Yükleniyor...
04.04.2011
Bilinen bütün sevgi sözlerini fısıldayan ılık bir yel sesi gibi, çok ama çok nazlı kelebeğin kanat çırpışındaki sessiz ses gibi, bilinmezlerden gelen hafif mi hafif gizli bir ney sesi gibi, tazecik bir bülbül avazı gibi, kâinatların mimleşip cezbe ile dönerken sevgiliyi çağırdığı ses gibi, zerrenin en küçük dönüşündeki mırıltılı ses gibi, seslendi Hüthüt ve gizli bir ses ile çağırdı bütün kuşları.
Ve… Sonra… Sesini azıcık yükseltti Hüthüt, neşeli haber getiren küçük pınarların şırıltısı gibi, soğuk kış sularını ılık baharlara taşıyan derelerin çağıltısı gibi, yaz güllerine derman olan, bin bir derde şifa, canlara hayat veren derin ırmakların akışı gibi, ormanlarda uğuldayıp sohbeti demlendiren rüzgârın nefesi gibi bir sesle ünledi bütün kuşlara.
Ve… Ardından avazını ufuklara saldı Hüthüt, coşup taşan seller gibi, dağların doruklarındayken kara toprağı özleyen deli çağlayanlar gibi, yağmurları sürüp götüren fırtınalar gibi, şimşekleri karnında taşıyan tufanlar gibiydi çığlığı…
Telli turnadan süslü angut’a, Mor gagalı şiir kuşundan Adem lisanıyla dilli düdük gibi öten Havva başlı hayal kuşuna, bülbülden dev kanatlı altın kartala, serçeden akbabaya, Hint bülbülünden siyah kuğuya kadar cümle kuşlar sökün edip geldiler de sordular Hüthüt’e:
“- Derdimizin dermanını buldun mu Ey Hüthüt?”
Kuş âleminin en erdemli kuşu olan Hüthüt, neredeyse bütün kuşları o kamil bakışlarıyla süzdükten sonra coşkulu bir ötüşle dedi ki:
“- Evet! Bizim sevgili padişahımız, canımız, cananımız Kaf dağının ardındadır. Adı da Zümrüt-ü Anka’dır. O öyle bir padişahtır ki üzerine gölgesi düşenlere devlet kuşu konmuştur. Tüyünü görenlerin kalemi ve eli artık büyük san’atkârdır. Tek tüyünden ışıldayan o sırlı ziya kaç ülkeyi aydınlatır, bilir misiniz? O öyle bir sevgilidir ki ulaşan O’na kavuşmak isteyen her kul peşime düşüp uca dağları, derin denizleri, bilumum vadileri ve diyarları aşmalıdır. Son söyleyeceğim de ilk söyleyeceğim de budur.”
Güvercin guruldadı, serçe cıvıldadı, karga gakladı, doğan tiz çığlığını göklere saldı, ördek vakladı, bülbül deme başladı, velhasıl cümle kuşlar ötüşüp, uçuşup O sevgiliden söz edip Hüthüt’e yalvardılar:
“- Ey Erdemli mürşidimiz, bizi O sevgiliye, O şahlar şahına götür. Götür de kalbimiz huzur bulsun, yüreğimiz dinginleşsin, gönlümüz aşka kansın, vuslatı dem dem çekelim!”
Cümle kuşlar yola düştüler, rehberleri, mürşid-i kâmil olan Bilge Hüthüt idi.
Kendilerine, kendi gönüllerine itiraf etseler de, etmeseler de; ruhlarında esen arzu fırtınalarını bizzat yürekleri bilse de, bilmese de; yani kendi gerçeklerinin farkına kendileri varsalar da varmasalar da, kimi kuşların hedefleri farklıydı. Mesela dudu kuşu ab-ı hayata ulaşmayı istiyordu, bülbül de elbette ebedi maşuku zannettiği gülü. Kaz suya hasretlik çekmekteydi!
Yollara düştüler, uçtular, uçtular, sıra dağlar geçip derin ve engin denizler aştılar. Ama bahaneler de başladı. Bir gün tavus kuşu dedi ki:
“- Bu kadar uçtuktan sonra nerede cennet? Ben cennetimi isterim artık!”
Üveyik şikâyete başladı:
“- Hani benim denizim?”
Puhu söze geldi:
“- Ah, ah eski viraneler? Oradaki hazineleri bulacak mıyım?”
Ama erdemli mürşit Hüthüt hepsinin derdini anladı da onlara çok güzel meseller getirip ikna eyledi. Böylece yollara devam ettiler bir müddet daha.
Ancak, kimi kuşlar yem uğruna yoldan ayrı düştüler, kimi kuşlar memleket hasreti ile geri dönmek istediler, kimileri de “menzil ne kadar da uzak, ah! Çok hastayım,” deyip söz dinlemediler de uçmayı bıraktılar, yoldan ayrıldılar.
Bu ayrılış onların sonunu getirdi: Kimi denizde boğuldu, kimi kızgın güneş altında susuzluktan yandı, kavruldu. Kimi kara kışta soğuğun nefesine yenilip nefes alamaz oldu, nefesi dondu. Kimi güzelim yemişleri yutarken yılana çıyana yem oldu, hepsi de söz dinlemeyip, söz anlamayıp telef oldu!
Ummanlar geçilip vadilerden uçarken ve menzile yaklaşırken kuşlar da azaldıkça azaldı.
Hüthüt artık iyice azalan yoldaşı öğrencilerini Arzu Vadisi’nin üstünden geçirirken dedi ki:
“-Ey canlar, ne çok arzuladığınız, istediğiniz var değil mi? Oysa bu yalancı dünyada ve size vaat edilen bu sahte cennetlerde ne çok cehennem kapısı var. Öyleyse asıl cennete ulaşacağınız zaman için sabır kapılarını açmak vaktidir.”
Sonra Aşk Vadisinde bulutların arasından geçerken onlara gerçek aşkı anlattı:
“- Aşk, aşk nedir bilir misiniz ey dostlar! Aşk bir sırdır ki bin bir nikabı vardır. Bismillah ile başlamalı insan aşk sözüne. Destur demeli ilk basamakta. O ilk basamağa adım atan gönül, sanırsınız ki, ateşin elbise giyip demir çarık kuşanmıştır da sevgiliyi arar durur. Vuslata erdiğini sanırsınız değil mi evdeşinizle. Oysa yuva kurarsınız, yavrularınız olur, ama içinizde çöreklenen o hasret hiç bitmemiştir, bitmeyecektir. Zira siz aşkın sadece bir nikabını açmışsınızdır. Geride bir çok perde vardır, açtıkça bir yenisi gelir, bir yenisi daha.. Bıkmadan, usanmadan nikap açandır âşık. Asıl âşık, asıl sevgiliye ulaşana dek ümitsizliği hep kovandır ve ezelden gelip ebede uzanan sonsuz sevda yolunun yolcusudur kutlu âşık…”
Hüthüt mürşit, iyice azalan can yoldaşlarını Marifet Vadisinden, İstiğna Vadisinden, Vahdet Vadisinden, Hayret Vadisinden, Fena Vadisinden geçirirken hep meseller anlattı onlara, hep son menzilin sırrından açıklar getirdi. Neler demedi ki! Hep söz yanındaydı, söz hep can yoldaşıydı, söz hep aziz dostu idi.
Bütün o zorlukları söz ile aştı Hüthüt mürşit, kelime anahtarlarını kullanıp sırlı Allah kilitlerini söz ile açtı!
Sonunda Kaf Dağlarının tepesinden uçup menzile geldiler. Sadece otuz kuştu hepiciği.
Otuz kuş, kuşçuk canlarıyla o aşılmaz kahır dağlarını, engin ve derin ümitsizlik okyanuslarını, sonsuz keder çöllerini, iç yakan hainlik fırtınalarını, ucu bucağı belli olmayan ateşten hırs göllerini, insanı yakan, kavuran, nefessiz bırakan, sonu gelmeyen kin mağaralarını aşıp gelmişlerdi!
Yorgundular, çok yorgundular…
Birine rastladılar, padişahları Zümrüt-ü Anka’yı sordular.
Derken, yanlarına biri geldi. Padişahın elçisi olduğunu, Zümrüt-ü Anka’dan onlara birer mektup getirdiğini söyleyip uzattı nameleri.
Otuz kuş nameleri okuyunca pek şaşırdı: Çünkü mektup onlara, onların yolculuğunu anlatıyordu!
Ve… Tam da o sırada Zümrüt-ü Anka zuhur etti. Otuz kuş aynaya baktıklarını sandılar. Karşılarındaki kendileri idi. Çok şaşırıp şaşkınlıktan bitap düştüler!
Sonra Padişahları seslendi onlara:
“-Sadece otuz kuşsunuz değil mi? Otuz can geldiniz, otuz can gördünüz. Az gelseydiniz az görünecektiniz, çok gelseniz çok. Zira karşınızdaki ayna gibidir ki sizi yansıtır, sizin yolculuğunuzu size hikâye eder.”
Otuz kuşun otuzu dahi anladı ki fani dünyada yapılan yolculukla Fena Vadisinden geçip Beka denen hakikat yurduna gelmişler, Padişaha ulaşmışlar, onda yok olup yeniden doğmuşlardır!
Otuz kuşun otuzu da şunu anlamışlardı ki aslında yaptıkları bu ağır, bu zorlu yolculuk kendi içlerine doğru idi ve hepsinin keşfi kendine ve kendinceydi, ama hepsi de vahdette birleşmiş, birlik olmuşlardı, yani kesretten ayrılıp vahdette buluşmuşlardı!
Hüthüt mürşit bunları hep can dostu söz ile onun kelimeleri ile yapmış, otuz şakirdini son mezile yetirmişti!
Söz Sevdayı hikâye ederken, hasretlere ömür biçerken, ümit vadilerinde kanat çırparken, ayrılık ezgilerinin her harfini ifade ederken, umut ile ümitsizlik met cezirlerinde gidip gelirken, evrenlerce büyük gibi görünen bitişlere ağıtlar yakarken, hüzünlere keder gömleği biçerken, acıyı tarif ederken hep söz, söz, söz!!!
Kötülük ederken söz:
Kapalı çarşıda yürüyordum. Önümde bir bebecik vardı, belki iki, belki üç yaşında. Avazı çıktığı kadar bağırıp ağlıyordu. Genç ve çok sinirli bir anne elinden tutmuş, sürüklüyor, bir yandan da telefonla bağıra çağıra konuşup küfür ediyordu.
Bebecik çok yorulmuştu. Annenin elinden kurtulup yere oturuverdi. Genç kadın telefonu hırsla kapattı. Bebeciği silkeleyerek kaldırdı. Küçük avuç içi kadar bile olmayan yanaklarına tokatları indirmeye başladı.
Dayanamadım, yetiştim. Koluna değdim yavaşça:
“- Yapmayın, yapmayın ne olur. O daha çok küçük,” deyivermişim farkında olmadan.
O an bana bakınca çılgın gözlerinden, deli bakışlarından korktum. Avaz avaz bağırdı yüzüme:
“- Sana ne be, sana ne ha, sana ne!!! Sen mi doğurdun ha? Git işine be!”
Söz…
İyilik ederken söz:
Duraktaydık. Orta yaşlı, iyi giyimli bir adam ve bizden başka kimse yoktu. Arkadaşımla Dilara ile konuşmaya dalmıştık ki bir inilti duyduk. Sese döndük, adam yere düşmüştü. Acaba kalp krizi mi geçiriyordu?
Dilara kolonyalı mendilini çıkarttı, adama koklattık. Gözlerini açtı. Kendine gelmeye başlayıp yavaşça doğruldu. Kollarına girip banka oturttuk. Yanımızdaki plastik şişeden su içirdik, yüzünü yıkamasına yardımcı olduk.
Hemen acil servise telefon ettim. Kendisine de söyledim. Zorla konuştu:
“- Bir şeyim yok. Keşke çağırmasaydınız!”
“- Ama… Ama yorgun görünüyorsunuz. Kalbinizde bir şey yok değil mi?”
Adamcağız tıkandı. Kalkmak, gitmek istedi. Gücü yetmedi, tekrar banka çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
İkimiz de çok şaşırmıştık. Dilara üzüntüyle sordu:
“- Sancınız mı var, bir yeriniz mi ağrıyor?”
“- Utanıyorum, dedi adam. Çok utanıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum.”
İkimiz de durduk bir an. Niye utanıyordu bu iyi giyimli adam. Yoksa bir suç mu işlemişti?
Adam büyük bir sıkıntı içinde olsa da tereddüdümüzü fark etti. Yüzümüze çaresizce baktı ve anlatmaya başladı:
“- İki kızım var. Biri lisede, diğeri üniversitede. Hanım beş yıl evvel vefat etti. Tekstil işi yapan bir şirkette çalışıyordum. Üç ay evvel aniden şirket iflas kararı aldı. Bizi de sokağa attılar. Rüyamda görsem inanmazdım! Evdekilere söyleyemedim. İşe gider gibi çıkıp acilen iş aradım. Yok, yok, yok!!! Cebimdeki para ile bir hafta evveline kadar idare ettim. İnanmayacaksınız belki… Ama lokanta sahibi bir dostumdan müşteri artıklarını eve götürüp yalanlar söyledim… Üç beş gün böyle geçti. Dün onun da yüzü asıldı!.. Dün sabah işe geç kalıyorum diyerek kahvaltı payımı eve bıraktım. Akşam da “karnım tok” deyip evlatlarıma payımı verdim. Bu gün ne götüreceğim? Evde bir şey kalmadı. Açım, beş kuruş param yok ve iki evladım var yolumu gözleyen. Yoksa kendi canıma kıyardım, bitiverirdi bu işkence.”
Dilara cüzdanını açtı. Küçük bir tomar para çıkardı. Ben de olan üç beş kuruşu denkleştirdim. Dilara’ya verdim.
“- Özür dilerim, dedi Dilara. Kardeş, şunu kabul et.”
Adam uzanan parayı görünce şiddetle reddetti:
“- Alamam! İşsizim, yorgunum. Perişanım. İş bulamayabilirim. Ödeyemem. Zaten çok utanıyorum. Utancımdan ölürüm.”
O sırada ambulansın sesini duyduk. Dilara dedi ki:
“- Kardeş, sana borç vermiyorum. Tut ki kızlarına bir teyzeden yardım geldi Allah rızası için. Almayacaklar mı?”
Dinlemeden adamın eski ama tertemiz ceketinin cebine koyuverdi. Yanaşan ambulanstan inen görevliler adamı hemen sedyeye yatırdılar. O arada gördüm hekimi. Durumu sessizce anlattım. Hekim hüzünle gülümsedi:
“- Telaş etmeyin, Allahın emanetidir bize hastanız. Onu aç bırakmak mümkün mü? Gereğini yaparız. Söz size!”
Söz… Hekimin sımsıcacık kalbinin ifadesi güzelim iyilik sözleri!..
Ambulans gittikten sonra dayanamayıp Dilara’ya o küçük tomar parayı sordum. Gülümseyerek dedi ki:
“- Mobilyaları değiştirdiğimi biliyorsun. Onun taksiti idi. Kendi oğullarımı düşündüm. Aç kaldıklarını.. O an elimde daha fazla para olsa onu da verirdim. Başka şeylerden kısarım, öderim taksitimi. Bu durumda bir taksit parasının sözü mü olur?”
Söz…
Hayatın kutlu anahtarı…
Yüce Allah bu yüzden Âdem’e bütün sözleri öğretmedi mi?
Söz yüzünden değil mi her şey ama her şey, açılan kutlu kapılardan geçiş yüreğimizin en derinlerinden gelen, ruhumuzun en gizli sırlarından mülhem sözlerle değil midir?
Cehennem dediniğiz o arılanıp durulanma yerine giden yollarda sözle yürümez miyiz?
Söz… İlk ve sonun sırrını bize anlatan değil mi?
Ne dersiniz?