Yükleniyor...
12.07.2010
Nasılsınız? Çok çok çok mu iyisiniz? Kendinizi hiç olmadığınız kadar mükemmel mi hissediyorsunuz? Yoksa berbat mısınız? Hayatınız boyunca daha kötüsünü hatırlayamadığınız kadar kötü müsünüz?
Psikolojide “ya hep ya hiççilik” veya “siyah-beyaz; hiç gri yok” diye tarif edilen bir ruh hali var. Yukarıdaki acayip hatır soruları bu hastalığa uygundur. Ya mükemmel olacaksınız yahut berbat. İkisinin arası yok.
Eline yeni kalem alanlar, yaratıcı yazarlık adına üç şeyi keşfediverirler: Olursunuz daha usta hatta ozan, devirirseniz cümleleri baş aşağı… (Hafazanallah!) İkincisi herkesin kullandığı kelimeleri yerine, yanlış-doğru aramadan farklı kelimeler kullanmaktır: Meselâ süre yerine süreç (vetire? proses?), dizi yerine dizin (fihrist? indeks?) gibi. Nihayet üçüncüsü de mukayeseleri “çok daha fazla”, “çok daha az” diyerek abartmaktır. Hani “bugün dünden serin mi acaba” bu yeni ustayı kesmez; “bugün dünden çok daha fazla serin” demelidir.
Bu sonuncu hata, galiba düşüncemizin en vahim ve en yaygın yarası. Ya öyle, ya tersi.
Ya siyah, ya beyaz.
İnsan zihni tasnif eder
Tabiatın bir düzeni vardır mutlaka. Fakat tabiat, hiçbir zaman mantığımızın onu sokmak istediği kutucuklara girmez. En dikkatli ve ayrıntılı sınıflandırmalarla kesip tasnife kalksanız bile, yine de düzenleme bıçağınız bir yerlerde ete değer. Hele konu psikoloji, sosyoloji, ekonomi, tarih gibi insanla ilgili bilimlerse… İnsan zordur. “İnsan zihni bir tasnif makinesidir” derler. Hatta “bir dikotomizasyon makinesi”; ikiye ayırma makinesi. İyi-kötü; doğru-yanlış; hâin-kahraman… Ne yapalım, bizim yaratılışımız bu. Beşer aklı mantık ile maluldür. Bu yaradan dolayıdır ki Aristo mantığını bilim sandığımız için bilimi neredeyse iki bin yıl geç keşfettik. İki asır kadar da bilim karşılarında dururken Hegel’in diyalektiğini veya onun ters yüz edilmiş şekli denen diyalektik maddeciliği bilim sanan malullerle uğraştık.
On yıllar önce bir arkadaşım, Atatürk’ten nefret ettiğini söylemişti, asabiyetle. İçindeki nefret patlamasının dışına yaptığı basınçla, konuşurken sesi tıslama halinde çıkıyordu. Neden, diye sordum. Anlattı: Yurt dışına doktora yapmaya gittiği ana kadar Atatürk’ün, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük lideri, komutanı, siyasetçisi olduğuna inanırmış. Bütün dünyanın da onu göklere çıkardığını sanırmış. Sonra yurt dışına çıktığında bir da bakmış ki, İngiliz, Amerikalı, Alman falan arkadaşları hiç de öyle düşünmüyor. Tenkit mi ediyorlar? Yoo, daha beteri, tanımıyorlar bile. İşte o anda kafasında bir fırtına patlamış. Zihnindeki Atatürk, en yüce adam olmaktan bir anda en sevmediği adam haline gelivermiş. Yirmi küsur senelik aldatılmışlığına tepki…
Bir uçtan diğer uca
Sebebi ne olursa olsun, ne kadar saçma olursa olsun, bir uçtan bir uça geçişi ne kadar açık görüyoruz. Bir kişinin yanılmazlığından, her dediğinin hikmet oluşundan, gelmiş geçmiş en büyük oluşundan, her dediğinin yanlış, ihanet ve en kötü oluşuna geçiş… Bu aydınlatıcı tecrübeden sonra bir büyüğümün tespitiyle biraz daha akıllandım: “Türkiye’de son yarım asırda en yüksek geliri sağlayan iki fikrî tutum: 1. Atatürkçülük; 2. Atatürk düşmanlığıdır.”
Dikotomizasyon yarası bizi, tarihteki insanları, süper kahramanlar ve süper kötü adamlar olarak görmeye zorlar. Süper kahramanlarımızın her dediği doğrudur ve her cümlesi hikmettir. Süper kötülerin de her dediği yanlış ve her yaptığı ihanettir. Ali Canip Yöntem’in, kırklı yıllarda liselerin dokuzuncu sınıfında okutulan “Edebiyat” kitabındaki şu cümleye bakınız: “… O aralık Abdülmecit tahta geçmişti. Bu, her Osmanlı padişahı gibi gafil ve biçare bir adamdı.” Bu gafil ve biçare cümleyi yazabilmek, bu gafil ve biçare kitabı liselerde okutabilmek için ne kadar da gafil ve biçare kafalara ihtiyaç vardır. Lütfen dikkat ediniz, gafil ve biçare olan sadece Abdülmecit değil, bütün Osmanlı padişahlarıdır. Abdülmecit sadece sıradan bir örnektir.
İyi ama hangi Atatürk?
Evet, Atatürk, dünyanın o güne kadar görmediği tek ve ulu önderdir. Ondan öncekiler gafil ve biçare veya haindir. Arkadaşları da ?Belki İnönü hariç ama bundan da emin değiliz? Gafil ve biçare ve haindir. Tabii ondan sonra gelenler de haydi haydi öyledir. Bu, yukarıda bahsettiğim, Atatürk’e kayıtsız şartsız hayranlıktan, kayıtsız şartsız nefrete giden arkadaşımın kafa yapısının birinci fazındaki halidir.
Son yıllarda, Atatürk’ü ve yakın tarihimizi alışık olmadığımız entelektüel merak ve namusla inceleyen eserler yayınlandı. Taha Akyol’un, “Ama Hangi Atatürk?”ü gibi.
İşte bunlar, dikotomi makinesinin derhal ikinci faza geçmesi için yeter sebeptir. Vayyy madem ki kahramanımız süpermen değildir, tuvalete gider ve hatta sigara ve rakı içer, o halde gafil ve biçare olmalıdır. Muhakkak çok ama çok kötüdür. Bu ikinci faz sapkınlığının da bir ismi var: “Tarihimizle yüzleşmek.” Bu sapkınlara bir Ali Canip Yöntem bulsak, şöyle yazdırabiliriz: “O sırada Mustafa Kemal diye biri çıktı. Bu da bütün Türk devlet adamları gibi gafil, yalancı ve gereksizdi ve Türklerin hep yaptıkları gibi bir sürü insanlık suçu işledi.” Aslında bunları yazacakları bulmak için çok aramamıza da gerek yok. 1875- 1925 arasında 6,5 milyon (yazıyla altı buçuk milyon) Müslüman Türk’ün yok edildiği, çoğunlukta olduğumuz koskoca bir Rumeli’den, Kafkaslar’dan etnik temizlikle katledilerek, sürülerek çıkarıldığımız coğrafya sanki aydaymış gibi, “bu topraklarda bir milyon Ermeni öldürüldü” gerekçesiyle bize özür diletmeye çalışan kalemler, aslında ikinci faz Ali Canip Yöntemlerdir.
Bu ikinci faz, galiba birinciden daha iyi getiri ve şöhret sağlıyor.
Ondan hata sadır olmaz mı?
“Ondan hata sadır olmaz” tutumu ile “o ne yapmışsa yanlış yapmıştır” tutumu birbirinin zıddı değildir. Bunlar birbirinin simetriğidir. Psikolojide bu bir hastalıktır ama galiba sosyolojide ve tarihte dünyanın önemli bir kısmının standart tutumudur. Bu davranışların biri diğerini doğuruyor. İnsanlar olan biteni normal bir mesafeden soğukkanlılıkla inceleyip değerlendireceklerine, baskı altında sloganlar tekrar etmeye mecbur kaldıkça içlerinde sanki bir yay sıkışıyor. Sıkışıyor… Sıkışıyor… Ve şu veya bu sebepten baskı kalktığı an diğer uca fırlayıveriyorlar. Baskı altındaki hal ne kadar sağlıksızsa, baskı kalktıktan sonraki boşalma da o kadar sağlıksız. Bu ikinci sağlıksız da fırsat bulduğunda, yeni doğrusunu hâkim kılmak için baskıya başvuracaktır. En iyi Faşist ve Nazilerin eski komünistlerden çıktığını biliyoruz. Tıpkı 1940’lı yılların New York Devlet Üniversitesi’ndeki Stalinist ve Troçkist komünistlerinin yirmibirinci asır ABD’sinin neo-conları olmaları gibi. Ama bunlar altmış yıldır
bildiğiiz gerçekler. Eric Hoffer’in, ta 1951’de “Gerçek İnanç Adamı”nda anlattıkları bunlardır… Hoffer’den on yıl önce de bir başka Eric’in, Eric Fromm’un “Hürriyet’ten Kaçış”ında da…
Tapınmaktan nefrete hızlı geçiş
Fromm, tapınmaktan nefrete geçmenin analizini yapar. Bir şeyden kurtulma şeklinde ortaya çıkan hürriyet, aslında anksiyeteye yol açar. Eskiden, ne güzel her derdimiz için bir vecize veya hadis bulup ona göre amel etmek varken, şimdi problemler karşısında çırılçıplak savunmasızız. Her sorunun cevabını kendimiz arayıp bulmak zorundayız. Bu, dayanılmayacak kadar sıkıntılı bir haldir. Mutlaka kendimize yeni bir kusursuz otorite bulmamız lâzım.
Aklıma dünyanın manyetik kutuplarının değişmesi geliyor. İlkokulda öğrendiğimiz gibi dünya kocaman bir mıknatıs gibidir ve coğrafî kuzey kutbu, üç aşağı beş yukarı bu mıknatısın da kuzey kutbudur. Bu yüzden dünyadaki bütün pusulalar aynı yönü gösterir. Şimdi kendinizi ve yoldaşlarınızı birer pusula gibi düşünün. Hep beraber aynı yönü göstermenin rahatlığı içinde yaşarken birden bire kuzey kutbunun yok olduğunu tahayyül edin. Aman Allah’ım! Şimdi her pusula başka bir tarafa dönmekte, daha beteri, dönecek taraf bulamamakta, başıboş sallanıp durmaktadır. Bu hal, Fromm’un “bir şeyden hürriyet” (freedom from) dediği acı veren haldir. Ne yapıp-edip kendimize yeni hatasız liderler bulmalıyız?ağzımdan yel alsın liderler olur mu hiç; tek bir lider bulmalıyız!
Neyse ki tabiat bu kadar acımasız değil. Jeologlar, dünyanın manyetik kutbunun gerçekten değiştiğini, ama kaybolmadığını, bir yönden onun tam aksi yönüne dönüverdiğini buldular. (Modern jeolojinin temelindeki plak tektoniği bu buluşa çok şey borçludur.) Kuzey kayboluyor ama anında güney oluyor; güney de kuzey… Bizim pusulalar da asla kararsız kalmıyor, hep birlikte bir tarafı gösterirken, şimdi yine hep birlikte fakat tam tersini gösteriyorlar.
Hafıza kaybıyla nasıl yaşanır?
Tarih bizim kolektif kimliğimizin kaynağıdır. Şahıs olarak geçmişimiz ne ise toplum olarak da tarihimiz odur. Şahsî geçmişimizde sevinçle, övünçle yad ettiğimiz anlarımız da vardır; üzüntüyle hatırladıklarımız da. Başarılarımız da vardır, başarısızlıklarımız da. Tarihimiz de sırf şan, şeref ve zafer değildir. Ama sırf hezimet, utanç ve karanlık da değildir. Ne şahıs geçmişini unutabilir, ne de toplum tarihini. Unutursa birincisinin amneziye (hafıza kaybı) duçar olduğunu söylüyoruz. İkincisine ne demeli? Amnezi hastasının sağlıklı bir geleceği olabilir mi?
Çoğunluğun fikir adamı olarak tanıdığı, fakat aynı zamanda birinci sınıf bir tarihçi olan Nihal Atsız’ın şu satırları ne kadar doğrudur: “Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden biri de gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerektir.
Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz. Çocuklar, kendi edebiyatlarını, tarihlerini okurken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarlar, beğenirler, tenkit ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazen bütün o okunan cilt cilt kitaplardan, akıllarda hiç bir şey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen de esasen odur.”
Ne dersiniz? Osmanlı bir gaflet ve hıyanet, Cumhuriyet fazilet midir? Yoksa Cumhuriyet gaflet ve hıyanet, Osmanlı fazilet midir? Benim cevabım mı? Şöyle efendim: Altı asır, yedi asır, bin yıl, bin küsur yıllık tarihi üzerine böyle saçma sapan sorular sorabilecek o kadar az millet var ki dünyada… Bunun kıymetini biraz bilelim, yeter.
Star, 12.07.2010