Yükleniyor...
Ortaokulda Türkçe sınavlarının kompozisyon kısmını sabırsızlıkla beklerdim.
Orada ezber değil, kendim vardım. Bir düşünceyi, bir duyguyu, bir sesi aramak.
Ne kadar “doğru” yazdığım değil, yazarken kim olduğum önemliydi.
Sonra liseye geçtik.
Ve yazmak, bir tür üretim hattına dönüştü.
“Dikkat çekici giriş cümlesi, genel bakış, tez cümlesi…”
Paragraflar, önceden çizilmiş sınırların içine sıkıştırılmış düşünceler gibi sıralanıyordu.
Sanki bir fabrika kılavuzuna göre yazıyorduk: hatasız, risksiz, dolayısıyla anlamsız.
Direndim.
Kural dışına çıktım.
Ama sistemin dili nettir: Format dışına taşarsan, notun düşer.
Bir noktada pes ettim, kuralları uyguladım.
Yine de içimden şu soruyu susturamadım:
Kimin belirlediği “doğru” bu?
Evet, akademik metinlerde format gereklidir.
Bir dili ortaklaştırmak, bilginin düzenini sağlamak için.
Ama düşüncenin, edebiyatın, sanatın doğası düzen değil — arayıştır.
Yazmak, bir boşluğu doldurmak değil, o boşluğu anlamlandırmaktır.
Ne zaman sınırları unutsam, birileri uyardı:
“Biraz daha açık ol.”
“Okuyucu anlamayabilir.”
“Cümlelerini basitleştir.”
Ama bir metin, herkes tarafından kolayca anlaşılmak zorunda mı?
Okur da biraz emek vermeli.
Bir metnin değeri, herkesin aynı şeyi anlamasında değil;
bazı insanların oradan yeni bir fikir, yeni bir duygu çıkarabilmesindedir.
Wittgenstein bunu kısaca söylemişti:
“Amacım, herkesin anlayacağı kadar açık bir metin yazmak olmadı.”
Benimki de değil.
Okurla kurulan ilişki, her zaman biraz belirsizdir; ve güzelliği tam da oradadır.
Bir metin, bir cümle, bazen birini dönüştürmeye yeter.
Bugün çoğu yazı düzgün ama renksiz.
Hepsi aynı kalıba girmiş, aynı tonda, aynı cümlelerle ilerliyor.
Yüzeyde pürüzsüz, içerikte yorgun.
Oysa yazı biraz kırık olmalı.
Bir ritim bozulmalı, bir kelime fazla kalmalı, bir cümle nefesini tutmalı.
İnsan gibi.
Aynı şeyi müzikte de görürüz.
Eğer herkes sadece armoni kurallarına sadık kalsaydı, Jazz doğmazdı.
Blues yasını tutmaz, Rock isyan etmezdi.
Tüm o “uyumsuz” sesler, duygunun asıl merkezindeydi.
Ben de beste yaparken hep birkaç nota kayması bırakırım.
Belki hoşunuza gitmez, ama o ses, tam da gerçeğin sesidir.
Sanatta, yazıda, düşüncede; kusursuzluk çoğu zaman ölüdür.
Kusur ise canlıdır.
Çünkü içinde insan vardır.
O yüzden kabuğumuzu kırmamız gerek.
“Yapay zekâ çağı” diyoruz ama düşünme biçimimiz giderek daha mekanikleşiyor.
Fikirlerimiz, yazılarımız, duygularımız: hepsi formatlanıyor.
Formatlanmayı reddedin.
Sadece yazıda değil, hayatta da.
Çünkü özgünlük, uyum sağlamamakta başlar.
Ve o küçük uyumsuzluk anları; hatalı nota, fazla kelime, beklenmedik fikir; insan olmanın en sahici tarafıdır.
Rutin olanı makineler yapsın.
Biz, o yüce karmaşayı, kusurların içindeki güzelliği koruyalım.
Çünkü bazen en derin anlam, formatın dışında kalan sessizlikte gizlidir.