NEO-HARİCİLER

  Seviye düştükçe nefret ve saldırganlık artıyor. Bunu siyasette görüyorsunuz. Sosyal medyada görüyorsunuz. Hele ikisi birleştiğinde, yani sosyal medyadaki siyasette “esfeli safilin”in manasını anlıyorsunuz. Muhaliflerine, muarızlarına sıfır-altı kalitede bir üslupla saldırıyorlar. Hadi onlar muhaliftir, olabilir diyelim. Fakat aynı düşüncede olanların birbirine hitabı bazen muarızlara yönelttiklerinden daha acımasız, daha edepsiz. Adem’in dili Antropolojinin kuruluş dönemlerinde dünyada […]


Paylaşın:

 

Seviye düştükçe nefret ve saldırganlık artıyor. Bunu siyasette görüyorsunuz. Sosyal medyada görüyorsunuz. Hele ikisi birleştiğinde, yani sosyal medyadaki siyasette “esfeli safilin”in manasını anlıyorsunuz.

Muhaliflerine, muarızlarına sıfır-altı kalitede bir üslupla saldırıyorlar. Hadi onlar muhaliftir, olabilir diyelim. Fakat aynı düşüncede olanların birbirine hitabı bazen muarızlara yönelttiklerinden daha acımasız, daha edepsiz.

Adem’in dili

Antropolojinin kuruluş dönemlerinde dünyada “medeniyet”in henüz uğramadığı kabileler vardı. Bilim adamları geçmişi bu kabilelerde gözlemeye çalışırlardı. Galiba artık bu coğrafyalar tükendi. Şimdi sosyoloğundan siyaset bilimcisine kadar geçmişimizi insan öncesinde aramak moda oldu. Bu yüzdendir ki Fukuyama son eseri “Siyasî Organizasyonun Tarihi”ne, alt başlık diye, “İnsan Öncesi Zamanlardan Fransız İhtilali’ne” ibaresini seçti. Aynı arayışı Jared Diamond’da, Frans de Waal’de de buluyoruz.

En basit primat gruplarında bir bölge sahiplenmesi var. “Vatan”ın ilk hali gibi… Öyle ya, beslenmek, avlanmak, toplamak için belli bir alan lâzım. Her grubun kendi alanı, yani “racon”u belli. Alana tecavüz günler süren harplere yol açıyor.

İnsan hemcinsleriyle yoğun iş birliğine de muhtaç. Aksi takdirde hemen hepsi kendinden büyük ve güçlü protein kaynaklarının, yani etini yiyeceği hayvanların, ne dirisini ne de ölüsünü ele geçirebilir. Ölüsünü de ele geçiremez, çünkü şu veya bu sebepten kaçamayan veya ölen şikârın üzerinde diğer yırtıcıların da gözü vardır. İnsan bunlarla rekabet etmek zorunda. Mağara kaplanıyla, sırtlan sürüsüyle… İşte burada insanın insanla iş birliği ve bu iş birliği için gereken lisan devreye giriyor: “İki suyun birleştiği yerde yaralı bir mamut var, baltalarınızı kapıp oraya koşun“ diyebilecek lisan. Bu koordinasyonlu hareketten, yüzlerce insanın planlı avından mamut kabileye besin olmakla kalmıyor, aynı avın peşindeki yırtıcılar da korkutularak veya balta yağmuruna tutularak uzaklaştırılıyor. İlk insanları inceleyen arkeologlar insanın lisan sahibi olmasına denk gelen çağlara ait büyük hayvan kemiklerinin üstündeki değişimi gözlüyorlar: En eski karkaslarda önce diş izleri, onların üstünde balta izleri var. Anlaşılıyor ki etin iyisini diğerleri yemiş. İnsanlara onlardan arta kalanlar düşmüş. Fakat zaman ilerleyince izler yer değiştiriyor. Önce insanın eti sıyırdığını gösteren balta izleri, onların üstünde ancak insandan sonra hayvana yaklaşabilen diğer yırtıcıların diş izleri. [1]

Yukarıdaki av hikâyesini aldığım “Adem’in Dili” kitabının yazarı Bickerton, insan dili, dil de insanı yapar diyor. Ama dilin itici gücü de toplum. Ferdiyetçi arkadaşlar kusura bakmasın ne tarih öncesinde ne de tarih çağlarında, insanın tek başına veya sadece çekirdek ailesi ile uzlette yaşadığı bir dönem yok. İnsan cemiyet, cemiyet insan demek.

İşbirliği donanımı başlangıcımızdan beri elimizde: başta dil geliyor ama başka nörolojik aletler de var. Bilim adamları birbirimizi anlamamızı, karşımızdakinin hissettiğini hissetmemizi kolaylaştıran “ayna nöronları”ndan bahsediyorlar.

Dil-kültür- millet

Cemiyet nöronlardan ibaret değil. Lisandan ibaret de değil. Fakat bunlar cemiyetin temelleri, su basmanına kadar inşaatı demek. Bunlar olmadan cemiyeti kuramıyorsunuz. Başka ne lazım? İnsanların kendi toplum birimlerine duydukları sevgi ve bağlılık. Beraber avlanmak. Beraber sevinmek ve üzülmek… İlkel insandan günümüze yaklaştıkça bu üst katların tuğlasının, sıvasının, ince inşaat ve müştemilatının adı değişecektir. Bunlara tarih, edebiyat, kültür diyeceğiz. Bir Dawkins çıkacak, genler kadar kültürün memleri de önemlidir diyecek.

Kültürün ve cemiyetin inşasında önemli role sahip memleri Wikipedia şöyle tarif ediyor: “Mem, bir kültürün içinde şahıstan şahısa yayılan bir fikir, bir davranış veya bir üsluptur. Mem kültürün fikirlerini, sembollerini veya uygulamalarını bir akıldan diğerine yazı, konuşma, hareket, ritüel veya taklit edilebilen içeriğe sahip diğer olaylar vasıtasıyla taşıyan bir birim rolünü oynar. Bu kavramı destekleyenler memlerin genlerin kültürdeki benzerleri olduğunu, çünkü kendilerini çoğaltabildiklerini, mutasyona ve ortamın baskısıyla ıstıfaya ve seçime uğradıklarını savunurlar.”

Sonra bir Gellner çıkacak ve “ortak yüksek kültür” diyecek. En gelişmiş toplum birimine de “millet” diyeceğiz.

Sevmek zor iş

Anlaşılacağı gibi cemiyeti kurmak kolay değil. Belki bu yüzden, karıncalarla arıları saymazsak bunu bir tek yaratılmışların şereflisi başarabilmiş. Kültür lazım, memler lazım, birlikte yaşamak, birlikte sevinip üzülmek ve hepsinden önemlisi bu sevinç ve üzüntüleri birlikte ve nesiller boyu hatırlayabilmek lâzım. Tarih lâzım, edebiyat, müzik, sanat, bunların eğitimle nesilden nesile nakli, velhasıl kültür lazım. Eskiler bütün bunlara cemiyetin ve o cemiyette gelişmiş insanın “müktesebatı”, yani biriktirdikleri, tahsil ettikleri diyecektir. “Tahsil”, verimli toprağımızdaki mahsulün, yani ekinin biçilip toplanmasıdır. Kendimize mal edilmesidir.

Bütün bunlar insanları bir birlerine bağlayan, toplumu bağlayarak kuran kuvvetler. Bağlayıcı güçler. Zor iş…

Nefret kolay

Fakat bir araya gelmenin kestirme bir yolu var: Nefret!

Öyle ya. Ya birbirimizi çektiğimiz için yahut ötekini ittiğimiz için bir araya geliriz. Sevgiyle olmazsa nefretle. İşte ideolojiler, itiş gücüyle bir araya gelen toplulukların fikir sistemleridir.

Öteki bulmak kolaydır: Kâfirler, zındıklar… Bunlar kim? Komşumuz. Muhalifimiz. Bizden görünüp de bizden olmayanlar. Zaten bizden görünenlerin yüzde doksanı aslında haindir. Samimî bizdenler tıpkı benim gibi düşünür, benim sözümden çıkmaz, bana kayıtsız şartsız itaat ederler.

Geçen asrın klasiği “Kesin İnançlılar”da Eric Hoffer şöyle diyor:

Bir tanrıya inanmayan kitle hareketleri doğup yayılabilir ama bir şeytana inanmayanın şansı yoktur.[2]

Bakın nefret ne mem istiyor, ne kültür. Bağırıp çağırmak yetiyor. Edebiyat, tarih… Müşterek sevinçleri, üzüntüleri hatırlamak, tahsil; gereksiz. Nefret edin yeter. En az bir adet de şeytanınız olmalı. Etrafınız şeytanlarla sarılmışsa tadından yenmez! Gizli lobiler, yok edilmesi gereken muhalifler, hain taraftarlar. Tevekkeli değil “Nefret”, Eric Hoffer’in “Birleştirici Vasıtalar” bölümünün ilk alt başlığı.

Her şeyi bilen cehalet

Nefret dolu bir ideoloji sahibinin öyle kılı kırk yarmasına gerek yoktur. Doğruluk ve haklılık her yerinden fışkırır. Okumasına, düşünmesine de gerek yoktur. Bu doğuştan haklı tipi rahmetli Mümtaz Turhan Hoca, “Kültür Değişmeleri”nde şöyle anlatır:

[O] inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır.

Turhan Hoca’dan yıllar sonra Dunning ve Kruger, cahil kibrinin ve âlim çekingenliğinin ilmini yaptılar. Meşhur yayınlarının başlığı şöyleydi: “Niteliksiz ve Bihaber: Kendi Yeteneksizliğini Tanımaktaki Güçlüklerin Kendini Değerlendirmede Abartıya Yol Açışı[3]

Kendini her konuda haklı, kendi dışındakileri her konuda haksız ve düşman olarak gören bakış, İslâmiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan “Hariciliğe” ne kadar da benzer. Bu benzeyişe şaşmamak gerekir. Çünkü değil yüksek, orta kültürden bile nasipsiz bir güruhtur bunlar.

Ruhi Fığlalı Hoca’nın on dört asır önceki Harici’leri anlattığı şu satırlara bir göz atın. Bakalım tanıdık gelecek mi?..

“Bu taassup, kendilerini öylesine esîr almıştır ki, artık kendi topluluklarının bile değişen şartlara ve karşılaşılan olaylara uyum sağlayabilme, çözüm getirebilme veya uzlaşabilme imkânlarını yok etmiştir. Bunun içindir ki, kendi aralarında dahi, son derece önemsiz bir takım meselelerden dolayı zuhûr eden görüş ayrılıkları üzerine hemen ayrılığa düşmüş ve çok kısa sürede pek çok kollara bölünmüşlerdir.[4]

Fığlalı’nın bu analizi bu karakterde tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor. Sebep? Şöyle:

“Bu tavır, aslında, onların çölde âşina oldukları eski kabile hayatının serâzâd alışkanlıklarını, hepsi de birer eski bedevî olan reislerinin önderliğinde sürdürmekten ve dolayısıyla İslâm cemiyetinin geçmekte olduğu şehir medeniyetine tepkiden başka bir şey değildi. Nasıl İslâm öncesinde bir kabile arada bir anlaşma yoksa öteki kabilelerin tamamını düşman olarak mütalaa ediyor idiyse, Hâricîler de, kendilerinden olmayan bütün Müslümanları kâfir ve dolayısıyla ‘kanı dökülebilecek düşmanlar’ olarak görüyorlardı.[5]

Bunlara düşmanların mallarının da helâl olduğunu ve rahatlıkla çalınabileceğini eklemeye gerek yok…

Bugünle karşılaştırın: Tamamlanamamış şehirleşme, yarı cehalet… Orhan Türkdoğan Hoca’nın yoksulluk kültürü[6]. Öyle anlaşılıyor ki yoksulluk kültürü için yoksulluk şart değil.



[1] Derek Bickerton, “Adam’s Tongue- How Humans Made Language and Language Made Humans” Hill and Wang 2009, sayfa 160- 164.

[2] Eric Hoffer, “The True Believer- Thoughts on the Nature of Mass Movements” Harper Perennial Classics 2010. İlk baskı 1951.

[3] “Unskilled and Unaware of It: How Difficulties in Recognizing One’s Own Incompetence Lead to Inflated Self Assesment.” Bakınız: Wikipedia Dunning-Kruger Etkisi.

[4] Ethem Ruhî Fığlalı, “Günümüz İslâm Mezhepleri”, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları Nu: 39, 2008. Sayfa: 172.

[5] Ethem Ruhî Fığlalı, aynı eser sayfa 171.

[6] Orhan Türkdoğan, “Yoksulluk Kültürü: Gecekonduların Toplumsal Yapısı”, Atatürk Üniversitesi Basımevi, 1974.

 

 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar