Yükleniyor...
-Türkoloji alanında çok önemli çalışmalara imza attınız. Türk dili ve tarihine olan ilginiz nasıl başladı?
Türk dili ve tarihine ilgim lise yıllarında başladı. 1959-1962 yılları arasında İzmir İmam – Hatip Okulu’nun lise kısmında okuyordum. Okulumuza Ankara İlahiyat Fakültesini yeni bitirmiş üç genç öğretmen tayin edilmişti. Bunlardan biri de, aslen Kırım Türklerinden olan Mehmet Emin Güner (sonradan Maksudoğlu) idi. Bazı meslek derslerine ve Farsça dersine giriyordu. Benimle ilgilendi ve bana özel olarak İngilizce dersi de verdi. Bir şey daha verdi: Nihâl Atsız’ın Türk Ülküsü kitabı. Kitap beni çok etkiledi. Hem açık ve vurucu üslubuyla, hem de içindekilerle. Önümde bir Türklük dünyası açılmıştı. Sonra Toprak dergisine abone oldum ve küçük boy Toprak yayınlarını edindim.
1960 veya 1961’de İzmir’de Türk Ocağı açılınca ocağın gençleri arasında yer aldım. Artık İsmail Hami Danişmend’i, Osman Turan’ı, Nurettin Topçu’yu, Faruk Kadri Timurtaş’ı, Mehmet Kaplan’ı okuyor, Türkçü dergileri takip ediyordum. Üniversitede gireceğim yer de belli olmuştu: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. 1963-64 ders yılı. Yerimi bulmuştum. Bu bölümün büyük hocalarından dersler aldım. Reşid Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Ömer Faruk Akün… Ek olarak Umumi Türk Tarihi sertifikasını da almıştım. Orada da Zeki Velidî ve İbrahim Kafesoğlu’nun öğrencisi oldum. İstanbul’un milliyetçi kültür çevrelerinde bulundum. 1965 güzünde Ömer Lütfü Barkan’ın yönettiği Türk İktisat Tarihi Enstitüsü’nde uzman olarak işe başladım. İki yıl boyunca Barkan Hoca için Osmanlı tahrir defterleri ve şer’iye sicillerinden bazılarını yeni yazıyla fişlere geçirdim. Bütün bu ortam, diliyle, edebiyatıyla, tarihiyle Türkoloji’ye bir bütün olarak bakmamı sağladı.
1967 yılında asistanlığa Atatürk Üniversitesinde başlamam da benim için önemlidir. Halk şiirinin ve halk hikâyelerinin Erzurum ve Kars’ta canlı olarak yaşadığını gördüm. Âşıklar kahvehanelerde atışıyor, destan tasnif ediyordu. Genç asistanlar olarak onları dinlemeye gidiyorduk. Doktora tezi olarak Kars İli Ağızları’nı seçmem de bana bir başka ufuk açtı. 1969 yazında, Kars’ın köylerinden ve kasabalarından Azerbaycan ağızlarıyla anlatılan metinleri dinledim. Onları derledim ve defalarca dinleyerek yazıya geçirdim. Sahaya inmiştim ve saha araştırması yapıyordum. Tabii bu ağız malzemesini değerlendirmek için Kuzey Azerbaycan’da yapılmış ağız çalışmalarına da bakmam gerekiyordu. Sovyet devrinde onları getirttim ve tezimde kullandım. Artık Azerbaycan yazılı metinlerini Kiril harflerinden okuyordum. Böylece Kars ağızlarıyla ilgili olan tez konum, beni Türk Dünyası’na açmış oldu.
-Türklerin en eski yazılı kaynakları nelere dayanıyor?
Türklerin en eski yazılı kaynakları, Türk Kağanlığı’ndan kalma bengü taşlardır. Sekizinci yüzyılın ilk yarısı. Sayıları 300’ü geçmiş bulunan Altay bölgesi ve Yenisey yazıtlarının tarihleri daha eski değildir. Başlangıçta öyle sanılıyordu. Son araştırmalar, onların bengü taşlardan daha eski olmadığını gösterdi. Bu kısa metinler genellikle 8.-10. yüzyıllara aittir.
Bengü taşlardan daha eski çok az sayıda ve çok kısa birkaç metin vardır. Bunlardan biri yine Türk Kağanlığı’na ait Çoyr yazıtıdır. Altı satırlık yazıtın tarihi 680’lerdir.
Nagy Szent Miklos hazineleri denilen ve şu anda Viyana’da bulunan altın eşyalar üzerinde de Köktürk harfleriyle yazılmış üç dört kelimelik birkaç cümle vardır. Bir kısa cümle de Grek harfleriyle Türkçe yazılmıştır. Bunlar, 7. yüzyıla ve Tuna Bulgar Türk Hanlığı’na aittir.
Geç Hun devletlerinden biri olan Cao hanedanından kalma dört kelimelik Türkçe metin ise Çin karakterleriyle yazılmıştır. Çin kaynağı bu metnin dilinin Hunca olduğunu belirtmiş ve Çince olarak anlamını da vermiştir. Metnin tarihi 329’dur.
Şimdilik Türkçe en eski metin Esik kurganındaki bir küçük kap üzerinde bulunan iki satırlık yazıdır. M.Ö. 4. yüzyıla ait olan ve 26 harften oluşan bu yazıyı birçok Türkolog Türkçe olarak okuyup anlamlandırmışlardır. Ancak bu metni başka dilde okuyanlar da vardır. Dolayısıyla biz Türklerin okuyuşu, henüz dünya Türkoloji’sinde kabul görmüş değildir. Altın Elbiseli Adam yazıtı da denilen bu metin üzerinde benim de bir çalışmam vardır.
-Son çalışmalarınızdan biri Türk tarihi açısından büyük öneme sahip Oğuznameler. Konu hakkında bilgi sahibi olmak isteyen okurlarımıza Oğuzname metinleri ve üzerine yapılan çalışmalarla ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz?
Oğuzname, Dede Korkut Kitabı’nı da içine alan geniş bir kavramdır. Oğuznamelerde üç konu vardır:
Muallim Cevdet’in 1918’deki “Oğuzname – Kitâb-ı Dede Korkut” makalesinden ve Köprülüzade Mehmed Fuad’ın 1919’da ilk baskısı yapılan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabından beri Dede Korkut boylarının, Oğuzname’nin parçası olduğu biliniyordu. Fakat bilim dünyasında bu konu çok açık dile getirilmiyordu. Daha doğrusu Oğuzname meçhul bir esermiş gibi düşünülüyordu. Sözlü efsanevi tarih ayrı, Dede Korkut çalışmaları ayrı ayrı ele alınıyordu. Oysa bunlar bir bütünün iki ayrı parçasıydı. Üstelik üzerinde fazla çalışma olmayan bir de üçüncü parça vardı: Atasözleri.
En geç 13. yüzyılda yazma bir kitap hâline gelmiş olan ve üç parçayı da içinde barındıran bir bütün Oğuzname vardı. Eserini 1310’larda yazmış olan Mısırlı Türk tarihçisi Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek ed-Devâdârî bu yazmayı görmüş ve içinde bu üç parçanın bulunduğunu haber vermişti. Ebûbekir kitabın adının Oğuzname olduğunu da yazıyordu. Bugünkü bilgilere göre Oğuzname terimini ilk defa o kullanmıştı.
Ebûbekir’in gördüğü ve en geç 13. yüzyılda kitap hâline gelmiş olması gereken bu yazma bugün kayıptır. Fakat kayıp olan bu yazma üç parça hâlinde elimizdedir. Sözlü efsanevi tarih bölümü, biri Farsça, ikisi Çağatay Türkçesiyle yazılmış üç yazma olarak bugüne ulaşmıştır. Oğuz Kağan’ın hayatıyla sınırlı bulunan ve İslamlıktan önceki varyantı temsil eden yazma ise Uygur harfleriyle Türkçedir. Dede Korkut boyları, Dresden ve Vatikan yazmaları olarak elimizdedir. Bu iki yazmaya geçen yıl Günbed yazması da eklenmiştir. Fakat bu yeni yazmada sadece bir boy vardır. Birçok da soylama. Oğuzname’nin üçüncü bölümü olan atasözleri de biri Berlin’de, biri Petersburg’da bulunan iki yazma hâlinde günümüze gelmiştir.
Üç bölüm içinde, üzerinde en çok çalışılan bölüm Dede Korkut Kitabı’dır. Türkiye’de Kilisli Muallim Rifat, Orhan Şaik Gökyay, Muharrem Ergin, Semih Tezcan (Boeschoten’le birlikte), Sadettin Özçelik, Mustafa Kaçalin, Mertol Tulum – Mehmet Mahur Tulum; Azerbaycan’da Hamit Araslı, Ferhat Zeynalov – Samed Alizade, Şamil Cemşidov; Türkmenistan’da Annagurban Aşırov Dede Korkut boylarını yayımlamışlardır. Tarihçi Faruk Sümer de bu destani hikâyeleri, Oğuzların içtimai ve iktisadi hayatı bakımından değerlendirmiştir. Bunların dışında kitap, makale, bildiri hâlinde daha yüzlerce çalışma vardır.
Oğuzname’nin sözlü efsanevi tarih bölümünün en eski nüshası Farsçadır ve 14. yüzyılın hemen başlarında Reşideddin Fazlullah tarafından yazılmış Câmiü’t-Tevârîh içinde bulunmaktadır. Bu bölümün ilk ilmî yayını 1972’de Zeki Velidî Togan tarafından yapılmıştır. Tufan Gündüz’ün yeni bir çevirisi 2016’da yayımlanmıştır.
Sözlü efsanevi tarihin Çağatay Türkçesiyle iki nüshası vardır. Birincisi, Ebülgazi Bahâdır Han’ın 1660’ta kaleme aldığı Şecere-i Terâkime’dir. Eserin ilk ilmî yayını 1958 yılında Kononov tarafından Rusya’da yapılmıştır. Bu yayın eski harfli bir tenkitli metin yayınıdır. Muharrem Ergin, Kononov’un tenkitli metnini transkripsiyonlayarak ve bugünkü Türkçeye de aktararak 1970’lerin başında Tercüman 1001 Temel Eser dizisi içinde yayımlamıştır. Türkiye’de çeşitli nüshaları karşılaştırmak suretiyle yapılan ilmî yayın ise 1996’da Zuhal Kargı Ölmez tarafından gerçekleştirilmiştir.
Diğer Çağatayca nüsha, yazması Kazan’da bulunan Afganistan Afşarları Oğuznamesi’dir. Bu yazma 1998’de İstanbul’da Ahmet Veli Menger Vakfı tarafından tıpkıbasım olarak yayımlanmıştır. Sadece 150 nüsha. Bu yayın üzerine de bu nüsha hakkında bazı çalışmalar yapılmıştır. Fakat yazmanın ilmî yayını henüz yapılmamıştır.
Sözlü efsanevi tarih için en önemli yazma, Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’dır. 15. yüzyılda istinsah edildiği tahmin edilen bu yazma, sözlü efsanevi tarihin sadece Oğuz Kağan’ın hayatı bölümüyle sınırlıdır ama Türklerin Müslümanlığından önceki motifleri taşıdığı için çok önemlidir. Yazmayı 1891’de Radloff, 1928’de Rıza Nur yayımlamıştır. İlk ilmî yayın Bang ve Rahmeti (Arat) tarafından 1932’de Berlin’de yapılan yayındır. Arat bu çalışmayı 1936’da Türkçe olarak İstanbul’da da yayımlamıştır. Rus Türkoloğu Şerbak da 1959’da Moskova’da eserin ilmî yayınını yapar. Yazma üzerindeki son ilmî yayın Ferruh Ağca’ya aittir. Ağca, eseri geniş bir şekilde ele almış, bütün sorunlu yerleri çözmeye çalışmış ve eseri 2016’da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır.
Atasözlerini içine alan Berlin yazmasının ilmî yayını henüz yapılmamıştır. Yazmanın baş kısmı Orhan Şaik tarafından 1938’de yayımlanmıştı. Petersburg yazmasının da ilmî yayını henüz yoktur. Samed Alizade’nin bu yazma üzerindeki çalışması 1987’de Bakü’de yayımlanmıştır.
-Oğuznameler niçin önemli metinler? Bu soruya Türk dil, kültür ve medeniyeti bağlamında nasıl bir cevap verilebilir?
Oğuzname adı bir yanılmaya yol açmakta ve eser sadece Oğuz Türklerine ait sanılmaktadır. Oysa eser bütün Türklerin sözlü efsanevi tarihidir. Oğuz Kağan da bütün Türklerin efsanevi atasıdır. Hatırlayacaksınız, Uygur, Karluk, Kanglı, Kıpçak ve Halaç, Oğuz Kağan’ın beyleridir. Adları Oğuz Kağan tarafından verilmiştir. Yanılmaya yol açan bir husus da Dede Korkut boylarının sadece Oğuz Türkçesiyle yazılmış olan yazmalarının bugüne ulaşmış olmasıdır. Ebûbekir bin Abdullah’ın 1310’larda gördüğü yazma büyük bir ihtimalle müşterek Orta Asya Türkçesiyle yazılmıştı.
Oğuznameler, bütün Türklerin ortak tarih anlayışını, ortak yaşama tarzlarını ve estetik duygularını, ortak felsefelerini yansıtır. Sözlü efsanevi tarih bölümünde bütün Türkler, Sakalardan ve Hunlardan başlayan tarihlerini bir bütün olarak görmüşlerdir. Hunları Göktürkler ve Türgişler, onları Uygurlar ve Karahanlılar, onları da Sâmânoğulları ve Selçuklular izler. Bu, eski Türklerin tarih anlayışlarında bir süreklilik olduğunu gösterir. Belli bir tarihten sonra Çengizliler de bu silsileye bağlanmıştır.
Dede Korkut Kitabı ise edebiyatımızın zirvelerinden biridir. Orada Türk dilinin halk estetiği tarafından en mükemmel şekilde işlendiğini görürüz. Destani hikâyeler sözlü gelenek içinde nesilden nesile aktarılmış ve edebî tekâmül bakımından en üstün seviyesine ulaştıktan sonra meçhul bir müstensih tarafından yazıya geçirilmiştir. Bu hikâyeler aynı zamanda Türk yaşayış tarzının, Türk ahlak görüşünün, Türk kahramanlık ve dostluk anlayışlarının en yalın ve berrak yansımalarını da bize verir. Dede Korkut’un başındaki giriş ile atasözlerini bulunduran yazmalarda ise Türk hayat felsefesini buluruz.
-Nehir Destan Oğuzname (Oğuz Bitig) kitabınızda farklı varyantları parçalar hâlinde bulunan Oğuznameleri bir bütün hâlinde topladınız. Oğuznamenin bütününü ortaya koyma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bana bu fikri veren Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek ed-Devâdârî’dir. 14. yüzyılın başlarında Mısır’daki Kıpçak (Memlük) Türk devletinde yaşayan bu tarihçi, biri tek ciltlik, biri dokuz ciltlik iki dünya tarihi yazmıştır. Maalesef ikisi de Arap dilinde. Ama bütün ciltler İstanbul kütüphanelerinde. Ebûbekir’in eserleri Memlük tarihinin önemli kaynaklarındandır. Bugüne kadar Türkçeye çevrilmemiş ve işlenmemiştir. Bu eserlerde Ebûbekir, Türk efsanelerinden de bahseder. Türk efsane ve destanıyla ilgili iki yazma görmüştür. Oğuzname ve Ulu Han Ata Bitigçi. İkincisinden daha uzun söz eder. Oğuzname ile ilgili bilgi yarım sayfa kadardır. Onun yazdığına göre sonraki Türklerin saygı gösterdikleri ve elden ele dolaştırdıkları bir kitap vardır ve adı Oğuzname’dir. Bundan sonra diyor ki Ebûbekir, “Bu kitapta onların ilk faaliyetleri ve ilk hükümdarları hakkında bilgi bulunmaktadır. O hükümdarlardan büyüğünün adı Oğuz’dur. Oğuzname’de Tepegöz diye adlandırılan bir şahsın hikâyeleri anlatılır… Bu kitapta Oğuzların aralarında günümüze kadar anlatageldikleri meşhur hikâyeleri ve meselleri vardır.” Sonra da bildiğimiz Tepegöz hikâyesinin özetini veriyor.
Demek ki Ebûbekir açıkça Oğuzname’nin üç bölümden meydana geldiğini bize söylüyor. İçinde bu üç bölümün birinden veya ikisinden parçalar bulunan irili ufaklı tam 26 adet yazma eser vardır. Bunların birçoğunda da Oğuzname adı kullanılıyor. Mesela Berlindeki atasözü yazmasının adı Hâzihî er-Risâletu min-Kelimâti Oğuznâme el-Meşhûr bi-Atalar Sözi’dir. Bir başka küçük yazmanın adı Kıssa-i Oğuznâme’dir. Dede Korkut’un Vatikan yazmasının adında da Oğuzname kelimesi vardır.
Ebûbekir’in gördüğü yazma kayıptır ama o yazmanın içindeki üç bölüm parça parça elimizdedir. Bunu fark edince “Bunlar niçin bir araya getirilmesin?” diye düşündüm. Böylece Nehir Destan Oğuzname eseri ortaya çıktı. 26 yazmayı da kullanarak bir tür kolaj yaptım. Yazmalarda ortak olaylar anlatılırken ben en eskisini esas aldım, diğerlerindeki farklılıkları gösterdim. Dede Korkut boylarının hepsini almadım, o başlı başına bir çalışma olurdu. Yalnız onların da Oğuzname içindeki yerini göstermek için mukaddimeyi ve bir boyu koydum. Yeni bulunan ejderhayı öldürme boyunu da esere aldım.
Yaptığım birleştirme hakkında bir şey daha söylemeliyim. Bir araya getirdiğim Oğuzname, Ebûbekir’in 1310’larda gördüğü Oğuzname değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Oğuzname, Ebûbekir’den sonra da hem sözlü gelenekte yaşamaya devam etmiş, hem de muhtelif parçaları zaman zaman yazıya alınmıştır. Yani destan sürekli değişmiş, gelişmiş ve büyümüştür. Mesela Afganistan Afşarları Oğuznamesi, sözlü tarihlerini 1790’lara kadar getirir. Yani destan, yüzyıllar boyunca bir nehir gibi akıp durmuştur. Bu bakımdan çalışmamın adında “Nehir Destan” nitelemesi de vardır.
Çalışmamda bütün yazmalar hakkında bilgi verdiğim gibi Oğuznamelerdeki dönem ve katmanları, Oğuzname’nin oluşma zamanını ve bugüne yansımalarını da ele aldım.
-Oğuznamelerin araştırmacılar tarafından son yıllarda yeni nüshaları tespit ediliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bazı arkadaşlarımızın yeni dediği Oğuznamelerin bir kısmı eskiden beri biliniyordu. Mesela Topkapı Oğuznamesi 1932’den beri, Berlin yazması 1938’den beri Türkiye’de bilinen ve üzerlerinde yayınlar yapılan nüshalardı. Türk bilim dünyası 1998’de Kazan yazmasından da haberdar oldu. Der-Beyân-ı Oğuznâme ve Kıssa-i Oğuznâme adlı iki küçük yazmanın İngiltere Kütüphanesi’nde bulunduğu o kütüphanenin kataloğunda yer alıyordu ama Türkiye’de pek bilinmiyordu. Bu iki yazma 2016’da Necati Demir tarafından yayımlandı. Türkmenistan sözlü rivayetinden derlenen Dede Korkut boyları da 1997’deki İsa Özkan’ın yazısından beri Türk bilim adamlarınca bilinmektedir. Bu konuda DTCF’den Melek Erdem’in doktora tezi de vardır.
Yeni bulunan iki yazma vardır. Bunlardan biri, Günbed yazmasıdır. Bu yazmada, Dede Korkut Kitabı’nın diğer iki yazmasında bulunmayan soylamalar ve Salur Kazan’ın ejderhayı öldürmesi boyu vardır. Yazma, 12 Aralık 2018’de İran Türkmenlerinden Veli Muhammed Hoca tarafından bulunmuştur. 2019’da da yazmanın tıpkıbasımını da içeren üç yayın yapılmıştır: Metin Ekici, Yusuf Azmun ve DTCF’deki dört genç Türkolog tarafından. Azerbaycan’da da Ramiz Asker tarafından bir yayın yapıldı.
Diğer yeni yazma 22 sayfalık küçük bir eserdir; Mustafa Kaçalin tarafından Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde bulunmuş ve yine onun tarafından 2017 yılında yayımlanmıştır. Bu yazmada, Dede Korkut’un bilinen iki yazmasındaki mukaddime ile Boğaç Han boyunun baş kısmı vardır. Ancak mukaddimede, önceki yazmalarda bulunmayan soylamalar da vardır.
Câmiü’-t-Tevârîh’teki sözlü efsanevi tarih içinde bulunan çeşitli anekdotlar da öteden beri bilinmektedir; bunlar, bazılarının ileri sürdüğü gibi yeni Oğuznameler veya yeni Dede Korkut boyları değildir.
-Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları kitabının da bütünlüklü bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Hem Türk tarihini kağanlık dönemleri çerçevesinde hem de Orhun yazıtlarını geçmişten günümüze yapılan değerlendirmelerin ışığında ele alıyorsunuz. Bu tür çalışmaların Türkolojide ne gibi eksiklikleri tamamladığını düşünüyorsunuz?
Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları kitabımda şunlar vardır:
Birinci bölümde Çince kaynak çevirilerinin tamamını inceleyerek Köktürkler hakkındaki en tafsilatlı tarihi yazdığımı sanıyorum. Üstelik doğu ve batı kağanlıklarını birlikte yürüterek.
İkinci bölümdeki dil kısmında çok ayrıntıya girmedim, çünkü sadece metinlerin gramerini ele alan önemli çalışmalar daha önce yapılmıştı. Ben anıtların yazısı ve dili hakkında herkesin anlayabileceği bir el kitabı meydana getirdim. Üç bengü taşın edebî açıdan ilk kez bu kadar ayrıntılı işlendiğini söyleyebilirim. Özellikle metinlerin kompozisyonu ve üslubu bölümlerinin daha önce hiç bu şekilde incelendiğini sanmıyorum. Köktürk tarihinin ve bu metinlerin bugünkü edebiyatımızdaki yansımalarını da bu bölümde ele aldım. Bengü taşlardaki dünya ve devlet görüşü de Sadri Maksudi’den bu yana pek ele alınmış değildi. Ben bu açıdan da metinleri değerlendirdim. İkinci bölümde bu metinler üzerindeki bütün çalışmalar da tanıtılmış ve değerlendirilmiştir.
Üçüncü bölümde metinleri yeniden okuyup anlamlandırırken bütünlüğü kaçırmamaya dikkat ettim. Türkiye Türkçesine aktarmada hedef dilin kural ve üslubuna uydum. Notların bulunduğu dördüncü bölüm, aslında üçüncüyle bir bütün oluşturur. Benden önce defalarca yayımlanan bu metinlerde ben nereyi farklı okudum veya farklı anlamlandırdım? Farklı okuyuş ve anlamlandırmalardan birini tercih ettimse niçin onu tercih ettim? Bu küçük notlarda bunların cevapları vardır. Daha önce yayımlanmış bir metni yeniden yayımlayan her bilim adamının yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur bu. Hem önceki yayınların hakkını vermek hem de tercihlerimizin gerekçesini açıklamak, bilim adamlarının mutlaka uymaları gereken bir tutumdur. Popüler yayınlarda bu aranmayabilir ama ilmî olmak iddiasındaki yayınlarda bu şarttır. Bu şarta uymayanlar bulunduğu için bu konu üzerinde böyle ısrarla durdum. Böyle çalışınca bir yeniliği ilk defa kimin yaptığını da görmüş oluyorsunuz. İlk kez filan kişi tarafından bulunduğu sanılan bir çözümün, daha önceden bulunmuş olduğu da böylece meydana çıkıyor.
Sözlük ve gramatikal dizin bölümü, daha önceki çalışmalardan çok farklı değildir. Sadece yeni okuyuş ve anlamlandırmalar bakımından bir fark vardır.
-Yazıtlarla ilgili saha çalışmalarında, bakım – onarımları ve yazıtların korunmasıyla ilgili projelerde atılan adımlar ve yaşanılan zorluklar neler oldu?
Türkiye, anıt ve yazıtların bakım, onarım ve korunma çalışmaları için 1990’ların başında harekete geçti. 1993’te TİKA bir komisyon kurarak faaliyeti başlattı, 1994’te de Moğolistan’la ilk anlaşmayı yaptı. 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kalabalık bir bilim adamı heyetiyle Moğolistan’a gitti. Anıtlar yerlerinde incelendi. 1996’da da iki ülke arasında teknik işbirliği anlaşması imzalandı. O tarihten beri Türk bilim adamları bölgeye gitmekte, uzun süre kalmakta, anıt ve yazıtları yeniden belgelemekte, arkeolojik kazılar yapmakta ve korunma için gerekli tedbirler üzerinde çalışmaktadırlar. Anıtların yeniden belgelenmesi ve çalışmaların ayrıntıları TİKA’nın raporlarında ve Cengiz Alyılmaz’ın kitaplarıyla makalelerinde bulunmaktadır. Türk kuruluşlarının ve bilim adamlarının Orhun bölgesinde bir müze yapılmasını ve Köl Tigin anıtıyla Bilge Kağan anıtının müzeye taşınmasını sağlamaları büyük bir başarıdır. Bu iki anıta ve Tunyukuk anıtına giden modern yollar da devletimiz tarafından yapılmıştır.
Türkiye’nin ilgisi başka ülkeleri de harekete geçirmiş, özellikle Moğolistan, Kazakistan ve Japonya da bölgede ciddi araştırmalar yapmışlardır ve yapmaktadırlar.
Zorluklar tabiat şartlarından, iki ülkenin bilim adamları arasında zaman zaman ortaya çıkan anlayış farklılıklarından ve bürokrasiden kaynaklanmaktadır. Bu sebeplerle Tunyukuk anıtında henüz müze yapılamamıştır.
Her şeye rağmen ben bengü taş mekânlarının birkaç on yıl içinde Türk Dünyası aydınlarının yoğun şekilde ziyaret edecekleri mekânlar olacağını tahmin ediyorum. Şimdiden başlamış olan turistik ziyaretler de ileride çok artacaktır.
-Yazıtlar için “bengü taş” terimini kullanıyorsunuz. Modern zamanlardaki bilim kurgu roman ve filmlerinde kullanılan destan ve efsane motiflerini de insanların destanlara olan özlemine bağlıyorsunuz. O halde Oğuznameler ve Orhun yazıtları modern insana ne anlatıyor?
Bengü taş diyorum, çünkü Köl Tigin anıtındaki metni yazan ve anıtı diktiren Bilge Kağan da öyle demiştir. Yazdığı metnin ve anıtın ebedî kalacağına inandığı için. Aslında inancı da doğru çıkmıştır. Çünkü anıt da metin de hâlâ yaşıyor. Bu düşünceden de bir bilim kurgu çıkmaz mı? Ebediyen yaşamayı düşünen bir kağan var. Bunu nasıl sağlayacağını düşünüyor. Bir metin yazıyor ve onu bir taşa kazıtıyor. Taş büyülüymüş. Birden yerinden kopup göklerde kayboluyor. 21. yüzyıldaki Türk uzay aracıyla dünya yörüngesinde dolaşan gökmenlerimiz de taşı uzayda buluyor… Hollywood şirketlerinin birçoğu şimdi bilim kurgu ile efsaneleri birleştirerek filmler üretiyorlar. Yirminci yüzyılın teknolojisiyle insanlık film sanatına yöneldi ama efsanelerden bir türlü kopamadı. Çünkü insan zihni fantezilere göre ayarlanmış. İnsanlar yaşlandıkça çocukluk günlerini daha fazla anar olurlar. Bu hatıralar da çoğu kez sisler içinde olur. Toplumlar da ilerledikçe tarihte kalmış zamanlarını hatırlarlar. Onların bir kısmı da sisler içinde kalır. İşte onlar efsane ve destanlardır. Ve kimi sosyal antropologlara göre efsane ve destanlar, millet oluşumunda önemli rol oynar. Oğuznameler ve bengü taşlarda anlatılanlar da yeni Türk nesillerinde mit tasavvuru uyandırmaya çok müsaittir. Şimdi birçok askerimiz kollarına Köktürk harfleriyle Türk yazısını işletiyor. 30-40 yıl önce böyle bir şeyi asla hayal edemezdik. Hollywood diye yazıp Vikipedi’de ararsanız Köktürk harfli Türk yazısını orada bile görürsünüz. Bu, tarihe, destana, efsaneye dönüşün tipik bir örneğidir.
-Uzun yıllar üniversitede dersler verdiniz ve birçok öğrenci ve akademisyen yetiştirdiniz. Bugünkü akademik dünyada Türkolojinin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye Türkolojisi bence iyi bir noktadadır. Şu anda 200 civarındaki üniversitede, Türkoloji ile ilgili bölümlerde birkaç bin öğretim elemanı çalışmaktadır. Tabii ki sayı, kaliteyi göstermez. Ama bunca sayı içinde kaliteli araştırmalar yapan meslektaşlarımızın sayısı da hiç az değil.
Bundan 20-30 yıl öncesine keder Türkiye’deki Türk dili ve edebiyatı çalışmaları, tarihî metinler ve ağız malzemesiyle sınırlı gibiydi. Şimdi bütün Türk lehçe ve ağızlarını bilen, onlar üzerinde dil ve edebiyat çalışmaları yapan pek çok Türkolog var. Hatta Moğolca bilen meslektaşlarımızın sayısı da az değil. Yeni nesillerden Rusça bilenler de çıkıyor. Çince bilen tarihçilerimizin sayısı gittikçe artıyor.
Vaktiyle ihmal edilen genel dil bilimi alanı da genç Türkologların ilgi sahasına girmiş bulunuyor. Ancak derinlikli teorik çalışmalardan henüz uzağız. Karşılaştırmalı çalışmalar da bence henüz yeterli değil.
Dünyadaki önemli Türkoloji merkezlerinin bir kısmı yok oldu, bir kısmı zayıfladı. Bu elbette olumsuz bir durum. Dünya Türkolojisi zayıflayınca Türkiye Türkolojisi daha görünür hâle geldi. Ancak yabancı ülkelerde, sayıları az da olsa çok önemli ve yaratıcı Türkologların var olduğunu hatırlatmalıyım.
-Türklük düşüncesi bugün yeniden siyasetin ve insanların gündeminde. Bu bağlamda ortaya koyduğunuz metinlerle siz nasıl bir Türklük düşüncesi çiziyorsunuz?
Nasıl bir Türklük? Elbette yeni bir Türklük. Biraz paradoks gibi olacak ama tarihin hiçbir döneminde Türkler, bir önceki dönemde yaşayan Türklerle aynı olmamışlardır. Elbette onları Türk yapan ana unsurlar her zaman var olmuştur. Dilleri, gelenekleri, dünyayı ve hayatı algılayışları… Bütün bunlar gelişerek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Osmanlı döneminin Türkleri, Köktürk dönemindekilerle aynı olmadığı gibi, Cumhuriyet dönemindekiler de Osmanlıdakilerle aynı olmayacaktır. Üstelik 20. yüzyılın başından beri bütün toplumlar daha hızlı değişiyor. Dolayısıyla Türkler de değişecektir. Ama bir şekilde yine Türk kalarak değişeceklerdir. Dilde eski kavramların bir kısmı unutulacak, buna karşılık eskiden olmayan birçok yeni kavram dile girecektir. Zaten her gün giriyor ve bunu gözlemliyoruz.
Evet, yeni bir Türklük. Fakat tarihine, destan ve efsanelerine daha bilinçli olarak bakan, onlara yeni yorumlar getiren, çağın getirdiği yeni imkânlarla onları işleyen genç bir Türklük. Türk Dünyası’nın gittikçe birbirine yaklaşması, birbirini daha yakından tanıması. Türk bengü taşlarına, efsanelerimize Almatı’dan da, Astana’dan da, Taşkent’ten de, Bakü’den de, Ankara ve İstanbul’dan da aynı derecede ilgi. Akdeniz’de tatil yapan Asya Türkleri. Buna karşılık tatillerini Ala Tav’da, Tanrı Dağları’nda geçirmek isteyen Anadolu Türkleri. Yumuşak, hoşgörülü bir din duygu ve kültürü. Dinden gelen kültür unsurlarının modern vasıtalarla ve modern biçimde işlenişi. Çağı yakalamış, icatlar ve teoriler konusunda batı ülkeleriyle yarışır hâle gelmiş, bütünleşmiş bir Türk Dünyası. Tarihini, destan ve efsanelerini, menkıbelerini bilen fakat onlara, onların asli biçimlerine takılı kalmayan bir Türklük bilinci. Bir yandan müziğinin, rakslarının, destan ve mitlerinin asli biçimlerini bulmaya çalışırken bir yandan da onların asri yorumlarının peşinde koşan araştırıcı ve ilerlemeci bir Türklük. Yalnız insanı değil, insanının yaşadığı toprağı, o toprağın havasını, kokusunu, çiçeğini, kelebeğini koruyan, hayatı onlarla güzelleştiren bir anlayış ve bu anlayışa sahip nesillerin oluşturduğu genç Türkler.
-İleride yapmayı planladığınız çalışmalar, ele almayı düşündüğünüz konular nelerdir?
Benim alanım dil, tarih, destan ve edebiyat. Bütün bunlar üzerinde yapılacak daha çok iş var. Onlarla uğraşmaya devam ediyorum. Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Şiirler ve Atasözleri adlı eserim birkaç ay önce Bilge Kültür Sanat yayınlarından çıktı. İlmî çalışmalarım Makaleler adıyla kitap olarak çıkmış ve iki baskı yapmıştı. O kitaptan sonra yaptığım çalışmalar da Makaleler II adıyla Akçağ Yayınevi tarafından basılıyor.
1 Yorum