Yükleniyor...
Çocukluğumuzda Noel Baba’yı tanımaz, bilmezdik. Belki İstanbul’da filân görüp bilenler olmuştur. Fakat bizim Harput’a hele izi ayağı uğramamıştı.
Ayrıca, başında karyağdı, külâhı, geniş kollu, hâreli mantosu, göbeğine kadar ap ak sakalı, o şeytancıl gülüşüyle Noel Baba’yı görüp bilseydik de acaba sever miydik?
Hiç zannetmem. Çünkü o, bir kere bize değil, bizim hayatımıza aykırı, koyu züppe evlere girerdi. Üstelik iz bırakmayan çedik pabuçları ile kapıdan girmez, usulca ve hırsız gibi bacadan inerdi.
Asıl betimize giden, biz ağacı çok severiz, bu Noel Baba dedikleri hiç sevmezdi. Taze çamları, lâdinleri, dağlardan, tepelerden kökleyip veya baltayla kesip sırtında gezdiriyordu.
Ya o zembilinde ne var acaba? Belki de çalınmış veya zavallı fakir yavruya verilecekken ille de kaçırılıp onlar, hiç ihtiyacı olmayanlara getirilmiş hediyeler, şekerlemeler, oyuncaklar falan.
Bilmem Baltık Töton’larının eski bir putu mudur? derler; bilmem Danimarka ilâhı mıdır? Her nereden gelmişse gelmiş, baltası,torbası ve iki yüzlülüğü ile Hristiyanların Noel yortularına oturmuştur. Herhalde bu garip “baba” indiği zengin evlerinde sofraya kurulup hindi yer, şarap da içer, o cübbesi, sarığı ve sakalıyla kalkıp hiç sakınmadan oyunlar da kıvırır.
Biz Noel’i sonradan gördük ve her halde milletimizin törelerini bozup yeni âdetler ve yapmacıklar sokmaya çalıştığı için onu hiç sevemedik. Ama bu papaz kılıklı karnaval babasını, acaba bugün çocuklarımız seviyorlar mı?
Nasreddin Hoca gibi güldürür, sevindirir mi? Dede Korkut gibi Kopuziyle bize Oğuzili’nin yiğitlik destanlarını mı söyler?
Boz Atlı Hızır gibi evimize, bahçemize, yurdumuza yeşillik, bereket ve ümit mi bağışlar? Öyleyse nesini sevsinler?..
Boynunda haçı, sırtında koparılmış çam fidanı ile bize herşeysi yabancı olan Noel’i. annelerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz mi anlattı ki Türk çocukları sevebilsinler? Onunla Hangimizin bir geçmişi var? Dinlediğimiz masallarda, destanlarda, yahut tarihimizde, türkülerimizde mi geçiyor Noel Baba?
Al yanaklı, ama on bin yaşında bu ihtiyar kuklayı Türk çocukları, ille de Frenklik taslayan vitrinlerde ve alafranga salonlarda gördükleri için mi sevsinler? Yok canım! Bizim çocukluğumuzda Noel Baba yoktu; milyonlarca çocuğumuz için hâlâ da yoktur.
Ama halkımızın sevdiği Boz Atlı Hızır, milyonlarca çocuğumuz için yine de vardır. İşte o Hızır bize zembil dolusu cicili bicili aldatmacalar değil ama ümit ve ferahlık getirirdi.
İnanırdık ve bilirdik ki Hızır Aleyhisselâm bizi darda, yolda, karanlıkta bırakmaz. Hem öyle allı pullu esvaplarla, durup dururken bacadan da inmezdi. Çok sıkılıp çaresiz olduğumuz demlerde onu Allah yollardı. Tipide, fırtınada, bir tehlike anında Hızır’ın gelmesi demek; “Hayatta çaresizlik yok, Allah bizi unutmaz ve kurtarır” demektir.
Yalnız ve yoksul soframızda güler yüzlü anam; bazı geceler bizi yıkayıp giydirdikten sonra:
– Temiz olun, dua edin, hiç de üzülmeyin, Hızır Aleyhisselâm belki bu gece gelebilir, evimiz neşeyle, bet bereketle dolar, derdi.
Boz atıyla gelen Hızır, kutsal elini, ihtiyacımız olan birşeye sürdü mü, artık o şey bitip tükenmez olurmuş. Yüzümüze bir baksın, çok güzel ve sağlıklı olurmuşuz. Ayağını evimize atsa artık bolluktan, bereketten, şekerden yemişten geçilmezmiş.
Anlatırdı anam:
Yarı çavuş mahallesinde hani yeni genç yaşında üç çocuğu ile dul kalmış Sabriye hanım var ya… İşte o, bir gün dut pekmezi kaynatırken, kapı çalmış. Açmış bakmış ki nur yüzlü bir ihtiyar:
– Tanrı misafiriyim kızım, demiş. Hava dehşetli soğuk. Dizlerimde derman kalmadı. Bu gece izin verirsen misafirin olurum. Erkenden çıkar giderim.
Kadın, ne de olsa korkmuş, çocukları küçük… Tam “Başka kapıya biz senden daha yoksuluz!” diye cahillik edecekken, gözü ihtiyarın yüzüne ellerine takılmış: öyle bir aydınlık ki… Sabriye kadın, mutlu bir rüyaya geçmiş, sanki büyülenmiş gibi “buyur” etmiş ihtiyarı.
Nesi var ki ikram edecek, fukara kadın çocukların önündeki çorbadan, pekmezden birer kepçe getirip, saç ekmeğiyle misafirinin önüne koymuş. İhtiyar onu yeyip:
– Allah razı olsun, evinizden bet bereket eksilmesin! diye dua etmesi ile pekmezler, bulgurlar, unlar, yemişler, sinilerden, sepetlerden, çuvallardan nerdeyse taşmaya başlamış.
Bir de üç çocuğunun yanağını okşamış mı sana, yanaklarda pembe pembe güller açılmış. Bir de kadının elini tutmuş mu sana, Sabriye hanımın bileğini artık kimse bükemiyormuş. Pek de fazla oturmadan:
– Gam çekme kızım! Bu yavruları veren Allah büyütür. Sen çalış, ibadetini yap! Bu evin, bu çocukların yoksulluk yüzü görmeyecekler! deyip yürümüş. Geçtiği yerler, kıştan soğuktan sıyrılıp yemyeşil oluyormuş. Altın bahtlı Sabriye hanım, ardından bakakalmış. Gelenin Hızır Aleyhisselâm olduğunu neden sonra anlamış ki sırr… Hızır Benli Boz’una binip ansızın kaybolurmuş derler.
Anam bunu anlatır ve yarı şiir, yarı türkü, şu mısraları güzel sesiyle mırıldanırda:
Deryalar üstünde Boz Atlı Hızır,
Benli-Boz’a binmiş o da geliyor.
Anam, Sabriye Hanım’ın olayına inanırdı, çünkü Allah’la kulları ve yoksulları arasında sevgi bulunduğuna inanırdı. Onca zaten Hızır Aleyhisselâm, yüce Tanrı’nın sıkıldığını görerek yardım etmeyi dilediği kullarına bir elulağı idi. Öyle bir ihtiyarı yollasa da Allah kendisini seven gönülleri her zaman yoklar ve ferahlatırdı.
İster o nur yüzlü dede kılığına girsin ister girmesin Allah’ın iyilik ve bereketi olan Hızır, her yerde hepimiz için vardı. O kimi zaman önümüze çıkan güzel bir fırsat veya kısmet olurdu. Kimi zaman uzağımızdan yakınımızdan bize sevgi, iyilik, tazelik getiren bir insanoğlu idi.
Kısacası anam:
– Üstünüzü temiz, içinizi temiz tutun. Hızır bize de, en ummadığımız anda gelebilir, derdi. Gelir ve sorar:
– Dile benden ne dilersen!
Siz hiç şaşırmadan, kekelemeden cevap verin. Ama bir tek şey isteyin ha! Fazla aç gözlülerden hoşlanmazmış.
Çocukluk bu ya, hemen o nur yüzlü ihtiyar, kapıyı açmış da gelmiş, yanağımızı okşuyor gibi düşünür, öyle tavır alır, kardeşimle:
– Ne istesek ki? diye konuşurduk. Çok harçlık mı? Bir çift kırmızı potin mi? Yakası kürklü, içi atlaslı paltolardan mı? Allahım ne istesek! Hızır ha geldi ha gelecek…
Ama gelse idi biliyorum mutlaka şaşırır, ona hayran bakardık. Ona belki de sadece:
– Hızır amca, ne olur bizi annemizden ayırma! diyebilirdik.
Hızır åleyhisselâm değil mi o, gerisini zaten anlardı.
(Ahmet Kabaklı, Ejderha Taşı, 19.-24’üncü sayfalar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2007, 5. Baskı)
Servet Kabaklı
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı