkemizde anayasal, yasal, hukuki, demokratik olarak halen uygulamada olan Cumhurbaşkanlığı sistemi bu ölçmeyle belirlendi. Seçimlere katılan yetişkin nüfusun %52.59’u adaya ve sisteme belli sebeplerle ‘evet’ dedi; % 47.41’ i aynı sebeplerle ‘hayır’ dedi. ‘Evet’çiler ‘hayır’cılara dominant ve hegamonik mi olmalılar?
Demokrasi ölçülebilir mi?
Burdan şu sonuç sorusu çıkarılabilir : Demokrasi öçülebilir bir değerler sistemi midir? Evet ölçülebilir bir değerler sistemidir ancak demokrasinin ölçüleri gram, santimetre, frekans, desibel, santimetreküp, santigrad, dakika, amper gibi kantitatif ölçü birimleri değildir. Daha ziyade kalitatif yani ihtiyari ve niteliğe dayalı ölçülerdir. Burda nitelik derken ‘Bir çobanın oyu ile bir filozofun oyu sayısal yani nicelik olarak aynı ama nitelik ve ağırlık olarak farklı değil mi?’ tartışmasına girmiyoruz. Çünkü insan hakları ve demokrasi doğrudan yazımız konusu değil. Peki bu ölçüleri kim ve nasıl belirledi ? Bu durum medeniyet ile bilim ve tekniğin de ayırıcı tanımlama (differential diagnose) alanlarının sınırlarını belirler. Akla gelebilir: yazar demokrasi karşıtı mı ? Tabii ki hayır, demokrasi tüm yetersizliklerine, arızalarına ve ölçümü sorunlu niteliksel değerlerine rağmen günümüze kadar oluşturulmuş en uygun insanlık sosyal, toplumsal kurumudur. İdeal demokrasi de şimdilik hiç bir ülkede mevcut değildir. Gelecek asırlarda bugünkü demokrasi kurumu ve değerlerinde çok dramatik değişiklikler olacağını da söyleyebiliriz. Evrende fizik kuralları bile değişken ve gelişkendir. Tabii ki demokrasi de değişip gelişecek ve adı sonradan konulacak başka sistemlere evrilecektir. Fizik ve kimyada prensipler ve kanunlar ifade edilirken ‘normal şartlar altında’ ifadesi özellikle belirtilir. Çünkü bir maddenin ağırlığı yeryüzünde başka, Ay yüzeyinde başkadır. Yani fizik kuralları bile görecelidir. Her şey değişim, dönüşüm ve başkalaşım halindedir. Ancak süreki bir değişim, dönüşüm ve başkalaşımda bile değişmeyen prensipler, yasalar ve kurallar vardır. Bu da bilim ile dinin sınırlarını belirleyen bir alandır. Bir sebep-sonuç ilişkisinden diğeri hikmet ve ilahi kurallardan bahseder. Dürüstçe ifade etmem gerekirse bu alanın kapsamını ifade edebilecek biri olmadığım gibi olana rastladığımı da iddia edemem. Esasen bu yazı da böylesi bir arayışın basit ve yalın bir yansıması olabilir.
Bu zihinsel yoklamadan sonra; biyosistem, ekoloji, ekosistem ve oradan herkesin bildiği (!?) veya bildiğini sandığı tarım konusundan örnekle durumu biraz daha somutlaştırabiliriz.
Tarım kültüründen (agriculture) milliyetçiliğe ve demokrasiye
Günümüz teknolojisi tropik bir meyve olan muzun İzlanda’da ; serin ve semi-tropik bir bitki olan buğdayın da Endonezya gibi tropik bir iklimde yetiştirilmesine imkan vermektedir. Benzeri birçok meyve ve sebze günümüzde kendi ekolojileri dışında üretilmekte ve tüketilmektedir. Bitkilerden ve hücre kültüründen (cell culture) de et üretmek teknik olarak mümkündür. Ancak bu ürünlerin maliyeti günümüzde kabul edilebilir ve katlanılabilir ekonomik ölçünün çok üzerindedir, ekonomik değildir. Bu ölçülebilir bir durumdur. Diğer yandan, kendi doğal ortamları dışındaki ürünlerde bir şeyler ya eksik, ya fazla olmaktadır. Ana besin maddeleri oranlarında, kendi ortamları ile yabancı ortamdakiler arasında protein, karbonhidrat, yağ, mineral ve vitamin oranlarında önemli farklar olmaktadır. Bu da ölçülebilir değerlerdir. Ancak bir de kantitatif olarak ölçülemeyen tat, lezzet, çeşni, aroma, renk, koku vs değerler vardır ki refah düzeyi yüksek toplumlardaki çoğu insanın satın alma tercihlerinde bu kalitatif değerler daha önemlidir.
Diğer taraftan belli bir bitkinin ekolojiye uygun diye geniş alanlara monokültür uygulaması da uygun değildir, ekosistem ya zorlanır ya da bozulur. Ya da aynı tarlaya buğday, fasulye, mısır, mercimek, pirinç ve domates tohumları karışık olarak serpilmez, ekilmez. Ekilirseler çoğu vejatatif döngüsünü tamamlayabilir ama bu tarım, hele de ekonomi değildir. Geçmiş binyıllarda belki de denenmişti.
Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinde belli ürünlerin üretimleri ve belli hayvanların yetiştiriciliği belli cumhuriyetlerde belli alanlarda yoğunlaştırıldı ve kitlesel monokültür uygulamaları yapıldı. Bu sistemin sürdürülebilir olmadığı görüldü. ABD ve diğer Batı ülkelerinde de kitlesel monokültür tarımı tartışılır durumdadır.
Belli bir ekolojide tahılların, baklagillerin, yumruve kök bitkilerin, meyvelerin, sebselerin ayrı ayrı ancak yan yana tarlalarda yetiştirilmesi binlerce yıllık tecrübeyle edinilmiş bir tarım sistemidir (mix farming). İşte bu sistemler de tarım ve çiftçilik sistemlerini oluşturmaktadır ve genelde iklim, toprak, yağış, rakım gibi birçok parametrelerle yakından ilgilidir. Hayvanlar doğal ortamlarında kendi sürüleriyle yaşarlar. Koyun, sığır, at, köpek ve tavuğu aynı sınırlandırılmış ortamda (convention) barındırıp, besleme ve yetiştirme mümkünse de buna yetiştiricilik denmez. Ancak aynı tarım işletmesinde her bir tür hayvanın kendi ortamını oluşturarak farklı türleri bir arada (çiftlik, tarım işletmesi) yetiştirmek yetiştiricilik olabilir.
Böyle bir tarım sisteminde her bir ürün diğer ürünler için ya bir girdidir ya da çıktıdır yani birbirlerine bağlı ve muhtaçtırlar. Bir uyum ve uygunluk durumu söz konusudur.
Topraksız tarım, yapay klima ortamlarında üretim, dikey tarım, kent tarımı vd. uygulamalar yapılmakta ve gelişmekteyse de bu uygulamalar toplam tarımsal üretimde şimdilik ancak binde ile ölçülebilir düzeydedir. Bir millet içindeki farklı ve marjinal grupların olabilmesi gibi…
Buradan milliyetçilik ve milli değerlere geçebiliriz.
Bağlılık ve bağımsızlık
Milliyetçilik ne tarımdaki kitlesel monokültüre benzer ne de aynı tarlaya birçok farklı bitki tohumlarının karışık olarak serpilmesiyle, ekilmesiyle yapılana benzer. Hobi bahçelerinde ya da avlu ve balkonda karışık bitki yetiştirmeye de tarım (ziraat) denilmez.
Her canlı kendi ekosistemi içinde yaşayan diğer canlılarla bir rekabet halinde kendi varlığını sürdürmek zorundadır. Rekabeti kaybeden yok olur (extinct). Ancak rekabette diğer bağlı olduğu canlıları tümden yok ederse kendi varlığını da sürdüremez. Bağımsızlık bile başkalarının varlığına bağlıdır. Herkesi düşmanlaştırarak varlığımızı koruyamayacağımız kadar herkesin içinde var olmak da millet olmak anlamında mümkün değildir.
Milliyetçilik diğer milletlere düşmanlık değildir. Düşmanlık ve karşıtlık üzerine oturtulmuş milliyetçilik paranoyak (toplumlarda belli oranda paranoyaklar olduğu gerçek olsa da) bir yaklaşımdır. Tarımdaki kitlesel monokültür denen duruma benzer. Etnisiteye dayalı, mikro-milliyetçilik farklı birçok bitkilerin tohumlarının aynı tarlaya karıştırılarak serpilmesine, ekilmesine benzer. Buradan bir tarım sistemi çıkmayacağı gibi etnisiteye ve mikro-milliyetçiliğe dayalı milliyetçilikten de ne bir millet ne de devlet çıkar. Binlerce yıl önceki kabile topluluklarına benzer sosyal yapılar çıkar ortaya. Olası en uygunu, doğadakine benzer bir denge içerisinde olanıdır, tarım kültürü gibi. Doğal ortamdaki canlılar bir yandan rekabet içindeyken diğer yandan birbirlerine bağlı ve muhtaçtırlar. Milletler birbirleriyle rekabet ederler ancak biri diğerine bağlı ve muhtaçtır. Ancak uyum, mutasyon, modifikasyon ve asimilasyon da doğal sürecin gerçeklerindendir. O halde birbirini düşmanlaştırmaya yok etmeye yönelmek aslında kendini yok etmeye yönelmektir. Farklılıklar içinde fark edilir ve dominant olabilmek ve kalabilmek ise bir değerdir ve birliği güçlendirici bir güç olabilir. Ancak hiçbir canlı varlığını rakiplerin varlık mücadelesine de teslim edemez. Son yıllarda Einstein’e atfedilen sözü hatırlayalım : “Arılar yok olursa hayat yok olur.” Öyle mi ? Bu söz bir denge durumunu ifade bakımından değerli ama yeryüzünde binlerce tür canlının bugün olmadığını ve yeni bir canlılar topluluğu içinde olduğumuzu biliyoruz. İklim değişikliği konusunu bu açıdan da düşünmeye değer!
Türk milletinin diğer milletlere göre daha iyi, müreffeh, mutlu, başarılı, farkedilir ve övünç içinde olması ve varlığını daha da geliştirerek ebediyen sürdürmesi diğer milletlere düşmanlığı gerektirmez. Onları sömürmeyi, küçümsemeyi ve yok saymayı da gerektirmez. Hatta milliyetçiliğimiz diğer milletlerin varlığı içinde bir anlam ifade edebilir. Kendini başka türlü nasıl ölçebilirsin ? Türk Milletinin binlerce yıllık tarihi içinde, yeryüzünün ancak birkaç milletinde izleri sürülebilen, değerlerini korumak ve geliştirmek de kendini düşman gören milletlere veya topluluklara karşı tedbirli davranmayı gerektirir. ‘Türk milleti’ kavram ve değerlerini reddetmek, çağdışı (!) görmek ya da mikro-milliyetçilik anlayışıyla bu yapıya zarar vermeye çalışmak ne tarihsel ne kültürel ne siyasal ne de bilimsel bakımdan anlamlıdır. Her ekosistem farklı canlıları bir arada barındırsa da diğer ekosistemlerden farklı bir sistemdir. Türk milleti de böyledir. İçindeki etnik, kültürel, dini inanç, dil bakımından farklılıkları barındırsa da hepsi Türk ekosistemi içindedirler ve bu ortak ekosisteme Türk milleti diyoruz.
Güncele dönersek
Konu alanımıza dönersek; bildiri yayınlamanın usulü ve bildirinin esası yönü ile siyasetin, iktidar yönetiminin, hukuk kurumlarımızın yaklaşımlarını yine usul ve esas bakımından sadece nicelik ölçüleriyle ölçebilmek zor. Nitelik ölçüleri ise hep tartışmalıdır. Bu da demokrasi ve hukuk alanındaki seviyemizle ilgilidir. Konuyla doğrudan ilgili kişisel düşünce ve kanaatlerimizi burada ifade etmek yazının amacına uygun değildir. Yani ‘% bu kadar destekliyor, % şu kadar karşıtız’ demek durumunda değiliz. Zaten amacımız ‘tamamen katılıyorum’ ile ‘şiddetle kınıyor ve reddediyorum’ yaklaşımları üzerine düşünmektir.
Tartışmaları milletimize, devletimize, değerlerimize ve kurumlarımıza katkısı ne olmalı (?) açısından sakince düşünmek ve davranmak durumunda olabilseydik. ‘İsteseniz de istemeseniz de yapacağız!’ yaklaşımını uygun bulmuyoruz. Elbette şartlar zorlanıp milli çıkarlara göre yeni düzenlemeler yapılabileceği gibi oluşan uygun şartlar da bu yönde değerlendirilir. Bugün şartları değiştirme veya mevcut şartlarda daha uygun olanını yapabilme gücümüz var mı?
Konu daha uzun süre tartışılacak ama kolay durulmayacak. Çünkü yıllardır birikmiş ve durulmamış anlayışlar bir de Cumhurbaşkanlığı sistemi ve iki kutuplulukla daha da sıcaklaştı. Mevcut durum ve ortam konuyu etraflıca düşünmeye ve çözümlemeye uygun değil.
Burada ‘Ben darı olmadığımı biliyorum da acaba horoz da biliyor mu?’ ya da halk bilgesi Nasreddin’in ‘Sen de haklısın!’ sözüyle ortaya çıkan paradoksal durum da yok değil.
Değinmeye çalıştığımız biri diğeriyle ilgisiz görünen hususlarda, aslolan Türk milleti, devleti ve Türk dünyası bakımından, bir üst anlayışı ve akılı temsil etmesi gereken (resmî ve sivil) kurumlarımızın gündelik politik tartışma ve mücadeleden etkilenmemesi temennimizdir. Bu kurumlar da iktidar, mualif hepimizin ortak değerlerinin sembol kurumları olmalıdır.
Sosyal ve siyasî olayların ortamı, hazırlayıcı sebepleri ve gelişim süreci vardır. Sosyal ve siyasal olaylara tepki verme hızı ve şiddeti tarihe yön veren dönüm anlarıdır. Ancak bu an o an değildir. Neticeten, bu süreçten de toplumsal enerji israfı yanında milli müktesebatımıza yansıyan kazanımlarımız olacaktır.
4 Yorum