Yükleniyor...
“ Bizim ‘seçim yatırımı’ diye değerlendirdiğimiz ‘soykırımı inkar yasası’ AB’nin hâkim üyelerinin, Fransa ve Almanya’nın, Türklerin AB üyeliğini def etme stratejisidir.”
Bu, Avrupa değerlerinin saldırısıdır. Duyduklarınız ve sizin, “Canım, Sarkozy’nin seçim yatırımıdır” dediğiniz şey, saldırı sabahındaki top sesleridir. Önümüzdeki günlerde, ay ve yıllarda bu ‘değerler’in dalga dalga üstümüze geldiğini izlemeye hazır olun. Metot değişebilir. Fikir yasaklamak ve fikir dikte etmek Avrupa değerinin Fransız tarzıdır. Diğerleri başka yöntemler kullanabilir ama hedef aynıdır.
Sarkozy’nin seçim yatırımı… Peki… Bir konu seçim yatırımı ise bu onun ‘popüler’, yani halkın hoşlandığı bir şey olduğunu göstermez mi? Öyleyse şimdi Alman, Avusturya vs. siyasilerinin “seçim yatırımları”na hazırlanınız. Gerçek daha kapsamlıdır. Seçim yatırımının ötesindedir. Doğrudan “Avrupa değerleri”nin sonucudur. Batı’da hâkim düşünceye göre önümüzdeki on yıllarda, ihtiyarlayan Avrupa’nın karşısındaki baş tehdit, genç nüfus jeneratörü Müslüman azınlıklardır. Bu azınlıkların başını Türkler çekmektedir. Bu, ‘Avrupa değerleri’nin Avrupalı olmayan değerlerce tehdididir. Dolayısıyla Türklerin değil AB’ye üye olarak girmesi, turist pasaportuyla girmesi bile sakıncalıdır! İşte bizimkilerin ‘seçim yatırımı’ diye yanlış değerlendirdikler şey AB’nin hâkim üyelerinin, Fransa ve Almanya’nın, Türklerin AB üyeliğini def etme stratejisidir.
AB’den defetme stratejisi
Bu stratejide Fransa’nın başı çekmesi normaldir. Çünkü Fransa hem ta Napolyon döneminde başlayan Mısır macerası hem de Sykes-Picot anlaşmasından ötürü Kuzey Afrika, Suriye, Lübnan ve Çukurova’ya tutkundur. “Arap Baharı”na niçin bu kadar del’lendi dersiniz? Fransız üniforması giydirerek Türkleri katletmekle görevlendirdiği Ermenilerden de sorumludur. Fransa’daki 500 bin Ermeni’nin oraya nasıl ve ne zaman yerleştiğini biliyor musunuz? Hal bu iken siz Fransa’nın “tarihi tarihçilere bırakın” teklifinizi kabul etmesini nasıl beklersiniz? Bakın tarihçiler ne diyor (Stanford Shaw, 5 Mayıs 2005 sözlü bildiri): “Birinci Dünya Harbi’ni takiben güneydoğu Türkiye’yi işgal eden Fransız ordusu Türklerin Fransız işgalini kabul etmelerini sağlamak için Türk şehir ve köylerini bombaladı. Kendi askerleriyle birlikte bir de Ermeni Lejyonu getirdi ki bunlar arazide dolaşıp binlerce Türk’ü katletti. Bu bilgiler Fransız Ordusu subaylarınca Fransız Başbakanı’na verilen dilekçelerde dile getiriliyordu. Binlerce Türk öldürüldükten sonra bu lejyon feshedildi. Bu bilgiler, Fransız Ordusu’nun hazırladığı ve Fransız askerî arşivlerince yayınlanan bir kitapta mevcuttur ve son olarak Türk Tarih Kurumu’nca yayınlanan, emekli Amerikan Subayı Robert Zeidner’in doktora tezinde dile getirilmiştir. Yine Türk Tarih Kurumu’nca yayınlanan ‘İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Türk İstiklal Savaşı’ kitabımda da bunlardan ayrıntısıyla bahsettim. Ruslar gibi Fransızlar da Ermeni katliamlarını durdurmaya çalışıyordu. Müslümanlara merhametlerinden değil, bu saldırılar Türklerin Fransızlara direnmesine yol açtığı için. Fransızlar bu toprakları bir Fransız kolonisine dönüştürmeyi ve burada gıda ve tekstil üretmeyi planlıyordu..”.
“İngiliz ve Rus casusları Ermeniler ve Kürtler arasında dolaşıyor, para ve silah sağlıyor, hem birbirlerini hem de Türkleri katletmelerini temine çalışıyordu. Fransız ve Rus orduları beraberlerinde Fransız ve Rus silahlarıyla donatılmış Ermeni grupları getirmişlerdi ve bunların temel görevi Türkleri ve Kürtleri öldürmekti. Öyle de yaptılar. İngiliz, Fransız ve Rusya’nın bu politikaları I. Dünya Savaşı’nda meydana gelen jenosidin asıl sebebidir. Dolayısıyla Üçlü Antant, Osmanlı Felaketi (Holokost) sırasında meydana gelen jenositten, başka herhangi bir gruba kıyasla en büyük sorumluluğu taşır…”
Bu bir Avrupa değeridir
Tarih, Fransa için karanlık bir sokaktır. Girilemez. Bugüne dönersek: AB içinde, Türklere kabul edemeyecekleri şartlar ve hakaretler yönelterek onları Avrupa’dan def etme stratejisi vardır ve uygulanmaktadır. Sarkozy, son karar ile bir taşla üç kuş birden vurmuştur. Türklerin Ermenileri, Rumları ve cümle Hıristiyanları katleden vahşi insanlar imajını pekiştirmiştir. Bu, imaj AB için iyi bir Türk ve Müslüman karşıtı barajdır. Tekrar tekrar kullanılabilir. Asırlardır işlendiği için de ‘Avrupa değerleri’nin ayrılmaz bir parçasıdır. Ve bu, Türklerin AB’ye girmesinin önünde güçlü bir engeldir.
Türkiye’de Fransa’ya karşı hiddet uyandırmıştır. Ve bu da Türklerin AB’ye girmesinin önünde güçlü bir engeldir.
Belki Sarkozy’ye popülarite ve dolayısıyla seçim avantajı da sağlamıştır. Ama bu madde, olsa olsa yarar listesinin en dibindedir.
Peki bizim karşı stratejimiz nedir? Ben ne olduğunu bilmiyorum. Bilen var mı; onu da bilmiyorum. Strateji tuhaf bir şeydir. Ona sahipseniz, her olaydan, her tesadüften bir avantaj yakalarsınız. Fakat bu avantajlardan faydalanmaya vakit bile bulamazsınız, çünkü her an ne yapmanız gerektiği bellidir. Stratejiniz yoksa dünya çok karanlık görünür. Hemen her gelişme başınıza açılmış yeni bir derttir. Ne yapmalı sorusuna cevabınız yoktur. Bu halin kısmî bir tasvirini, “Stratejisi (veya planı) olmayanlar başkalarının stratejisinin (veya planının) parçası olurlar” diye ifade ederler.
Üzerinde düşünülmesi için iki teklifim var: 1-) Türkiye’nin cevabı – ki ‘cevap’ kelimesi bile stratejimizin yokluğuna işarettir-cezalandırma maksatlı değil, caydırma maksatlı olmalıdır. Çünkü bu aşağılamaların arkası gelecektir. 2-) Acaba, bütün bu saldırıların kök sebebini önümüze koyup tekrar düşünsek mi? AB’ye tam üyeliğe bu kadar aşağılanacak kadar, Avrupa’ya bu kadar düşman edilecek kadar, bu kadar ayrıştırılacak kadar muhtaç mıyız?
Bakınız, şimdi İkinci Dünya Savaşı esnasındaki Türkiye konusunda ne düşünülüp ne düşünülmeyeceği dikte ettiriliyor ve “doğru düşünmeyenlere” ceza kesiliyor. Daha altı yıl önce Fransa’nın Cezayir ve Vietnam cinayetleri konusunda ne düşünüleceği de kanunla tespit etmişti. Buyurun, 23 Şubat 2005 tarihli Fransa Cumhuriyeti Resmî Gazetesi’nde (Journal Officiel) yayınlanarak yürürlüğe giren kanundan seçmeler: “Fransa, eski toprakları olan Cezayir, Fas, Tunus ve Hindiçini’de ve daha önce Fransız egemenliğinde bulunmuş bütün bölgelerdeki çalışmalarda rol alan kadın ve erkeklere borcunun bilincindedir… Üniversite müfredatlarında, Fransa’nın denizaşırı ve özellikle Kuzey Afrika’daki varlığına lâyık olduğu yer verilmelidir. Okullardaki derslerde, denizaşırı ülkeler ve özellikle Kuzey Afrika’da Fransız varlığının oynadığı olumlu rol tanınmalı ve bunun ve Fransız silahlı kuvvetleri mensuplarının fedakârlıklarının tarihte hak ettiği seçkin konum teslim edilmelidir.” Herhalde Türkiye’nin Urfa, Antep ve Maraş’ı da bu kanun çerçevesinde düşünülmelidir. Garp Cephesi’nde yeni bir şey yok. Henüz on yıllar önce Cezayir’de katliam yapan, Süveyş’i işgale kalkan Fransa ile bugünkü üç aşağı beş yukarı aynı Fransa’dır. Bir asır önceki, yani Suriye ve “Kilikya”yı işgal eden Fransa ile bugünkünün pek az farkı vardır. Hatta iki asır önce Mısır’a çıkartma yapan Fransa’nın… Ya bizim cephe? Bizim düşünce tanklarımız ve kanaat önderlerimiz?
Kabahatli hep İttihat ve Terakki!
Eskiden bu kıymetlerimiz Marksist idi ve konuyu sınıf mücadelesi, olmazsa Lenin’in emperyalizm teorisi ile hallediverirlerdi. Şimdi evrildiler. Bunların evrimi ile garip bir post-Marksist liberal ittihat ve içtihat doğdu ki şimdi moda, her şeyin kabahatlisinin ulus devlet olduğunu söylemektir. Böyle de yapıldı. Bir kısmı Fransa ulus devlet olduğu için kabahatlidir dedi, bir kısım da biz ulus devlet olduğumuz için Ermenileri kestik ve kabahatliyiz dedi. Bu arkadaşların asimetrik bir strateji teklifi de var. Fransızları ulus devletlikten Fransızlıktan da vazgeçiremiyoruz. Öyleyse onlara günlerini gösterelim. Biz ulus devletimizden ve Türklükten vazgeçelim! Mosmor olurlar! Bu bana, Bertrand Russel’ın siyaset stratejisini hatırlattı. Hani İngiltere ordusunu terhis ederse Hitler mahcup olup üzerlerine gelmeyecekti ya! Bir de “kabahatli olan İttihat ve Terakki’dir” var. Millî Mücadele tarihini dikkatle okursanız bu cümleciğin Damat Ferit Hükümeti’nin ve Ali Kemaller’in ana fikri olduğunu görürsünüz. Kuvayi Milliye ve sonra Millî Mücadele de, başından sonuna bu cümleyle suçlanmıştır. Malta sürgünleri de. Vallahi eski Marksistleri özlüyorum. Onlar da gerçeklerden kopuktu ama daha tutarlı idiler. Aslında bu sloganların kökeninde de post-modern ve post-Marksist Fransız kanaat önderleri var ki böylelikle çember tamamlanıyor. Bunlar da Marksist ataları gibi konu ne olursa olsun aynı sözleri tekrarlayan grup…
Bir başka grup, “tarihimizle yüzleşmeliyiz, bal gibi kestik Ermenileri, kabul edelim de bizi AB’ye alsınlar” diyenlerdir. Bunlar AB ajanlarıdır. Şimdi benim de komplo teorilerine kapıldığımı ve sağda solda kara gözlüklü, fötr şapkalı, dik pardösü yakalı ajanlar görmeye başladığımı sanmayın. Biz bu ‘ajan’ kelimesinin nedense casus anlamlısını sevdik. Halbuki ‘ajan’ın asıl anlamı başkadır. Temsilci, memur, görevli demektir. Bizim ‘ajans’, ‘acente’ sözlerimiz aynı kelimenin o cephelerini ifade eder. Demek istediğim de o: Bu ikinci grup AB ajanlarıdır. Veya AB ajanslarıdır veya AB acenteleridir. Bu işler, casusluktan daha risksiz ve daha iyi gelir getiren mesleklerdir. Ne yani, ABD’nin NED’i, olacak da AB’nin Adenauer Vakfı olmayacak mıydı? Peki hem bizi almayacaklar diyorsun hem de ajanları var, bu nasıl iş, derseniz, açıklayayım: AB Türklerin girmesine karşıdır. Türklerden ve Türklükten arındırılmış bir Anadolu’nun AB’ye ‘girmesine’ demeyelim de -Merkel Hanımefendi’nin tabiriyle- “AB’ye sağlamca demirlenmesine” karşı değildir. Kilikya’da hâlâ çok güzel tarım ve tekstil yapılabilir. Peki tarih? Hani yüzleşeceğiz ya… Fransızlar Cezayir ve Süveyş harpleri, Suriye ve Kilikya maceraları, Napolyon ve hatta Haçlı Seferleri devrinde yaşarken bizimkilerin hafızaları korkarım kendi buluğ çağlarıyla sınırlıdır. Dolayısıyla yukarıya aldığım gibi ciddî tarih metinlerine verecekleri cevap, “Şimdi gerçeklerle kafa karıştırmanın zamanı değil” cinsinden bir şeydir.
Nihayet değerli basınımızın bir saplantısına, haddim olmayarak bulaşayım: Fransa’nın yaptığı demokrasiye aykırı değildir. Gayet demokratik bir tarzda seçilmiş bir meclis ve en az onun kadar demokrasiyle gelmiş bir senato ve Sarkozy var karşımızda. O meclis ve senato, Sarkozy kabinesinin bir bakanının demokratik önderliğinde demokratik oylamalarla kanaat dikte ettirme kararı almıştır. Burada çiğnenen demokrasi değil hürriyettir. Tam da Ferit Zekeriya’nın (İnternet’te ararsanız İngilizce transkripsiyonu Fareed Zakaria) koyduğu isimle “hürriyetsiz demokrasi”.