Yükleniyor...
Yönetim, belirli amaçlara başka insanların aracılığıyla ulaşma maksadıyla yapılan etkinliklerin tümüdür. Yönetimde yer alan insanlar, yetenekleri, eğitim ve kültür düzeyleri, bilgi ve becerileri ile kişilik özellikleri birbirinden farklı olan insanlardır. Bu insanların, etkili ve verimli bir biçimde iş birliklerini sağlamak için belirli oranlarda güç (otorite) kullanımı zorunluluğu vardır. Bu anlamda, yönetici konumunda olan kişilerin, yönetilenlerin davranışları üzerinde, sınırları aklî, hukuki ve ahlaki ilkeler doğrultusunda önceden belirlenmiş güç kullanma yetkisine yönetim otoritesi denilir. Buradaki temel sorun, yönetim sürecindeki karşılıklı rızaya dayanan güç ilişkisi olarak bilinen meşru (aklî, hukuki ve ahlaki değerlere uygun) otoritenin ölçüsü ne kadar olmalıdır?
Üstlenilen iş ve görevin yapılması için gerekenden daha fazla güç kullanımı zulüm; gerekenden daha az otorite kullanımı yöneticinin zayıflığından dolayı işlerin yapılamaması demektir. Görevin gerektirdiğine eş değer bir otorite ise son derece işlevsel sayılır. Yönetim otoritesinin ne kadar olması gerektiği konusundaki ölçüyü, hekimlerin hastalarına önerdikleri ilaçların dozajına benzetmek mümkündür. Hekimlerin sağlıklı bir sonuç alabilmeleri bakımından hastalık aynı olsa bile, hastanın özelliğine ve hastalığın seyrine göre önerilecek ilacın dozajı farklı olmaktadır. Tıpkı, bunun gibi, yönetim otoritesinin ölçüsü, o iş veya görevin sadece gerektirdiği ölçüye eş değer olmalıdır.
TDK Türkçe Sözlük’te itaat, Arapça kökenli bir kelime olarak, “söz dinleme, boyun eğme, buyruğa uyma” anlamında kullanılmaktadır. Yönetim bilimleri açısından itaat, belirli bir iş birliği sistemine dahil olan kişilerin, bulundukları konuma ait ilke ve emirlere uyma yükümlülüğüdür. İtaat etmenin meşruiyetini ise yönetim sürecindeki otorite sahibinin aldığı kararların aklî, hukuki ve ahlaki değerlere uygunluğu belirler. Meşru otoritenin karşılığındaki itaat, “karşılıklı rızaya” dayalı olmalıdır. Rasyonel bir toplumda ve yönetim süreci içinde yer alan kişiler, buradaki otoritenin varlığını kabul etmiş sayılırlar. İnsan onurunu kırmayacak dozda olduğu varsayılan ve karşılıklı rızaya dayanarak yerine getirilen iş ve eylemler, bir anlamda haklı otoriteye uyma ve “itaat etme” davranışıdır. Buna karşılık, otorite sahibinin akıl, hukuk ve ahlak dışı tek taraflı müdahaleleri sonucunda, yönetilenlerin rızasının olmadığı bir tarzda güç kullanımı, zoraki “itaat ettirme” davranışına dönüşür. Yönetim sürecinde otorite kullanımında “karşılıklı rıza” boyutunun ortadan kalkması, otorite sahiplerinin diğer insanlar üzerinde zorbalık yapması anlamına gelir. Tarihsel süreç içinde ve günümüzde, yönetim gücünü elinde tutanların çoğunun, yönetim ilişkilerinin özü olan haklı otorite ve itaat olgusunu, çoğunlukla kendi aslî işlevlerinin dışına çıkartarak bir itaat kültürü yarattıkları görülmektedir.
İtaat etmek, başkalarının gücüne teslim olmak ve boyun eğmektir. Bu anlamda, bütün inanç ve yönetim sistemlerinin temel davranış biçimi itaat etme eylemlerine dayanır. Bütün dinlerde olduğu gibi İslamiyet de, “itaat” dinidir ve kelime anlamı teslim olmaktır. Ancak, bu teslimiyet asla körü körüne bir teslimiyet olmayıp, Kur’an’ın diliyle, “akıl sahipleri”, “akıl eden topluluk”, “akıl edesiniz”, “akıl etmez misiniz?, “düşünmez misiniz?”, “görmez misiniz?, gibi bilimsel metodolojinin anahtar kavramları çerçevesinde olması gereken bir itaattir. Böyle bir itaat, hiçbir aracı kuruma (diyanet, cemaat, tarikat vb.) ve kişiye (şeyh, derviş, lider, genel başkan vb.) değil, doğrudan Allah’a yapılan itaattir. Allah’a ve Resul’üne itaatin, sorgulamaya dayalı ve kesinlikle “akıl” ve “düşünme” süzgecinden geçerek olması, doğrudan Allah’ın buyruğudur. Ancak, Hz. Muhammed’in vefatının hemen sonrasında başlayan ve günümüzde sürmekte olan iktidar kavgalarının tarafı olanlar, Allah’a ve Resul’üne olması gereken itaati, kendilerinin kişisel ve cemaat ilişkilerine indirgemek ve yönlendirmek suretiyle Kur’an’dan rol çalmışlardır. Söz gelimi, din kisvesine bürünen birçok cemaat ve tarikat zihniyeti, kişioğlunun kendi şeyhinin önünde “ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmasını”, iyi bir Müslüman olmanın ölçüsü olarak tanımlamışlardır. Bu, insan onuruna yakışmayan “ortak koşucu” zihniyet, ne yazık ki çoğu yönetim sistemleri tarafından, kendi yönetimlerinin sorgulanmadan kabullenilmesi ve itaat edilmesi yönündeki kitle alışkanlıklarını pekiştirme aracı olarak kullanılmaktadır. İnanç sistemleri ile yönetim sistemleri arasında güçlü bir etkileşim vardır ve bu yüzden çoğu din adamı ile yöneticiler laiklik ilkesinden nefret ederler.
Kişilerin bağlı oldukları dini yaklaşımlar ve sahip oldukları ideolojilerle olan ilişkileri, onların ne derecede itaat kültürüne sahip olup olmadıkları hakkında çok anlamlı bir göstergedir. Bir inancı ve ideolojiyi sorgulamadan kabul eden ve onu sorgulamaktan vazgeçenlerin, bağlı oldukları inanç ve ideoloji ne kadar farklı olursa olsun pek çok davranışları ortak ve birbirine benzer olmaktadır (Zeldin, 1998, 406-407). Her türlü inancı “akıl etmeden” ve “düşünmeden” kabul eden, her türlü ideolojiyi eleştirel düşünce süzgecinden geçirmeden savunan kişilerin gerçekte en önemli ortak davranış kalıpları itaat kültürüdür. İtaat kültürünün insan malzemelerini, çoğunlukla birçok yoksulluk ve yoksunluk duygularını bilinçaltlarında biriktirmiş olan alt sosyal sınıf kökenli gruplar oluşturur. Çeşitli dini ve siyasi örgütlenmeler, çoğunlukla ekonomik yoksulluk yanında sosyal statü açlığı çeken kişilere birtakım yardımlar sağlayarak onlar üzerinde derin bir minnet duygusu yaratırlar. Bu tür örgütsel yapılanmalar, sorunlarıyla baş edemediklerinden kendilerine en yakın güce sığınma ihtiyacı duyan bu kişilerin gördükleri bu sınırlı destek karşısında aşırı minnet duymalarından yararlanarak, onları birer gönüllü itaatkâr haline getirirler. Ekonomik ve sosyal açıdan yetersiz kalan, akıl ve bilgi süreçleri bakımından kişisel donanımları oldukça zayıf olan yoksul ve cahil toplulukların, mevcut egemen güçlere bağlanma ihtiyacı çok yüksek olmaktadır. Bundan dolayı, toplumu meydana getiren nüfusun önemli bir kısmının, yoksul, işsiz ve hastalıklı olduğu ülkelerde otoriter yönetim rejimlerinin yaygınlığı da, çeşitli çıkar ve terör örgütlerinin kendilerine gönüllü köleler bulması da, bir rastlantı değil, toplumsal dayanıksızlığın kaçınılmaz bir sonucudur.
Kişilerin inanmadıkları ve rızalarının olmadıkları bazı emirlere ve görevlendirmelere nasıl itaat ettikleri konusu da oldukça ilgi çekici bir ayrıntıdır. İnsanlık dışı bir eylem olduğu bilinmesine rağmen herhangi bir kişiye nasıl işkence yapılır? Bu konuda yapılan çeşitli deneylerde, otorite baskısının gücüyle özellikle kanun ve ahlak dışı emirlere karşı direnme yeteneği olamayan zayıf karakterli kişilerin, kendileri onaylamasalar bile sırf verilen görevi “otoriteye itaat” anlamında yerine getirdikleri görülmüştür. Bu deneyler içinde en ünlüsü, “Milgram deneyi”dir. Bu deneylerde denekler, bir başkasına elektrik şoku vermekle ilgili emri, sıradan bir kişi verdiği zaman bir tane bile şok vermeyi kabul etmezken, böyle bir emir otorite sahibi bir güç tarafından verildiğinde emiri yerine getirmişlerdir (Cialdini, 2013,263-266). Bu deneylerden elde edilen en önemli çıkarımlardan biri, insanların kendi başlarına zulüm ve işkence yapma kararını vermekte zorlanmalarına karşılık; başka bir otoritenin emrine “itaat” etme maksadıyla bu davranışlara yönelmiş olmalarıdır.
İtaat kültürü, kısa vadede en az itaat edene, en çok kendisine itaat edilen otoriteye yarar. Uzun vadede, itaat kültürü hiç kimsenin işine yaramaz. İtaat kültürü, insanlarda var olan akılcılık, yaratıcılık, girişimcilik, üretkenlik ve verimlilik gibi olumlu potansiyel yetenekleri köreltir. Çözüm, insan iradesini güçlendirmek maksadıyla akılcı ve eleştirel düşünceyi harekete geçirmek, nispeten bağımsız gelir kazanma imkânları yaratmak, eğitim yoluyla toplumsal gelişmeyi ve dayanıklılığı artırmaktır.
Cialdini, Robert B. (2013); İknanın Psikolojisi, Teori ve Pratik Bir Arada, Çev. Yasemin Fletcher, MediaCat
Theodore Zeldin (1998); İnsanlığın Mahrem Tarihi, Çev. Elif Özsayar, Ayrıntı Yayınları:227