Yükleniyor...
Bir milletin zor günlerinde en çok ihtiyaç duyduğu şey birlik, bu birlikten doğan kuvvet ve kuvvetin yarattığı moraldir. Tarih sahnesinde mazlum halklar, gaddarca saldırılara direnebilmiş; hatta saldırıyı püskürtebilmişse şüphesiz bu moralin etkisi büyüktür. Bu birliği sağlayamamış, ortak değerler üzerinde birleşememiş yani “millet” olamamış toplulukların, böylesi saldırılar karşısında darmaduman oluşu da tarih sayfalarında yazılıdır. Tabi bir de haklılığın verdiği kuvvet ve zafere inancın doğurduğu dayanma gücü var ki, Seyit Onbaşı ve daha nicesi gibi sıradan askerlerin hayatlarını destana dönüştürebilir mesela.
Çok düşündüm, hâlâ düşünürüm; bugünkü şartlar ne kadar kötü, daha ne kadar kötü olabilir? Kurtuluş Savaşı’nı, yeniden doğuş savaşımızı vermemize yol açan şartlardan daha kötü durumda mıyız? Bugünün penceresinden bakıp bugünlerle o günleri kıyaslamak ne derece doğru bilemiyorum. Ama yine de bir bakalım derim.
O zaman vatanın hemen her köşesi işgal edilmiş, orduları dağıtılmış, ülkeyi yönetenler düşmanla işbirliği yapmış; vatanını savunanlara, işgale karşı çıkanlara cephe açmış, haklarında idam fermanı çıkarmaktan bile geri durmamış. Din bir silah gibi kullanılarak halk, işgale direnenlere karşı kışkırtılmış.
Şimdi işgal açıktan değil farklı yollardan; sezdirmeden, yavaş yavaş gerçekleşiyor, sezip de karşı çıkanlar aynı yollarla suçlanıyor. Savaşlar artık topla tüfekle değil; parayla, fikirlerle, algılarla ve medya gücüyle yapılıyor. Düşman o zamanki gibi görünür ve fiziken silahlı değil. Birçok kılıkta, birçok silahla karşımıza çıkabiliyor.
Açıkça bir savaş içinde değilsek de mücadele etmemiz gereken konular epeyce çetin. Bu yönden benzerlikler var gibi görünüyor. Fakat o zamana göre vatanseverlerin çok önemli bir şansı var. Kurtuluş mücadelesine girilirken bir kurtuluş reçetesi yazılması gerekiyordu. Mustafa Kemal Atatürk teşhisi koydu ve reçeteyi yazdı. “Hasta adamı” ölümden döndüren bu reçeteydi. Koskoca bir milleti ayağa kaldırdı, iyileştirdi, kendine getirdi. Mücadele bu kadar benziyorsa kurtuluş reçetesi hâlâ geçerli demektir diye düşünüyorum.
Yüz yıldır hem emperyalizme hem de cehalete karşı kazanılmış bir zaferin mirasıyla yaşıyoruz. Artık “mirasyedi”liği bırakarak, kurtuluş reçetesine sımsıkı sarılıp, topyekûn bekçilik yapma zamanı değil midir?
Yarınımızı göremediğim, bataklığa saplandığımızı hissettiğim tüm zamanlarda aklıma hep işgal altında, bir taraftan yoklukla, bir taraftan iç ve dış düşmanlarla canı pahasına çarpışan o çelik iradeli insanlar gelir. Ve kulaklarımda iki söz çınlar. Birincisi:
“Milletin kaderini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
İşte kurtuluş reçetesinin ilk cümlesi. Bu cümle düşmana karşı mücadelenin işaret fişeğiydi.
İkincisi ise bağımsızlığımızın sembolü “İstiklal Marşı”mızın ilk iki mısrası:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!”
Kulaklarımda çınlayan sesler beynimdeki karanlığı bir nebze dağıtır ve içime adeta taze bahar havası dolar. O saatten sonra kendime “Daha ne gördün ki? Onca bedel ödeyenler vazgeçmedi! Senin de vazgeçmeye hakkın yok!” diyerek çeki düzen veririm. Korkum kara bulutların dağılışı gibi dağılır, göğümde sımsıcak bir güneş parlar. Düzlüğe çıkacağımız günlere inanırım yeniden. Belki göremeyiz o günleri ama bu çetin yol, millet yolunda çekilecek cefa biraz daha kolaylaşır.
101 yıl önce, mücadelemizin Tacettin Dergâhı’nda yazılan destanı on kıtalık bir şiirden fazlasıdır şüphesiz. Mehmet Akif Ersoy, o gün bu mısraları yazarken kelimelerden fazlasını dökmüş kâğıda. Türk Ordusuna ithafen yazılan marş, 101 yıl sonra bile okurken tüylerimizi diken diken ediyor, ruhumuzu titretebiliyor. Baştan sona okuduğumuzda mücadelemizin haklılığı ve kurtuluş destanımızın heybeti gözümüzde canlanıyor. Sadece bize değil Türk yurtlarına bile umut ve cesaret veriyor. Bugün başımızı gururla göğe kaldırıp, gökyüzünde nazlı nazlı dalgalanan bayrağımızı özgürce selamlayabiliyorsak bunu, o çelikten iradelere, o günkü azim ve kararlılığa borçluyuz. İstiklâl Marşımız her defasında bunu hatırlatıyor bize.
Bu şafaklarda yüzen al sancağa baktıkça korkmuyorum ve korkmayalım, unutmayalım, vazgeçmeyelim diye son sözü Akif’ten yazıyorum. O çelik iradelere saygı, sevgi ve minnetle…
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!