Yükleniyor...
Türkiye, her yeni gün bir önceki günü aratmayan gündem ve olaylara gebe oluyor. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki Türk milleti artık gündemin hızından etkilenmiyor. İnternette bulduğum bilgiye göre Dünya’nın kendi etrafında dönüş hızı saatte 1670 kilometre, Güneş’in etrafında ise saatte 107.000 kilometre olarak hesaplanmış olduğu söyleniyor. Bu yüksek hızı hissetmememizin sebebi ise dönüşün dengeli ve sabit olması ile yerçekimi olarak gösterilmektedir. Türkiye’de de durum farklı değildir. Aynı olaylar on yıllar geçse bile aynı şekilde yaşanmaktadır. Güç sahipleri yıllardan bu yana gündemi yönetmektedir. Onların istediği gündemi tartışıyor istemedikleri ise aklımızdan uçup gidecek şekilde ve göz atılacak şekilde gösteriliyor. Böylece toplum aynı şeyleri yaşasa da her defasında öncekinden daha da tepkisizleşiyor ve olaylar hafızasında yer etmemeye başlıyor.
Türkiye, Bahçeli’nin “çözüm süreci” ve “umut hakkı” açıklamalarından bu yana başka bir yola girmiş gibi duruyor. Aslında iş pek de öyle değil. Çünkü yaklaşık 15 yıl önce mevcut iktidar döneminde yine bir “çözüm süreci” girişimi olmuş ve “başarısızlıkla” sonuçlanmıştı. Bugün yine bir “çözüm” ya da “barış” süreci bir dejavu gibi yaşanmaktadır. Yine bu sürece karşı çıkanlar “kötü niyetli”, bu süreci destekleyenler ise “barışı” uzun vadeli olarak yerleştirmek isteyenler olarak sunuluyor. Gerçekten terör ve terörist ile bir süreç bu ülkeye “barış” getirir mi? Yoksa verilen tavizler 15,30,45… sene önceki tavizler gibi gelecekte acı bir şekilde hissedilir mi? Sürekli aynı şeyleri yaşıyoruz ama yaşadıkça alışıyoruz ve toplum da bu olaylara karşı uyuşarak eskisinden daha az tepki veriyor. Tıpkı dünyanın dönüşünü hissetmememiz gibi…
Bir başka gündem ise iktidarın yargıyı sopa olarak kullanıp karşıt sesleri sindirme çabası. Bu sürede Prof. Dr. Ümit Özdağ, TCK md. 216 (Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu) sebep gösterilerek hukuksuz bir şekilde tutuklandı. Ardından gazeteci Barış Pehlivan, Serhan Asker, Seda Selek ve Kürşat Oğuz adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Suat Toktaş’ın ve akademisyen Dr. Çiğdem Bayraktar Ör’ün tutuklanmasının dışında bu süreçte oyunculuk sektöründe de tutuklanma ve gözaltılar gerçekleşti. Gerçekleşen süreç bize yine geçmişi çağrıştırıyor. Yaklaşık 15 sene önce fethullahçıların bir operasyon dalgası olan Balyoz ve Ergenekon kumpas taktiklerine benzer yöntemler ile karşıt sesler susturulmaya ve olası sesler ise caydırılmaya çalışılmaktadır. Eflatun’un dediği gibi, “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Türkiye hemen hemen her döneminde iktidarların bu yöntemi ile karşı karşıya kalmıştır. Nasıl ki Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Nemrut Paşa tarafından hukuksuz bir şekilde İngilizlerin gözüne girme amacı ile idam edilmişse; nasıl ki Kurtuluş Mücadelesi’nde emperyalizmi Anadolu’da gömen, başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere barut öksüren adamlar idam fermanları ile gezdiyse; nasıl ki 1944’te Atsız hoca ve Turancılar, Irkçılık-Turancılık davası ile dünya harbinin kazananlarına göstermek için tabutluklara girdiyse; nasıl ki Balyoz ve Ergenekon’da Kemalist, ulusalcı, millliyetçi vatanseverler fethullahçı yargıya teslim olduysa; bugün de bir başkası denenmeye çalışılıyor. Anayasanın üstünlüğünü ve anayasa yargısını etkisizleştirmenin bu yolu, yasaların anayasaya değil, anayasanın yasalara uydurulması anlamına geldiğinden “anayasaya karşı hile” olarak görülebilir.[1] Sürekli aynı şeyleri yaşıyoruz ama yaşandıkça alışılmışlık oluyor ve toplum da bu olaylara karşı uyuşarak eskisinden daha az tepki veriyor. Tıpkı dünyanın dönüşünü hissetmememiz gibi…
Bir başka gündem ise teğmenlerimiz. Mezuniyet törenlerinde kılıç çekerek ettikleri yemin o günden bu güne gündemimizdeydi, ta ki ihraçları açıklanana kadar. MSB’nin açıklaması ise şu şekildedir: “Kara Harp Okulu Sancak Devir Teslim ve Mezuniyet Töreni sonrasında kamuoyuna yansıyan görüntülerin ardından başlatılan idari ve disiplin soruşturmaları kapsamında; Millî Savunma Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu tarafından sıralı 3 disiplin amirine, Kara Kuvvetleri Yüksek Disiplin Kurulu tarafından 5 teğmene Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu ve Türk Silahlı Kuvvetleri Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği amir hükümleri ile diğer mezkûr mevzuat gereğince “Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezası” verilmiştir.
“Önceliği müesses disiplinin muhafazası ve idamesi olan Türk Silahlı Kuvvetlerimizde; disipline aykırı hiçbir eylem, olay ve duruma müsamaha gösterilmeyeceğinden en ufak bir şüphe duyulmamalıdır.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Tabii ki bu diğer gündemlere göre farklı bir gündem, çünkü içinde vatan sevgisi olan hiç kimseyi rahatsız etmeyecek bu yemin sonrası disiplinsizlik sebebi ile söz konusu ihraçlar gerçekleşti. Tabii ki akıllara şu soru geliyor: Söz konusu disiplin, ihraç gibi ağır bir sorumluluk içeriyor mu? Bu derece ağır bir sorumluluk net bir şekilde olsaydı komisyonda oylama 5’e 4 bir şekilde çıkmazdı diye düşünüyorum. Bu yapılanlar küresel odakların hoşuna gitse de, şu yaşanan dönemlerde içimizde nifak tohumu sokmak isteyenlerin hoşuna gitse de şu bir gerçektir: Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır. Tarihin her döneminde Türklere yönelik girişilen bu yöntemler her zaman ordu ve millet anlayışımızı tetiklemiş ve içimizdeki vatanperver duyguları körüklemiştir. En son Anadolu Türklerine yönelik girişilen ve Türkleri devletsiz bırakmaya yönelik planlar, Samsun’da başlayan ve tüm Anadolu’ya yayılan bir Türklük dehşetine dönüşmüştür. Ondandır ki bu kılcal damarlarımızla çok oynamaları böyle bir kültürel ve sosyolojik sonuç doğuracaktır. Sürekli aynı şeyleri yaşıyoruz ama bu olay içimizdeki millî duyguları dürtüyor ve dengeyi bozuyor. Denge bozulursa dünyanın dönüş hızı hissedilir mi göreceğiz.
Bunların dışında asıl ve en önemli gündem: Yaşam. Bolu’daki yangında 78 canımız öldü. Dile kolay bir ihmalden dolayı 78. Kimin sorumlu olduğunun gündem olduğu kadar keşke giden canlarımız gündem olsaydı. 2. yılına yaklaştığımız depremde ise 53.737 canımız enkaz altında kaldı. Değil 2 yıl 20 yıl geçse de unutulmaması gereken bu olay o yılın nisan ayında çoktan seçim kampanyası uğruna unutulmuştu bile. Türkiye’de sürekli ihmalkârlıktan dolayı canlarımız ölüyor ve unutuluyor. Asıl bu olaylar unutulmamalı, ders çıkarılmalı çünkü canlarına, milletine sahip çıkamayan bir ülke ne bilim adamı, ne gazeteci, ne siyasetçi ne de subay yetiştirebilir. Sürekli aynı şeyleri yaşıyoruz ama yaşadıkça alışılmışlık oluyor ve toplum da bu olaylara karşı uyuşarak eskisinden daha az tepki veriyor. Tıpkı dünyanın dönüşünü hissetmememiz gibi… Ama buna bir tepki vermemiz lazım, tepki vermez isek kıyameti de hissedemeden yok olur gideriz.
[1]Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 35. Baskı, s. 415.