Edebiyat – Tarih İlişkisi ve Birkaç Örnek

 Bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın bütün ilminden, keşfiyyatından, terakkiyatından istifade edelim. Lâkin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz!  (1923)   Gazi Mustafa Kemal                   İnsanlığın tecrübeleri, hayalleri, umutları, endişeleri ruhî çatışmaları ve sükûnu ile yarattığı eserler içinde edebiyatın, muhakkak ki ayrı ve seçkin bir yeri vardır. Edebiyat bu yeri beynin ve kalbin eseri […]


Paylaşın:

 Bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın bütün ilminden, keşfiyyatından, terakkiyatından istifade edelim. Lâkin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz!  (1923)

 

Gazi Mustafa Kemal

        

         İnsanlığın tecrübeleri, hayalleri, umutları, endişeleri ruhî çatışmaları ve sükûnu ile yarattığı eserler içinde edebiyatın, muhakkak ki ayrı ve seçkin bir yeri vardır. Edebiyat bu yeri beynin ve kalbin eseri olan dile borçludur. Dil, tabiatın bir eseri olmadığından tamamen insana aittir. Öyle olunca da kültürlerin taşıyıcısı olan dil, insanlığın macerasını da taşır. Kısaca edebiyat, bütün türleriyle insanlığın macerasıdır. Dilin sınırı düşüncenin sınırı olduğuna göre, ait olduğu dönemin düşünce sınırlarını da bize edebiyat öğretir. Edebî eser insanlığın ruhudur.

 

         Edebî eser, temsilcisi olduğu dilin dönem özelliklerini, imkânlarını, söyleyene ya da yazana ait duyuş ve düşünceleri sunmakla yetinmez; döneminin insanını da dinleyenin ve okurun önüne getirir. Bu özelliğiyle dil; tarihçilerin, toplum bilimcilerin, felsefecilerin, ruh ve davranış bilimcilerin, siyaset bilimcilerin, dil bilimcilerin, din bilimcilerin, sanatçıların, eğitimcilerin temel malzemesidir. Bilim adamları ve sanatçılar edebî eserde -ne olursa olsun- insanla karşılaşırlar. Eskilerin “Lisân-ı beyan, aynıyla insan!” sözünün bir manası da budur. Biz de kendi insanımızı kendi edebiyatımızda buluruz. Türkçe biziz!

 

         Edebî eser hayatı anlaşılır yapar; anlaşılır olan da bilgiden üstündür. Bilgi, ancak bilinç seviyesine yükselince hayatımıza müdahale eder, anlaşılan ve algılanan, kavranılan duygu, düşünce, kişilik olay ya da eşya kişiliğimizi yeniden şekillendirir. Bu ilerlemedir! İnsan okudukça değişir, gelişir, derinleşir; yücelir! İnsan binlerce yıldır –bu bilinçle– söylüyor, yazıyor, bu bilinçle binlerce yıldır okuyor. İnsanın ilgi alanı insandır!

 

         Şaşkınlığımız

 

         Bazen bir sanat ya da teknoloji harikası karşısında, acılar yahut felaketler karşısında şaşkınlığa ve çaresizliğe düşeriz. Kalbimiz hayranlıklar, acılar, sevinçlerle delik deşiktir; orada çiçeklerle kaplı dağlar, kara göllerle dolu obruklar vardır. Bunlar yaşadığımızın delilleridir. Önemli olan kalbimizde aşılamaz uçurumlar kalmamasıdır. Ne yazık ki bir kısmımız bu uçurumları dolduramadan hayatımızı tamamlarız. Bu uçurumların dolgu maddesi kendi toprağımızdır. İnsandan insanlığa giden yol, kendi toprağımızdan yani kendi edebiyatımızdan ve tarihimizden geçer. Gittiğimiz yerde kendimizi buluruz. Eğer hayatı ve hayatımızı anlamsız bulduğumuz vakitlerimiz oluyorsa bilelim ki içimizdeki uğultu, dolduramadığımız uçurumların uğultusudur; onları aşmayı bilememişiz demektir.

 

Harikalar yaratan mimar, ressam, heykeltıraş, şair, romancı, besteci, elektronikçi, motorcunun eseri karşısında şaşkınlık ve hayranlıkla susarız. Sinan’ın, Itrî’nin, Fuzûlî’nin, Levnî’nin, Mehmet Siyahkalem’in, Mevlâna’nın, İbn-i Sinâ’nın karşısında bazen suçlu gibi, bazen imrenerek, bazen hayranlıkla kalabiliriz. Bütün varlıklarını mürekkep ve renk diye kâğıtlara sıvayan, taşa ve demire vuran bu insanların bizden farkları neydi? Yüzlerce eser sahibi, nasıl yaşamışlardı? Onların da eşleriyle sorunları oldu mu? Çocuklarının endişelerini taşırlar mıydı? Onlar da bir ruh taşımıyorlar mıydı? Hiç mi sevmemişlerdi? Nefretleri, hayranlıkları yok muydu? Büyük Itrî, kendi bestesi olan ezanlarını ilk kez dinlerken hangi duygu seline kapılmıştı? Ağlamış mıydı? İmparatorluğun mücevhercisi Mimar Sinan, Kanûnî’nin Süleymaniye Camisinin karşısında “Sen aç!” şerefli buyruğu karşısında ürpermiş miydi?

 

Ya tarihi yapanlar? Oğuz Kaan’ın insanî yanı yok muydu? İkinci eşini eve getirdiğinde ilk eşi onları gülümseyerek mi karşıladı? Kürşad, kırk arkadaşıyla beraber Çin sarayının merdivenlerini kanıyla sularken adının bugün de anılacağını biliyor muydu? Oğlu tarafından öldürülen Uluğ Bey, öz oğlunu boğduran Muhteşem Süleyman yahut Kösem Sultan yaşayan birer insan mıydı? Sırtında şir pençe çıkan Yavuz Selim “Her şeyim var; fakat hiçbiri benim değilmiş!” demiş midir? Hz. Hüseyin’in kanını döken Şimir nasıl bir katildi? Henüz müşrikken dört yaşındaki kızını diri diri gömmek için toprağı kazdığı sırada babasının tozlanan eteğini silkeleyen çocuğunu hatırladıkça ağlayan Hz. Ömer’deki dehşet verici dönüşüm nasıl olmuştu? Binlerce yıllık geçmişi olan bir milletin kaderini tek başına yüklenmiş Mustafa Kemal’in Çankaya’da geçirdiği uykusuz geceleri hangi araçlarla anlayabiliriz?

 

İnsan, sanat eleştirmenlerinin ve tarihçilerin konusu değildir. İnsan, sanatçının eseridir ve sanat eserindedir. Hiçbir bilim dalı, hiçbir sınıflandırma (psikoloji, sosyoloji, felsefe, tarih vb.) bize insanı tam olarak veremez. Bize insanı bilim değil, yine insan verebilir; yani sanatçı!“İnsan, insanın kurdudur.” diyenler bunu söylüyorlar. Ne yazık ki yukarıda basit bir örneklemeyle adlarını saydığımız tarihî kişiliklerin insanî özellikleriyle ilgili çok şey bilmiyoruz. Niçin? Bu “niçin”in cevabını edebî çaresizliğimizde aramak gerekiyor.  Belki bazılarına çok insafsız bir hüküm gibi gelecek olan bu “edebî çaresizlik” sözünü şu sorulara verilecek cevaplara dayandırıyorum. 1. Acaba, bugün yeryüzünde varlığını sürdüren milletler ve halkların içinde kaçının sözlü ve yazılı edebiyat geleneği Türkler kadar zengindir? 2. Acaba, kaç milletin ve halkın tarihî macerası Türk tarihi kadar zengin ve renklidir? 3. Acaba, hemen bütün çağlarda, bilinen dünyayı, adım adım görerek tanıdığı bütün milletler ve halklarla kültür alışverişinde bulunup zenginleşmiş Türk milletinin cesareti ve tecrübesi ölçüsünde kaç topluluk vardır? 4. Ve acaba, Türklerin dışında hiçbir dilde olmayan “yalan dünya” kavramı bizi bir tür atalete mi sevk etti? Öyleyse Selimiye’yi biz yapmadık mı, Mesnevî’yi biz yazmadık mı? İbn-i Sinâ hangi kültürün eseri? Yıldızımız söndü de biz mi görmüyoruz?!

 

         Avrupalılar bugüne gelebilmek için iğneyle kuyular kazarken, derin ve tehlikeli sulardan incilerini birer birer toplarken biz, bütün geçmişimizi kör kazmalarla yıktık, yıkıyoruz; dolma(!)kalemlerle karaladık, karalıyoruz!.. Tarih eğitimimiz “tarih eğitimi” değil, edebiyat eğitimimiz “edebiyat eğitimi” değil, sanat eğitimimiz “sanat eğitimi” değil! Tarihimiz kronoloji, edebiyatımız dedikodu, sanatımız taklit! Bir öğretmenin bir öğrencisine vereceği en korkunç ceza, o çocuğu sınıfta “yok” saymaktır. Biz millet olarak bütün geçmişimizi yok sayıyoruz. Kültür değerlerimizin hiçbirinin kaynağına inmiyoruz. Birtakım eller, yaşadığımız kültürü adeta paketlenmiş süpermarket malları gibi bize sunuyor. Oğuz Kaan’ı, Uluğ Bey’i, Satuk Buğra Han’ı, Bilge Kaan’ı, Ali Şir Nevai’yi, Mevlâna’yı, Hacı Bektaşi Veli’yi, Yunus Emre’yi, Fuzûlî’yi, Bakî’yi, Mimar Sinan’ı, Nefî’yi, Levnî’yi, Muhammet Siyahkalem’i, Sedefkâr Mehmet Ağa’yı, İsmail Dede Efendi’yi, Şeyh Galip’i mezar taşlarından biliyoruz, dedikodulardan biliyoruz… Hiçbiri ne romanımızda, ne sinemamızda, ne tiyatromuzda, ne resmimizde, ne heykelimizde var. Biz kabuğu yaşıyoruz, özümüzü unuttuk. Edebiyat-tarih ilişkisi burada başlıyor! Biz, Mehmet Akif’i anlamayan, Türk tarihinde devlet kurucuları arasında seçkin bir yeri olan büyük Türk Atatürk’ü çocuklarına anlatamayan bir kalabalık olduk. Tarihi eserlerini kazmayla yıkan, yakın geçmişini bile ham hayaller uğrunda yok sayan bir kalabalık…                 

 

 

Eller Ne Yapmış?

 

         Batı Roma’nın yıkılışı (MS 476) ile Doğu Roma’nın yıkılışı  (MS 1453) arasında tam 1000 yıl vardır. Bu dönem Orta Çağ yahut Karanlık Çağ olarak adlandırılıyor. Dönemin sonunda gelişen Rönesans edebiyatını yazan Van Tieghem şu ürpertici hükmü veriyor: “Barbar istilaları ve bilhassa Hristiyanlığın galebesi üzerine, eski edebiyat, en büyük kısmı itibariyle ortadan kaybolmuştur; bu ziyâ gayri kabili telâfi idi; geride kalan eserlerin sonraları yeniden bulunan büyük bir kısmı, ya saklı kalmış yahut unutulmuştu. Bazı Latin muharrirleri orta zamanlardan her vakit malûm kalmıştı; Virgile, Ovide anlaşılmasalar bile, bahisleri geçiyor, taklit olunuyordu. Zaman zaman, eserlerinden vakalar veya fikirler iktibas ediliyordu, fakat yazmak sanatına hiçbir tesirleri olmuyordu. Edebî an’ane zinciri kopmuştu. Rönesans onu yeniden bağladı.” (Tieghem, 1935, 41) Latin ve Yunan kaynakları, Kilisenin kitapları, halk masalları, efsâneleri, destansı hikâyeleri yaklaşık 500 yıldır Batı’nın sanatını ve kültürünü besliyor, Batı bilim ve teknolojinin itici gücü olmaya devam ediyor. Dante (13–14. yy), Shakespeare (17. yy), Goethe (18. yy) bütün Avrupa edebiyatının üç atlısı sayıldılar, dehâ ölçüsünde saygı gördüler ve görmeye devam ediyorlar.

 

         Finlandiyalı gezici bir köy doktoru olan Dr. Lönroy, ülkesinin hiçbir köyünü eksik bırakmadan 12 yıl boyunca dolaşmış; Fin halkının masallarını, hikâyelerini, dil ünlerini toplamıştı. Bugün Kalevela adıyla bildiğimiz bu destan bir yalnız adamın milletine armağanıdır. Fin milleti, köksüz bir halk olmadığını bu destanla ispatlamış, millî birliğini sağlamış, uluslar arasında saygın bir konuma oturmuştur.

 

         Bir başka örnek de Ruslardır. Türk dili ve tarihi açısından da önem taşıyan bu örnek ve yarattığı sonuçlar tam bir ibret niteliğindedir. MS 910 yılında ilk defa bir yazılı belgede adları geçen Rusların bir edebî eserden kendilerine nasıl bir geçmiş yarattıklarına bakalım.

 

         Müthiş Bir Örnek

 

         1791 yılında II. Katherina’nın emriyle Ortodoks kilisesinin manastırlarındaki arşivlerde ve kütüphanelerde Rus tarihi için önem taşıyan yazma eserler gözden geçirilirken 16. yy.’a ait olduğu düşünülen bir mecmuada “İgor Destanı” adı verilen bir metin bulundu. Bu metnin dili yarı yarıya Slavyan ve Türkçe idi. Metindeki olayların 12.yy.’da geçtiği ve 16.yy.’da yazıya aktarıldığı, 18.yy.’da da kopyalandığı düşünülürse de zamanımıza kadar süren bir tartışma başladı: Orijinal metin elde yoktur. Eklemeler ve uydurma bölümler çoktur, olayların tarihî dayanağı yoktur; II. Katherina’nın millî emellerine hizmet için uydurulmuştur. Bütün destan sahtedir vb. Elbette karşı görüşler de vardır ve “En kötüsü odur ki destan ile ilgili meselelerde, her renkteki Rus birleşmiştir: Beyazlar, Kızıllar, Yeşiller. Bunların yekvücut olmalarının fikir ayrılıklarından daha sağlam bir esası vardır.”(Lesnov, 1951, 19) Bu sağlam esasın -Türklerin dışında- bütün milletlerin vazgeçmediği, ırkçılığa varan milliyetçilik olduğunu söylemeye lüzum bile yoktur. Onlara göre bu destan gerçektir ve “İgor” adeta Rusların Oğuz’u kabul edilmektedir.  

 

         İgor Alayı/Ordusu Destanı’nın bizi çok yakından ilgilendiren özelliği Türk dili tarihi ve Rusların milletleşme tarihi açısındandır. Burada Kazakistan’ın büyük dilcisi Olcas Süleyman’ın“Az i Ya” adlı eserinden bir alıntı daha yapalım: “ XII. asırda Türk dili yalnız Kiyev Rusyası knez saraylarında kullanılmıyor, tüccar ve savaş zümresini de içine alıyordu (…) İgor Destanı’nın müellifi de Türk dilinin havası, suyu ve şiiri mevcut olan bir muhitte yaşayıp eser vermişti. O kendi devri ve zümresinin evladı idi ve metinde artık sıradan çıkmış Türkizmlerden değil, okuyucuların anlamayacağından korkup çekinmeden canlı Türk terimleri ve sözlerinden bol bol faydalanıp kullanmıştır. Çünkü o kendi eserini XII. yüzyılın iki dilli okuyucusuna göre hesaplamıştır.” (Süleyman, 1992, 176-177) Şaşırdınız değil mi? Ben de şaşırmıştım! Şimdi hazır şaşkınlığımız üzerimizdeyken Rus Bilimler Akademisi üyesi ve şair Mihail Sinelnikov’a da kulak verelim: “Şairi bilinen şiire geldiğimizde 800 yıl öncesine gidebiliriz. İlk dönemlerde şiirle nesri ayırmak zordur, ama yine de şiirin öne çıktığını söyleyebiliriz. İgor Alayı Destanı’nın yazılma tarihi hakkında tartışmalar hâlâ devam ediyor ve ben bu tartışmalara girmek istemiyorum, ama gerçekten dahiyâne bir eser. Eserde gerek Slavyan, gerekse eski Türk dilinin birbirine karıştığını ve her ikisinin de karakteristiklerini görüyoruz. Buradan hareketle diyebiliriz ki İgor Alayı Destanı’nın oluştuğu dönemlerde Türk dili uluslararası bir iletişim dili idi. Rus dilinin oluşmasına yalnızca eski Sılavyan dilinin ve Bulgarcanın değil, aynı zamanda Rusça sözlüğün üçte birini oluşturan Türk dilinin çok etkisi olmuştur. Türk dilinin, Rusçanın estetik, edebî bir dil olarak gelişmesinde katkısı büyüktür.” (Sinelnikov, 2007, 20)

        

Rus Bilimler Akademisi üyesinin tespitine göre şairi bilinen ilk şiirler 800 yıl öncesine gidiyor, yani 12.yy.’a Peki, Köktürk Yazıtları kaç yıl öncesine gidiyor? 1300 yıl!.. Yani 8. yüzyılın başına! Bu noktada tekrar Olcas Süleyman’a kulak verelim: (Seçkin bilim adamı Türk dili ve kültür tarihimizle ilgili ihmalleri sıraladıktan sonra) “(…) Ben bu acıklı durumu ister istemez, herkesin bildiği başka bir konu ile mukayese ediyorum: İgor Destanı ile muntazaman meşgul olduğum on yıl boyunca eski Slav destanı ile ilgili kitapların, makalelerin sadece küçük bir kısmını inceleyebilmiştim. Sadece destandaki Türkizmler onlarca makalede ele alınıyordu. Bunların toplamı Türk paleografyası ile ilgili eserlerden kat kat fazladır. Destanla ilgili tartışmalara Puşkin, Karamzin, Hlebnikov, Blok, Mayakovski ve daha niceleri katılmışlardır. 12. yüzyıl Avrupa edebiyatının hiçbir abidesi millî medeniyetin inkişâfına bu destan kadar tesir etmemiştir. Bu da âlimlerin büyük gayretleri, merakları sayesinde mümkün olabilmiştir. Bugünün diline tekrar tekrar tercüme edilen destan her okul öğrencisinin çantasında yerini aldı. Ana dil derslerinde onu seve seve ezberleyip onun yardımıyla halka ve halkın tarihine saygıyla yaklaşmayı öğrendiler. Umumi Slav medeniyetinin bu eski belgesi masa başı ilminin boz kılıfına kapanıp kalmadı. Bu destan çok eski çağlardan itibaren Slav zekâ ve kabiliyetinin insanlığın medeniyet hazinesine armağan ettiği bir hediye olarak kabul edilir.” D.N. Lihaçov şöyle yazıyor: “İgor Destanı hakkındaki ilim halka aittir. Onun hakkında ressam ve aktörler, pedagog ve yazarlar, zoolog ve mühendisler tekrar tekrar söz ederler. Onların yazdıkları ve söyledikleri İgor Destanı ilmine çok değerli şeyler kazandırmıştır.” (Lihanov, 1971)Akademisyen D.N.Lihaçov bir başka demecinde genç okuyucuları “Eski Rus medeniyeti ile ilgilenmeye” çağırıyor ve şöyle diyor: “Eski Rus edebiyatını öğrenmek elbette kolay değildir. Fakat siz onu tekrar tekrar okuyun, kendinizi onun ahengine alıştırın, onun çetrefil üslubunun altındaki muhtevayı anlamaya çalışın. O zaman, siz, yüzyıllar önce ömür sürmüş, ölümün ve hayatın ne olduğunu öğrenmeye can atan, hayatın maksat ve manasını ortaya çıkarmaya çalışan eski insanların dipdiri seslerini duyabilirsiniz (…) Bütün bunlara ilave olarak geçmişimizin incelenmesi, çağdaş medeniyetimizi de zenginleştirir ve zenginleştirmeli de. Unutulmuş idealler, eski geleneklerin yeniden tanıtılması ve yaşatılması bize yeni pek çok şey kazandırır.” (Lihanov, 1970)

 

         “Slavlar 9. yüzyılın ilk yarısında ne alfabeye ne de yazıya sahiptiler, okuma yazma bilmezlerdi.” (Vryonis, 1999, 43) Türklerin bin yıllar içinde gelişmiş şiirli dilini taşlara vurduğu“8.yy’da pagan Slavlar çömlekçi çarkını dahi bilmiyorlardı.” (Zweig, 1975) Böyle bir halkın bugünkü konumuna nasıl yükseldiği sorusu, cevabını, Ortodoks Kilisesinde, Tolstoy’da, Turgenyev’de, Puşkin’de, Dostoyevski’de, müzikte Çaykovski’de, resimde Ayvaszovski’de bulmaktadır. 1917’den sonra şiirde Mayakovski’de, tiyatro ve hikâyede Çehov’da, romanda Gorki’de, Soljemitsin’de, Pasternak’ta Rus halkı vardır. Stefan Zweig’in, Dostoyevski için “80 yılda Rus milletini yaratan adam!” demesi boşuna değildir. Dostoyevski’nin kahramanları Rusya gibi şöyle sormaktadırlar kendilerine: “Kimim ben? Ne istiyorum?” (Zweig, 1975, 73)

 

         Şimdi, rahmetli Dündar Taşer’in “Everest zirvesi, Gor çukurundan değil; Himalaya zemininden göklere yükselir!” tespitinin tam sırası… Rönesans Avrupa’nın kopan edebî anane zincirini yeniden bağlamıştı; bizim zincirimizi kimler bağlayacak?

 

Kaynağını Tarihten Alan Edebiyat Örneği: Yahya Kemal  

                 

         Klasik Türk edebiyatımız her türlü yüzeysel yaklaşıma ve ön yargıya rağmen bizim edebiyatımızdır. Ancak klasik edebiyatımız, bir mazmun edebiyatıydı. Uygun bir mazmun bulan şair çoğunlukla ne söylediğinin değil, nasıl söyleyeceğinin derdine düşerdi. Şiirde bütünlük yoktu. Kusursuz beyitler yazan kişi şair sayılırdı. “Mazmun bir oyuncaktı.” diyor Yahya Kemal. Şiirimizde tarihe yolculuk, İran’a, Arap ülkelerine Yahudi inanışlarına kadar gider; fakat Turan’a Türkistan’a uğramazdı, Anadolu ve Balkanlar bile atlanırdı. Git gide içi boşaldı, çöktü. 600 yıla yakın nasıl ayakta durdu bu ayrı bir inceleme konusu. İlay-ı Kelimatullah zihniyetinin yarattığı medeniyetin himayesi ve gölgesi bunda etkili mi oldu bilmiyorum. Klasik şiirimizin defterini aslında Yahya Kemal kapattı. “Eski Şiirimizin Rüzgârıyla” yeni şiirler yazdı. Onun niyeti bir “Türk Rönesansı” yaratmaktı. Eksiksiz bir kültüre ve tarih bilincine sahipti. Mevcut kültürümüzün içine yerleştirmeye çalıştığı “millet olma bilinci”ni Batı’da görmüştü; bu, kopya değil ibretle müşahadeydi.

        

Şavkar Altınel, “Yahya Kemal için şiir yaşanılanın, ulus olarak yaşanılan tarih ile birey olarak yaşanılan hayatın yazılmasıdır.” (Altınel, 2003, 34) diyor. Bu tespit şairin bütün eserlerinde görülür, öğrencileri onu takip ederler. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” ile Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”ı bu anlayışın şah eserleridir. Ne var ki 10 Kasım 1938’de sönen yalnızca Atatürk’ün ömrü değildir; Türk kültürünün yeniden parlamaya başlayan ışığı da söndürülür. Eserleri çeviri kokmayan iki sanatçımız yalnız kalırlar! Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yapmak istedikleri yenilik, yeni iktidarın desteğiyle ortalığı toz duman içinde bırakan türedi bir ekip tarafından yok sayılır, sanat dünyamızca “Kökü mazide olan âti” ve“Kendi kalarak, değişmek ve gelişmek” anlayışı yeni modaya kurban edilir. Üstüne, MEB’in tercüme bürosunun Latin ve Helen kültüründen 15 yılda çevirdiği 115 kitabın okullarda okutulması ile ortaya çıkan Yunanperestliği de eklersek düşe kalka bugüne nasıl geldiğimiz bir yanıyla açıklanabilir. T.S.Eliot’un kendi kültür köklerini bulmak için doğduğu ülke olan Amerika’dan İngiltere’ye gelişi gibi Yahya Kemal de kendi eserini “kökleri” üzerinde yükseltmek amacıyla İstanbul’a geldi ve başardı. Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” başlıklı destanını bir daha okuyalım, ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır.  

 

Edebiyat-tarih ilişkisini en olgunlaşmış biçimiyle Yahya Kemal’de buluruz. Mustafa Kemal’i nasıl devlet ve millet hayatımızda arar durumdaysak sanat ve kültür hayatımızda da Yahya Kemal’i arıyoruz. İkisi de bir Türk Rönesansı hedeflemişlerdi, ardılları(!) ikisinin de yolunu kestiler. Bizi bize anlatan iki Kemal’in yokluğu içine düştüğümüz boşluğun da gerçek sebebidir. Boşluk tanımayan doğa, kaynak sularıyla dolduramadığımız boşluklarımızı bulanık sularla dolduruyor…

 

Zülf-ü Yâre Dokunalım

 

Şimdi akla cevabı çok zor şu soru geliyor: Şiiri, romanı, tiyatrosu, resmi, heykeli, mimarisi, şehirciliği hızlı bir girdabın içine düşmüş bir millet ne yapmalı? İşin besmelesinden başlamalı mı? İnsanımıza kendisini sevmeyi öğretmeliyiz. Köklerimize uzanmanın gereğini öğrenmeliyiz. Bu kökler hangi kaynaklardan besleniyor, bunu öğrenmeliyiz. Belki Rusların İgor destanını her çocuğun çantasına koyduğu gibi yapamayız (!) ama Ergenekon ve Oğuz Kaan destanlarının, Dede Korkut hikâyelerinin ne olduğunu belki öğretebiliriz. Hiç olmazsa Köktürk yazıtlarının günümüz Türkçesiyle bir örneği her öğretmene hediye edilebilmeli. Çanakkale şehitliklerini görmeden, Anıtkabir’i görmeden, Süleymaniye Camini, Topkapı Sarayı Müzesini, Çankaya Köşkü Müzesini görmeyen bir öğretmen kendisini eksik hissetmeli. Kendini ve tarihini tanımayan öğretmen üzerimize serpilen ölü toprağından yetişecek nesilleri nasıl koruyacaktır? Bunları nereden mi çıkardım? Elbette ki kendi hayatımdan! Tanığım da tarihçilerin kutbu Halil İnalcık: “Benim tarih anlayışım devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaktır…Çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır ya çarpıtmadır.”(Halil İnalcık biyografisi web sitesi)

 

Sonuç olarak Türk milletinin mukadderatıyla ilgilenen her meslek mensubunun eline bir kalem alarak radar ekranlarını tarayan ışıktan oklar gibi Türklük merkezli bir dünya haritasında kalemlerini gezdirmesi ve ekranda beliren bizim varlıklarımızın yeriyle konumunu tespit etmesi gerekmektedir. Bilim adamlarımız, sanatçılarımız, medyamız, devlet kurumlarımız, özel kuruluşlarımız kültür ve tarih zenginliklerimizi bulmalı, işlemeli, yenilerini gün ışığına çıkarmalı, Türk dünyasına ve insanlığa sunmalıdır. Böylece, amacı geçmişe tapınma olmayan bir tarih anlayışıyla yeni edebî eserler ortaya konulabilecektir. Burada temel sorun yapılanların bir toplumsal şuur hâline gelip gelememesidir.

 

Türk milletinin genlerinin gevşetilmeye çalışıldığı bugünlerde topluma mâl edilecek “tarih bilincinin” geleceğimizi kuracağı kesindir. Geç mi kaldık? Arap yazar Câhiz: “Allah’a yemin olsun ki Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa mutlaka bir çaresini bulup kurtulur!” diyor. Demek ki Türk için hiçbir zaman geç değildir!..

 

Kaynaklar

 

Van Tieghem, Muhtasar Avrupa Edebiyatı Tarihi (çev. Yusuf Şerif), Devlet Matbaası,

İstanbul.

Lesnov S., Slovo o polku İgoreve’den aktaran Olcas Süleyman, Paris.

Kardeş Kalemler dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği Yayınları, Eylül, 2007, Ankara.

Olcas Süleymen, Az i Ya, Türk Kültürünü Araştırma Vakfı Yayınları, 1992, İstanbul.

Stefan Zweig, Üç Büyük Adam, Tur Yayınları, 1975, İstanbul.

Speros Vryonis, Cogito, YKY, Kış 1999, İstanbul.

Şavkar Altınel, Soğuğa Açılan Kapı, YKY, 2003, İstanbul.

Halil İnalcık, Biyografi web sitesi.

Yazar

Adnan Adıvar Ünal

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar