Yükleniyor...
İçinde yaşadığımız dönem aslında hiç çağı geçmeyen, adı konulmamış olsa da aslında hep var olan millî devletler ve milliyetçilik çağı. Uzunca süreden beri “yükselen milliyetçilik” konuşuluyor, tartışılıyor. Hatta bazı yazarların geçmişte çok önemli görevler üstlenmiş emekli bürokratlarla sohbetinde “köpürtülen milliyetçilik” tarifi bile vardı.
Milliyetçilik kavramın genel adı. Aslında başında milletin ismi ile birlikte kullanmak gerekiyor, Türk milliyetçiliği gibi. Bunun özel adı da Türkçülük.
Milliyetçilik kavramı Fransız İhtilâli ile dünyanın gündemine girmiş olsa da aslında Türklerin hayatında hep vardı. Adının milliyetçilik olması şart değildi, herhangi bir adının olması da. Doğalı, milletin yaşayışına hâkim olmasıydı zaten. Çünkü milliyetçilik en basit tarifi ile milletini sevmek diye anlatılır. Yani, somut tariflerden daha fazla duygu, inanç ve iman hareketi.
O zaman milletin tarifine bakmak gerekiyor. Ziya Gökalp: “Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça [güzel sanatlar, estetik] müşterek olan, yani aynı terbiyeyi[nitelik kazandıran eğitim] almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” diyor. Gökalp “İnsan için maneviyet maddiyetten mukaddemdir [öncelikli]. Bu itibarla milliyette şecere aranmaz; yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin[ülkü] millî olması aranır[1].” da diyor.
Nihal Atsız’a göre millet; “Bağımsız yurdu olan teşkilatlı bir topluluktur. Aynı zamanda millet; insan olgunlaşmasının toplum hayatındaki son durağıdır. Türk milleti; Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen, zafer ve kültür yaratıcısı olan, gelecek için ülküsü bulunan, bunun için savaşa varıncaya kadar her türlü fedakârlığı göze alan güçlü bir topluluktur[2].”
Yani o da duyguları ve inancı öne koyuyor. Tıpkı Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözündeki iman gibi. Ve bu duyguyu besleyen kaynaklar ne kadar fazla ve daha önemlisi ne kadar zengin olursa duyguların yüksekliği yani sevginin büyük bir aşka dönüşmesi kolaylaşıyor. İşte bu aşkın adı milliyetçilik.
Bugün Türk ismi ve Türk milliyetçiliği üzerinde fırtınalar koparılıyor. Kimisi bunu önce ayaklar altına alıyor sonra ona sarılmaya çalışıyor, kimisi de geçmişin baskısı ile siyasî farklılığını anlatabilmek için olumsuz anlamlar yükleyerek farklı tariflere yöneliyor. Ama hiçbiri de gerçeklerden güçlü değil.
Türk tarihinin tartışmasız en büyüklerinden Atatürk de Onuncu Yıl Nutku’nda: “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.” diyerek Türk milletine aşkını ortaya koymuştu. Bugün bu sözlerdeki “Türk Kahramanlığı” ve “Yüksek Türk kültürü”nü sansürleyerek “Cumhuriyetin temeli kültürdür” denmeye çalışılsa da tutmaz, tutamaz. Hatta bunu Cumhuriyetin kurucu kadrolarının yer aldığı Türkiye’nin en yaşlı STK’sının şimdiki başkanı söylese bile tutmaz.
Dünyada, yaşayan en önemli Türkologlardan Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Milliyetçilik– Siyaset İlişkisi ve Türk yazısında, Türk’ün sözlükteki anlamını, “1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse. 2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse.” vererek, “Öyleyse Türk, hem Türkiye’de yaşayan bütün vatandaşlara denir; hem de dünyanın her tarafında yaşayan soydaşlara.” diyor.
Tarihin coğrafi keşifler yapılmadan önceki dönemine bakıldığında, Türklerin Asya’dan yola çıkarak kuzey ve güney Asya, Rusya içlerinden ve Anadolu üzerinden Avrupa ve Afrika’nın kuzeyinden Atlantik Okyanusu’na eriştiğini görüyoruz. Bugün, Batı Türklerini veya Batı Türklüğünü Türkiye temsil etmekte.
Çok değerli arkadaşım Hamdi Ünal’ın önemli bir tespiti ve uyarısı oldu: “13’üncü yüzyılda, beylikler döneminde, Osmanoğlu ailesi önemli bir stratejik karar aldı. Bu kararla yönlerini batıya dönerek, Anadolu’daki Türk beylikleri/devletleri ile uğraşmadı. Hem soydaşları ile uğraşmayacak hem de karmaşanın bir parçası olmayacaktı. Ayrıca batıya yöneldiğinde kendisine katılacak Türk nüfusu daha kolay temin edecekti. Ne de olsa hedefi, Türk olmayan zenginliklere doğruydu. Bu gidiş bir vatan arayışınaydı. Buldular da. İlk olarak Orhan Beyoğlu Süleyman Paşa Çanakkale Boğazı’nı geçerek Rumeli’ne girdi. Bundan sonra Balkanlar artık Türk’ün anavatanıydı.”
Balkanlar 561 yıl Türk Vatanı olarak yaşadı. Kaybederken savaşanlar vatanlarını kurtarmak için canlarını ortaya koydular ancak başaramadılar. Elimizde bugünkü yurdumuz kaldı. Belki de “Anadolu çocuğu, Anadolu insanı” gibi isimlendirmeler de vatan kaybının yarattığı travmanın yüzünden ortaya çıktı, kim bilir?
Fransız Jean Paul Roux da Türkleri “maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askeri anlayış ve buna uygun erdemler, gözü peklik, savaşanlar arası dayanışma, üste kesin itaat, kendisinin ve başkalarının hayatını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi, toplumsal sınıflar çok güçlü olmakla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları[3]” ile anlatır.
Bugün dört bir yanımız ateş çemberi. Yirminci yüzyılın başında da bugünküne benzer olaylar yaşandı. Çok zor ve zorlu dönemlerden geçildi. Bilmem kaç milyon kilometre kare topraktan 780 bine düşüldü. Düşülürken de milyonlarca can kaybedildi. Siyasetin görünümü şimdi de o günlerdekilere benziyor. O hâlde şimdi yaşayanlara düşen birlik olmaktır. Tıpkı o günlerdeki gibi…
Bu birliğin en önemli şartı ülkü (hedef) birliğidir. Birlik için ortak akıl oluşturmak, ortak akıl için de kavramlara yüklenen anlamlarda uzlaşmak gerekir.
Bu kavramların en önemlilerinden birisi “Ortak vatan, ortak tarih” vb isimlendirmelerdeki “ortak” sözüdür. Ziya Gökalp’te “Müşterek” olarak geçen bu kelime sözlük anlamı itibarıyla aynı gibi gözükse de yüklenen anlamın gücü farklıdır. Ortak denince birazı senin birazı benim algısı öne çıkmakta. Müşterek dendiğinde de oluşmasına iştirak etmek anlaşılmakta. Hâlbuki “birlik” gibi çok daha güçlü bir ifade var. “Ortak tarih, ortak vatan, ortak kültür, ortak ülkü” gibi kavramları konuşurken devreye “ortak yönetim, ortak savunma…” ne kadar kolay dilimize yerleşebiliyor. Tarih birliği, kültür birliği, ülkü birliği ne kadar güzel ve insanı içine alıveren ifadeler. Tıpkı Gaspıralı İsmail Bey’in sihirli sloganı “Dilde, fikirde, işte birlik” gibi… Bugün hâlâ aşılamayan bir söylem.
Milliyetçilikle yurtseverlik veya vatanseverlik arasında da buna benzer farklar var.
Sözlük anlamı itibarıyla yurt ve vatan aynı anlamı taşıyor. Yurt’un dokuz anlamından birisi Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası, vatan, ikincisi memleket. Diğer yedisi göçebe çadırı, öğrencilerin barındığı yer, yaşlıların barındırıldığı kurum gibi anlamları içeriyor. Vatan da sadece yurt olarak verilmiş.
Yurtseverlik de vatanseverlik de doğru kavramlar ama güçleri sadece sınırları içinde geçerli. Milliyetçiliğin yerini ikame edemiyorlar. Mesela İstiklâl Harbi kadrosuna baktığımızda büyük oranda Balkan Türklüğünden komutanları görüyoruz. Onların memleketi bugünkü sınırlarımız dışında kalmış. Ama orası bizim hayallerimizi süslüyor. Balkan türkülerini dinlerken içi kıpırdamayan, ağıtlarda gözleri yaşarmayanımız; Selanik’te Beyaz Kule’nin önünde çay içmeyi düşlemeyenimiz var mı?
Azerbaycan’a Ermenistan saldırısında, Türk’üm diyenler arasında, ayağa kalkmayan yok!
Cengiz Aytmatov’un kitaplarında bozkırda gezmeyen, Issık Göl’deki Beyaz Gemi’yi düşlemeyen var mı?
Türk Dünyasının ikinci Cengiz’i (Dağcı) ile Kırım’a ağlamayan, yüreği daralmadan onların başlarına gelenleri okuyabilen oldu mu?
Cengiz Aytmatov ile Muhtar Şahanov’un sohbetlerinden kitap hâline gelen “Kuz Başında Avcının Çığlığı -Yüzyılın Kavşağındaki Sırdaşlık-” kitabında bir paragraf çok dikkatimi çekmişti. Aytmatov köylerde küçük suç işleyenlerin birkaç yıl hapis yatırılırsa insan kaybının çok yüksek olduğunu bahsederek, köylerdeki “Biyler Heyeti” bütün halkın katılımıyla karar verirse; bu, bir yönden yanlış yapanın ar-namus duygusuna etki ederek eğiteceğinden” bahsediyor. Bunun hâlen Kaz Dağları’ndaki Alevi Türkmen köylerinde uygulandığı ve düşkün ilan etmeleriyle aynı olduğu anlaşılmıyor mu? Veya Türkiye’deki köy ihtiyar heyetinin kadim tarihten süzüle gelen bu kültürün bir parçası olduğu…
İstiklâl Harbi dönemini en iyi anlatanlardan Salahi Sonyel ve Bilal Şimşir kitaplarında Kuvayı Millîye’den milliyetçiler diye bahseder. Batılı kaynaklar ve o günlere ait belgelerde de milliyetçiler kullanılır.
Milliyetçilik, yurtseverlik ve vatanseverliği de kapsadığından en güçlü kavram olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayıdır ki büyük Atatürk her üç kavramı da kullanmış ama Büyük Millet Meclisini kurarken Büyük Yurt Meclisi veya Büyük Vatan Meclisi isimlerini tercih etmemiştir.
Bütün bunlarla birlikte bugünkü Türkiye Türkleri üzerine ağır bir sorumluluk binmektedir. İçinde bulunduğumuz ağır şartların ağırlığından kurtulmak için, hatıraların baskısından uzaklaşarak, kavramlar ve hedefler üzerinde anlaşarak, ülkü birliği içinde yarınlara yönelmeye mecburuz.
[1] Ziya Gökalp Kitaplar, YKY 1. Baskı, (Türkçülüğün Esasları) s 184
[2] H. Nihal Atsız, Türk Ülküsü, 1990, s.50-51
[3] Jean Paul ROUX, Türklerin Tarihi Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, Kabalcı Yayınevi 2007, s. 27