Yükleniyor...
Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz mûsikimizin pîri;
O kadar halkı sevk edip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların, sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken, Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i.
Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası ile Mersin Devlet Opera ve Balesi Korosu’ndan Tekbîr’i dinlerken Yahya Kemal’in Itrî şiirinin akla gelmemesi mümkün mü?
Özellikle bayram sabahları dinlediğimiz Tekbir için en güzel sıfatı bulmuş Yahya Kemal: Saltanatlı.
Allâhü ekber, Allâhü ekber / Tanrı uludur, Tanrı uludur. Lâ ilâhe illallâhü / Allah’tan başka tanrı yoktur. Vallâhü ekber / Ve Allah uludur. Allâhü ekber ve lillâhil-hamd / Uludur Allah ve övgü Allah’adır.
Musiki tarihçileri Tekbir, Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin midir diye tartışadursunlar, Yahya Kemal büyük şiirinde bu bestenin Itrî’ye ait olduğunu kabul edivermiş. Fakat bu ilk bentte beni çarpan kelime “saltanatlı”. O büyük ve semavi ses başka bir kelimeyle nitelenemez. Klasik musikimizin beni çeken birkaç eserinden biri de niçin Tekbir’dir diye düşünüp dururdum. 19. yüzyıl ve daha sonraki bestelerimizde bu “saltanat”ı bulamadığım için olmalı. Belki de ben müzikte gür ses, kulaklarımı ve ruhumu dolduran bir ses aradığım için, semanın ve hatta evrenin dört bir yanından tonlar taşıyan kudretli bir ses aradığım için Tekbîr’in çekimine kapılıyorum. Yahya Kemal, benim aradığım sesi ne güzel ifade etmiş: Saltanatlı.
Ancak Tekbir’de ve ancak Salât-ı Ümmiye’de Osmanlı saltanatının ihtişamını hissedebiliyorum. Baki’nin şiirinde, Sinan’ın Süleymaniye’sinde hissettiğim gibi.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan…
Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an.
… … … …
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde anlatılan bu ihtişam, Tekbir’de var, Salât-ı Ümmiye’de var. Bir de karşımda duran şu minyatürde. Hani Osmanlı korosunu atlar üzerinde gösteren şu minyatürde. Köslerin, davulların seslerini duyar gibi olduğum minyatürde. Mozart da duymuş olmalı o sesleri ve ünlü Türk Marşı’nda bize de duyurmuş.
Diyebilirsiniz ki Tekbir de, Salât-ı Ümmiye’de dinî musiki. Fakat doğuda da batıda da dinin verdiği heyecan o büyük ilahilere vücut vermedi mi? Klasik Batı Müziği neredeyse kilise müziğinden doğdu.
Itrî’ye atfedilen bu iki beste kalabalık cemaatler düşünülerek sanki vücut bulmuş. Cemaatin hep birlikte göklere yükselen avazı.
Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin nebiyyin ümmiyyin! / Allah’ım, efendimiz Muhammed’e, nebî ve ümmî Muhammed’e rahmet et! Ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim! / Soyuna da, dostlarına da rahmet et ve hepsini esen tut!
Sözlerini anlamasa da Türk, peygamber sevgisini bu eserle dile getiriyordu. Onun şerefli sakalından bir parça olduğunu düşündüğü kutsala doğru omuz omuza giderken sesinin en gür tonuyla peygamberine olan sevgisini ifade ediyordu. Hem de cemaat içinde bütünleşerek, bir ve beraber olduğunu hissederek.
Hasan Alptekin imiş adı. Allah’ım bu sese bakar mısınız? Alp’lı Tekin’li adı olan bu sesin sahibini dinlerken sanki peygamber efendimizin müezzini Bilal’i dinliyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Kalemimin ucuna geliverdi “peygamber efendimiz” sözleri. Arapçanın “seyyidinâ Muhammed” ibaresini ne güzel Türkçeleştirmişiz. Sıcak, bize ait. Ve işte Hasan Alptekin o mübarek sesiyle Salât’ı okumaya devam ediyor. Ardından muhteşem bir koro devam edecek okumaya: Allâhümme salli… Sonra da ulu Tekbîr’e geçecekler: Allâhü ekber… Tanrı uludur…
Ben orkestradan dinledim. Siz herhangi bir icradan dinleyebilirsiniz. Aynı ihtişamı, aynı “saltanat”ı hissedeceksiniz. Bana öyle geliyor ki bu iki eserden biri musikimizin Süleymaniye’si, diğeri Selimiye’sidir.
1 Yorum